Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Issız adadan hikâye devşirmek

        Bir zamanlar, meşhur şahsiyetlerle yapılan röportajlarda, -gazetelerde, dergilerde, radyolarda, sonradan da televizyonda olsun-, mülakatın sonunda mutlaka “Issız bir adaya düşerseniz yanınıza alacağınız üç şey ne olurdu?” sorusu sorulurdu. Bu soru belli ki o kadar çok sorulmuş ki, hiç kimse soruyu yadırgamaz, o kerli ferli şahsiyetler “böyle büyük bir felaketle karşılaşırsam can derdine düşerim” demez, soruya ciddi ciddi cevap verirlerdi.

        Misal 1958 Ekim’inde, aynı soru bu kez Kemal Tahir’e “ıssız bir adaya düşseniz yanınızda hangi kitapları bulundurmak isterdiniz?” diye sorulmuş. Kemal Tahir de “Eser hazırlama imkânı varsa yazacağım romanların mevzularıyla ilgili araştırmalarıma yarayacak kitaplar… Çalışma imkânı yoksa insanların ümidini ve yaşama gücünü arttıran şiir kitapları…” cevabını vermiş. (Kemal Tahir, Kolaya Kaçmayalım, Ketebe, s.122)

        Bu soru, sözünü ettiğim dönemde sadece bizdeki meşhurlara değil, dünyada da meşhur yazarlara, sinema oyuncularına, şairlere, müzisyenlere, ressamlara en sık sorulan sorulardan biri olsa gerek ki; bizde en çok “Bay Perşembe” romanıyla bilinen, İngiliz edebiyatında “aykırı fikirlerin adamı” olarak ünlenmiş G.K Chesterton aynı soruyla karşılaştığında muzipçe, “Yanıma Thomas’ın ‘Pratik Gemi İnşa Kılavuzu’ kitabını alırdım” diye cevaplamış. (Alberto Manguel, Efsanevi Yaratıklar, YKY, s.81)

        Ha aynı soruyla ben karşılaşmış olsaydım eğer, her ne kadar elimde “gemi inşa kılavuzu”olsa bile, sıfırdan bir gemi inşa edecek ustalık benden uzak olduğundan, soruyla karşılaşır karşılaşmaz, “herif 28 sene boyunca ıssız bir adada önceleri tek başına, sonra Cuma’yla birlikte nasıl hayatta kalmış, acaba deneyiminden ben de yararlanabilirim miyim diye Daniel Defoe’nun ‘Robinson Crusoe’ romanını alırdım,” derdim.

        *

        Mektep hayatımızın ilk devrelerinden itibaren; çocuk kitabı formatında olsun, çizgi roman veya romanın özetlenmiş hali olsun, Daniel Defoe’nun bütün dünyada meşhur kitabıyla bir biçimde hemhal olmamış olanımız yoktur herhalde. Ya kitabı okumuş ya çizgi veya sine filmini seyretmiş ya da çocukluğumuzdan itibaren bir biçimde isminin beynimizin bir yerine kazınmasının önüne geçememişiz.

        “Robinson Crusoe” dünyada en az “Don Kişot” kadar meşhur bir romandır çünkü.

