Oğuz Atay’ın aynı zamanda kendi hocası da olan Prof. Mustafa İnan’ı anlattığı biyografik kitabı “Bir Bilim Adamının Romanı” şu paragrafla açılır:
“Orta boylu, esmer ve ürkek bakışlı genç bir adam, üniversitenin büyük kapısı önünde durdu; ilkyazın sıcak günlerinden biriydi. Yakasını gevşeten bu kılıksız gencin, büyük kapının gerisindeki serinliğe sığınmak istediğini sezen ve çatık bakışlarıyla koyu renk elbiselerinden görevli olduğu anlaşılan biri yolunu kapadı: ‘Nereye hemşerim?’ ‘Nereden hemşeri oluyoruz?’ diye düşündü esmer genç. ‘Hemşeri olsak yolumu keser miydin?’ (....)”
Bu paragrafı okuyuncaya kadar meseleye böyle bakmamıştım. Sahiden hemşeriysek eğer, onun alanına girdiğimiz için yolumuzu kesen bekçi, memur, kapı görevlisi, her neyse neden bize “hemşerim” diye hitap ettikten sonra hiç düşünmeden “bir yabancı” muamelesi yapar? İnsan hemşerisine böyle davranır mı? Değil mi, belli ki o kişi de bekçi, memur, güvenlik görevlisi her neyse bizden kısa bir süre önce gelmiştir bu şehre, büyük şehirde insan hemşerisini gördüğünde ona kötü davranmaz, tam tersine elinden tutar, yol bilmezse yol gösterir, karnı açsa doyurur, kalacak yeri yoksa barınacak bulur ona.
Ama nedense kılığından kıyafetinden, dilinden, edasından uzaktan gelen kişinin işe yaramaz bir kişi olduğunu şıp diye anlayan bu tecrübeli kişiler, bu acemileri bir an önce başlarından savmak için, aynı dilden konuştuğunu iyice anlasın diye “yanlış adres hemşerim”, “başka kapıya hemşerim” diyerek yanlarından uzaklaştırır, cümle içinde kullandığı “hemşerim” kelimesiyle de ona ne kadar nazik davrandığını, elindeki yetkiyle isterse ona kötü de davranabileceğini ama bunu yapmayarak ne kadar erdemli, görgülü