        *

        Beni bu denemeyi yazmaya götüren, bundan tam 305 sene evvel, 27 Nisan 1719 günü Londra’da, dönemin en popüler yayıncılarından Taylor tarafından, dünya edebiyatında bütün zamanların en uzun kitap ismi olan, “Kendisi Dışında Herkesin Öldüğü Bir Deniz Kazasında Dalgalar Tarafından Kıyıya Atılıp Tam Yirmi Sekiz Yıl Amerika Kıyılarında, Büyük Orinoko Irmağı’nın Ağzı Yakınlarındaki Issız Bir Adada Tek Başına Yaşayan Yorklu Denizci Robinson Crusoe’nun Yaşamı ve Şaşırtıcı, Tuhaf Serüvenleri” adıyla piyasaya sürülen, kapağında yazarın adı bulunmayan, Italo Calvino tarafından “modern romanın atası” olarak nitelendirilen Daniel Defoe’nun, herkes tarafından bilinen meşhur romanını size tanıtma isteği değildir. O kitap hakkında az çok malumatı olmayan okur-yazar yoktur herhalde yeryüzünde. Beni bu denemeyi yazmaya götüren, yeni okuduğum kıymetli dostum Cem Sancar’ın “NasReddin, Bana Damdan Düşeni Getirin” (Turkuaz Kitap) adlı şahane romanı oldu. Cem Sancar’ın, “Allah” dersen “kulakları dikilen” laik “Robinsonlar”la, “kadın” dersen aynı şekilde “diklenen”Müslüman muhafazakârlar arasında iki arada bir derede kalmış, bir zamanlar bugün memlekette “kültürel iktidarı” ellerinde bulunduran, kendine yabancı, evinin adresini unutmuş “Robinsonlar” kabilesinin üyeliğini yapmış, şimdi ise aldığı darbelerle her tarafı yara bere içinde, kaybettiği yolu bulmaya, yol ararken kendini tanımaya çalışan kahramanı mizahçı Nas’ın hikayesini anlatırken, “Robinsonlar” vesilesiyle sözü mecburi Daniel Defoe’nun romanına da getirir.

        *

        Romanın anlatıcısına göre “Daniel Defoe, Robinson Crusoe hikayesini, Endülüs döneminin dahi yazarlarından İbn Tufeyl’in yazdığı, İslam medeniyetinin ilk felsefi romanlarından, belki de dünyanın ilk romanı sayılan ‘Hayy bin Yakzan’dan yürütmüştür.” İbn Tufeyl’in amacı, ıssız bir adada ceylanlar tarafından büyütülmüş bir çocuğun hikayesini anlatmak değildir aslında. Alegorik bir hikayedir, bu hikâyeyi vesile yaparak, kendi döneminde yoğun bir şekilde tartışılan üç önemli felsefi problemi çözmeye çalışır alim.

        “Bir: İnsan kendi başına, hiçbir eğitim almadan sadece doğayı gözleyerek ve derin düşünerek kemale, yani ‘insanı kâmile’ ulaşabilir.

        İki: Gözlem, deney ve akıl yürütme yoluyla elde edilen bilgiler, Tanrı sözüyle, vahiy ile çelişmez. Başka bir deyişle din ile felsefe ve daha dar anlamda bilim çelişmez.

        Üç: Mutlak bilgiye ulaşmak şahsi bir çabayla olur ve bunu herkes başarabilir.”

        Cem’in anlatıcısı kitap hakkında başka bilgiler de verir, etkilediği yazarları sayar ve Daniel Defoe’yu, “kitabı doğrudan intihal ederek araklamakla” suçladıktan sonra şunları söyler:

        “Robinson’u yazan Daniel Defoe, on ikinci yüzyıl Endülüs dehası İbn Tufeyl tarafından yazılan ve on dördüncü yüzyılda Batı dillerine çevrilen ‘Hayy bin Yakzan’ın içini dışına çıkartır, hikayeyi ağdalı bir İngiliz tekbenciliğine dönüştürür.” (Cem Sancar, NasReddin, Bana Damdan Düşeni Getirin, TK, s.60)

        *

        Cem’in harikulade romanını okuyup bitirdikten sonra, vaktiyle Yapı Kredi Yayınları arasından İbn Sina/İbn Tufeyl imzasıyla çıkmış, N. Ahmet Özalp’ın titiz bir çalışmayla yayına hazırladığı, M. Şerefeddin Yaltkaya ile Babanzade Reşit tarafından Türkçeye çevrilmiş olan “Hayy bin Yakzan”ı aldım elime.

        Kitapta aynı isimle iki hikaye var; ilk “Hayy bin Yakzan”ı 980 senesinde Buhara’da dünyaya gelmiş, 1037 senesinde Hemedan’da vefat etmiş “İslam Meşşâî mektebinin en büyük sistemci feylesofu, Ortaçağ tıbbının önde gelen temsilcisi” İbn Sina; aynı adla ikinci hikayeyi de 1106’da İspanya’nın Granada şehrinde doğmuş, 1186’da Marakeş’te vefat etmiş olan Endülüslü feylesof ve hekim İbn Tufeyl yazmış. İbn Sina’nın hikayesini Cumhuriyet tarihinin ikinci Diyanet İşleri Başkanı, kelam profesörü Mehmet Şerefeddin Yaltkaya; İbn Tufeyl’in “Hayy bin Yakzan”ını ise Cumhuriyet’ten önce çeşitli medreselerde müderrislik yapmış, Süleymaniyeli Babanzade ailesinden bir Kürt alim, Babanzade Reşit Türkçeye çevirmiş.

        Kitabı yayına hazırlayan N. Ahmet Özalp ile İbn Sina’nın hikayesine uzun bir önsöz yazmış olan Yaltkaya’nın verdiği kıymetli bilgiler ışığında yolumuza devam edelim o halde.

        *

        “Hayy bin Yakzan” için “alegorik bir hikaye” dedik. Özalp’ın demesine göre İslam dünyasında alegorik hikaye geleneği İbn Sina ile başlar. İbn Sina, “alegorik” anlatı tarzını, Yunancadan Arapçaya çevrilmiş “Salaman ve Absal” hikayesinden öğrenmiş. Alim bu hikayeyi birebir alarak kendi hikayesini yazmamış ama ondaki “alegorik anlatım tekniğini” alarak “Hayy bin Yakzan”ı yazmış. İbni Sina’nın eseri belli ki o asırda bir “edebiyat olayı”haline gelmiş. Peş peşe, bu anlatı geleneğini sürdüren hikayeler çıkmış piyasaya ondan sonra. Bu gelenek zincirinin en önemli halkasını da İbn Tufeyl oluşturmuş. O da “Hayy bin Yakzan” adıyla bugün birçok edebiyat alimine göre dünyada yazılmış ilk romanı yazınca, peşinden aynı temada başka yazarlar onu takip etmiş. Çağdaşı sayılan Sühreverdi “el-Gurbetyul-Garbiye”; İbnü’n Nefis “er-Risaletül’l-Kamiliye fi’s-Siyeri’n-Nebeviye”;onlardan iki yüz sene sonra Molla Cami “Salaman ve Absal” adıyla yazdığı benzer bir hikayeyle bu geleneği sürdürmüş. Bir zincir şeklinde devam eden ve peş peşe gelen bu eserlerin tümü, belli ölçülerde, bir önceki eserden etkilenerek yazılmış. Bu etkilenmeyi de yazarlar “itiraf” etmekten çekinmemiş. Mesela Cami, İbn Sina’ya ilham kaynağı olan ve onun özetlediği “Salaman ve Absal” hikayesini ayrıntılarda ufak tefek değişiklikler yaparak hikayeyi yeniden yazmış. İbnü’n-Nefis, İbn Tufeyl’in eserinden hiçbir değişiklik yapmadan, sadece kendi fikirlerinin alanını, yönünü değiştirmiş.

        *

        Bu eserlerin içinde, bütün zamanların en meşhur eseri İbn Tufeyl’in yazdığı eserdir. “Hayy bin Yakzan”, ilk defa on dördüncü asırda Narbonnne’lu Musa tarafından İbraniceye tercüme edilerek şerh edilmiş. 1671’de Arapçadan Latinceye çevrilmiş. İngilizceye de Latinceden çevrilmiş. 1711 yılında Arapça aslından tekrar İngilizceye çevrilmiş. Hollanda diline yapılan çevrisi ise 1672’de Amsterdam’da basılmış. Yüz sene sonra da 1783’te “Doğa Adamı” adıyla Almancası çıkmış. Kitap belli başlı Batı dillerinde, “Hayy bin Yakzan’ın Hayatı”, “Doğa Adamı”, “Ruhun Uyanışı” ve “Doğu Hikmetinin Sırları” gibi değişik adlarla piyasaya çıkmış. (Aynı kültürün ürünü, aynı inancın sahipleri olarak kitap karşısında bizim tavrımız ise içler acısı… 1923 yılında Babanzade Reşit’in aklına gelmiş, kitabı Türkçeye çevirmiş, “Mihrab” dergisinde tefrika edilmiş, kısa bir süre sonra dergiyle birlikte “aydınlanmanın karanlıklarına” gömülmüş. Biz Batı klasikleriyle “aydınlanırken”,Hayy bin Yakzan” 1977’de çocuklar için hazırlanan bir edisyonunu dışarda tutarsak, 1996 yılında Yapı Kredi Yayınları el atana kadar karanlıkta kalmış.)

        *

        Anladığımız kadarıyla İslam bilginlerinin oluşturduğu zincir, belirli bir tarihten itibaren kopmuş. Bu kez aynı geleneği Batılı yazarlar devralmış. 1719’da İngiliz yazar Daniel Defoe, “Hayy bin Yakzan”ı birebir örnek alarak “Robinson Crusoe” yazar. Bu birebir ilişki üzerine Fransız oryantalist Carra de Vaux, şunları söyler: “Robinson’daki fikirler, ahlak anlayışı, sitemler, her şey apaçık kanıtlıyor ki, Daniel Defoe, İbn Tufeyl tarafından yazılan romanın Latince tercümesinden esaslı biçimde etkilenmiş ve esinlenmiştir.”

        Alim ile muharririn hikayesinin sadece aynı dekorda, benzer temalarla geçmesi değildir onları birbirine benzer kılan; İbn Tufeyl’in kahramanı Hay tek başına bulunduğu adada kişisel fikirleri ve buluşlarıyla evrenin gizlerini ve teolojinin en derin meselelerini kendi kendine öğrenmesi birçok alim tarafından tenkit edilirken; Defoe’nun Robinson’u da aynı biçimde hareket ettiğinden modern dönemin kritikçileri tarafından eleştirilir. Defoe’nun romanına gelen eleştiriler içinde bana göre en esaslı olanı, Fransız filozof Gilles Deleuze’ün “Issız Ada ve Diğer Metinler” (Bağlam) kitabında yaptığı eleştiridir ki şöyle:

        “Bundan daha sıkıcı bir roman hayal etmek zor, çocukların hâlâ bunu okuduğunu görmek de son derece üzücü. Robinson’un dünya görüşü yalnızca mülkiyet üzerine kuruludur; ondan daha ahlakçı bir mülk sahibi görülmemiştir. Dünyanın ıssız adaya dayalı mitsel yeniden yaratımı, yerini burjuva gündelik yaşamının sermayeye dayalı yeniden düzenlenişine bırakmıştır. Her şey gemiden alınır, hiçbir şey icat edilemez, adada her şey zar zor uygulanır. Zaman, yalnızca, emekten doğan bir kâr elde etmek için sermayeye gereken zamandır. Tanrının buradaki esirgeyici işlevi de geliri garanti altına almaktır. Tanrı kendinden yana olanları, iyi insanları güzel mülklerinden tanır, kötüleri ise bakımsız, çirkin mülklerinden. Robinson’un can yoldaşı Havva değil, uysal uysal çalışan, köle olmaktan mutlu, yamyamlıktan çabucak tiksinmiş Cuma'dır. Aklı başında her okur onun sonunda Robinson’u yediğini görmek ister. Bu roman, kapitalizmle Protestanlık arasındaki bağı savunan tezin en iyi örneğini teşkil eder. Robinson Crusoe mitolojinin püritenlikle iflas edişini ve ölümünü gözler önüne serer.”

        *

        Bugün literatürde “Robinsonad roman” başka bir deyimle “adasal roman” olarak nitelendirilen geleneğin dünyadaki ilk örneği olan “Hayy bin Yakzan”ı yaratan Doğulu yazarların hikayesi; modern romanın Avrupa’da doğmasıyla birlikte, Rousseau’nun “Emile”ine, Thomas More’un “Ütopya”sına, Kipling’in bir hikayesine; Francis Bacon, Spinoza gibi önemli filozofların felsefelerine esin kaynağı olduğu halde bu geleneği Batılı yazarlara kaptırdılar. Birçok kişi İbn Tufeyl’i unuttu, artık yeni star Daniel Defoe’ydu. Karl Marx “Kapital”de burjuva iktisatçıları Adam Smith ile Ricardo’nun “Robinsonvari” değiş-tokuş hikayelerini eleştirirken, bu romanı referans eder. Kimi eleştirmenlere göre roman “bireyciliği yücelttiği” için bir şaheser, kiminde göre ise kendi dilini Cuma’ya empoze ettiği için sömürgeciliğin borazanıdır. Roman yayınlandıktan sonra her alanda büyük bir başarı kazanır. “Robinsonat roman” zinciri sürdüren geleneğin içinde Fransız yazar Michel Tournier'nin 1967 yılında yazdığı ve 1990’ların başında Türkçeye çevrilen “Cuma ya da Pasifik Arafı” (Ayrıntı Yayınları) romanı bu türün en önemli romanlardan birisi olarak kabul edilir. Bu kez romanın başkahramanı Robinson değil Cuma’dır. Yazar bütün bir tarihi “Cuma’nın kahkahalarıyla” yeniden yazar, bu romanla Batı akılcılığının ipliğini pazara çıkarır. 1986 yılında da bu kez; 2003 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi, Güney Afrikalı-Avustralyalı romancı, deneme yazarı John Maxwell Coetzee “Düşman” (Adam Yayınları) adıyla bir roman yazar. Coetzee, Robinson Crusoe'nun hikayesini bu sefer bir kadının bakış açısından anlatır. O da Robinson’u değil Cuma’yı anlatmak ister. Ama romanın anlatıcısının da dediği gibi, “Cuma'nın dilinin öyküsü anlatılamaz bir öykü. Veya benim tarafımdan anlatılamaz bir öykü. Aslında, Cuma'nın dili hakkında bir sürü öykü anlatılabilir, ama gerçek öykü, bir dilsiz olan Cuma'nın içinde gömülü. Gerçek öykü, bir sanatın yardımıyla Cuma'ya bir ses vermenin yolunu bulana kadar bilinemeyecek.”

        (Sahi, Robinson neden dilini Cuma’ya öğretir de onun dilini öğrenme zahmetine katlanmaz?)

        *

        Peki, ilhamını İbn Sina’nın “alegorik” bir hikayesinden alan, ondan adını yukarıda yazdığım Müslüman yazarlara geçen; daha sonra İslam coğrafyasından çıkıp Avrupa’ya giden, orada Bacon, Spinoza gibi filozofları, Rousseau, More, Kipling gibi yazarları etkileyen; Daniel Defoe’ya “Robinson” romanını yazdıran, Defoe’dan Michel Tournier'ye sirayet eden, ondan da Coetzee’ye bir roman yazdıran İbn Tufel’in “Hayy bin Yakzan” hikayesi ne anlatıyor?

        N. Ahmet Özlap’ın özetlediği biçimiyle hikaye şöyle:

        Romanın kahramanı Hay, bütün ömrünü kimsesiz bir adada geçirmektedir. Bir varsayıma göre ıssız adada toprağın mayalanması sonucu kendiliğinden türemiş, diğer bir varsayıma göre de başka bir adada dünyaya geldikten sonra bir sandık içinde denize bırakılmış, böylece içinde yaşadığı adaya sürüklenmiştir.

        “Bir ceylan tarafından beslenip büyütülen Hay, elli yıl içinde duyulur dünyanın yalın gerçeklerinden adım adım en yüce gerçekliğe, Tanrı'ya ulaşır. Bu uzun süreç içerisinde Hay, Tanrı'nın ‘dıştaki ayetleri’, göstergeleri olan evreni, varlık kitabını gözlem ve deneylerle, kıyaslamalar ve akıl yürütmelerle çözer, varoluş nedenlerini, anlamlarını, Tanrı ile olan bağıntılarını kavrar. Aklın imkânlarını sonuna kadar kullanmasından, sıkı bir rizayetle kalbini arıtmasından sonra müşahedeye, kâmil insan aşamasına ulaşır.

        Kâmil insan aşamasına ulaşan Hay, uzlete çekilmek amacıyla adasına gelen Absal ile karşılaşır. Absal, sofi eğilimli olmakla birlikte vahye dayalı inancı, dini simgelemektedir. Hay'ın konuşmayı öğrenmesinden sonra birbirlerine serüvenlerini, sahip oldukları bilgileri anlatırlar. Hay, Absal'ın aktardığı bütün bilgileri onaylar, dinin emir ve yasakları ile kendisini yükümlü kılar. Çünkü iki bilgi arasında bir aykırılık yoktur. İki bilgi, aynı gerçekliğin farklı iki formundan başka bir şey değildir.

        Hay'ın toplumsal bir sınavdan geçmesini gerektirmektedir. Asal, yaşadığı ada halkının durumundan söz edince Hay, oraya giderek insanları uyarmaya, ulaştığı gerçekleri onlara aktarmaya karar verir. Birlikte Absal'ın adasına giderler. Hay insanlara dünyanın gerçek yüzünü, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden başka bir şey olmadığını, asıl olanın öte dünyaya hazırlanmak, bu dünyada Tanrı müşahedesine ermek olduğunu anlatmaya çalışırsa da bütün emekleri boşa gider. Çünkü insanların yapısı, yaratılışı, yetenekleri farklıdır ve yüce gerçekliklere ancak az sayıdaki üstün yaradılışlı insanlar ulaşabilirler. Bu gerçeği anladıktan sonra Hay, Absal ile birlikte adasına döner ve hayatlarını kendilerince sürdürürler.”

        *

        İbn Tufeyl’e ilham veren İbn Sina’nın hikayesinin kahramanının adı da Absal’dır. Absal adını İbn Sina, muhtemelen ilahım aldığı, Arapların meşhur mütercimlerinden Huneyn bin Ishak tarafından kadim Yunancadan Arapçaya tercüme edilmiş olan “Salaman ve Absal”hikayesinin almıştır.

        Müellifi bilinmeyen, muhtemelen tarihin en eski hikayelerinden birisi olan bu hikâyenin felsefesi içeriğine girmeden, çok kısa özeti ise şöyle:

        Tufandan önce, tekmil Rum ülkesini idare eden Hermanus adında bir bilge kralın tek derdi, tahtını bırakacağı bir erkek çocuğu olmamasıdır. Çocuğu yok çünkü kral kadınlardan nefret ediyor. Günün birinde hem veziri hem de müşaviri filozof İklikolas ona bir akıl verir. İnsan biçiminde bir kökü olan bir bitkinin içine spermelerini bırakırsa oradan bir çocuk doğar. Kral bunu yapar, doğan oğluna Salaman adını verir. Çocuğu büyütmek için de onu on sekiz yaşında Absal adında bir kıza verir. Kız onu emzirerek büyütür, Salaman on sekiz yaşına gelince süt annesine aşık olur. Babası küplere biner. Oğlunun da kendisi gibi kadınlardan uzak durması taraftarıdır, iki aşığın başına olmadık işler getirir, ancak onlar aşkından vazgeçmezler. Ölüm tehditleri, denize atlayıp kaçma girişimi derken Salaman suda boğularak ölür. Absal ise divane olur. İklikolas iyileştirmek için onu Sarikon mağarasına götürür. Absal burada Zührey’le karşılaşır, tekrar aşık olur. Zamanla onu da unutur. Ne zaman ki aşkın çekiminden uzaklaşır, gözlerindeki perde kalkar, babasının yerine kral olur. Hikâyenin sonu şöyledir:

        “Salaman, başından geçen bu öyküyü yedi altın levhaya yazdırdı. Yedi altın levhaya da yedi yıldıza ait duaları yazdırdı ve bunları babasının ehramdaki mezarının başına koydurdu.

        Eflatun, bilgisi, bilgeliği yardımıyla bu ehramdaki bilim yasalarını öğrenmişti. Ama zamanının kralları, kendisine, bunları açma izni vermediler. O da bunları açmayı, öğrencisi Aristo'ya öğütledi.

        İskender, Aristo'dan biraz bilgelik dersi almıştı. Mağribe doğru giderken, Aristo da kendisiyle yola çıktı. Hep birlikte ehramın önüne geldiler. Aristo, hocası Eflatun'un kendisine öğrettiği yolla ehramın kapısını buldu; buradaki şeylerden yalnız altın levhaları aldı. Böylece, bunlarda yazılı olan Salaman ve Absal öyküsünü gün ışığına çıkardı. Ehramın kapısını yeniden kapattı. Bu altın levhaların sonunda Salaman'ın dilinden şu cümleler yazılıydı:

        ‘Bilgiyi ve krallığı, yetkin ve tam olan yücelerden iste... Eksikliler, yalnız eksiklikleri verebilirler!..”

        *

        Şimdi bir malumat:

        Örneğimizde olduğu gibi, İbn Sina’yla başlayıp Coetzee ile devam eden “metinlerin anlamının başka metinler tarafından şekillendirmesi” işine edebiyatta “metinlerarasılık” adı verilir. Yazar artık serbesttir, elini kimse tutamaz. Bir yazar kendinden önceki metni ödünç alabileceği gibi, tıpkı Şeyh Galip’in Mesnevi’den “esrarını alması” gibi, “çalabilir” de. “Metinlerarasılık” kavramı 1966’da postyapısalcı Julia Kristeva tarafından dolaşıma sokuldu ama bir metni başka bir yazardan ödünç alma ve onu dönüştürme işi edebiyat var olduğundan beri vardı zaten. Her metin başka bir metni tekrarlar. Zira gök kubbenin altında söylenmemiş söz yoktur. Her edebi metin, daha önce yazılmış edebi metinlerden bağımsız yazılamaz artık. Her metin, açık ya da kapalı olsun, bir biçimde kendisinden önce yazılmış metinlerden, edebi gelenekten izler taşır. Yani her metin bir alıntılar toplamıdır, her metnin eski metinlerden aldığı parçaları yeni bir bütün içerisinde bir araya gelir.

        Umberto Eco, “Gülün Adı”nın başka romanlarla olan benzerliğine dair sorulan soruya verdiği cevapta durumu şu çarpıcı örnekle açıklar:

        “Kültürlü post-modern bir erkek, kültürlü bir başka kadına aşık olur, ama ona ‘sana deliler gibi aşığım’ diyemez çünkü artık kadın bilir ki (ve kadın erkeğin de bildiğini bilir ki) bu sözler çoktan Barbara Cartland tarafından yazıldı. Yine de bir çözüm var. Adam ‘Barbara Cartland'ın da söylediği gibi, seni çılgınca seviyorum’ diyebilir.”

        *

        Sahi kim kimden neyi çalmıştı? Kalubeladan beri hep aynı hikâyeyi anlatıp duruyoruz aslında birbirimize. Ya bir şeyler bulmak için şehre birisi geliyor ya bir şeyler aramak için uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Dönüp dolaşıp geldiğimiz yer ise aynı; kafamızda hep aynı cevaplanmamış soru…

        Edebiyat, çocuklar için düzenlenmiş gibi görünen ama içinde büyüklerin çocuklar gibi eğlendiği sınırsız bir oyun bahçesidir vesselam.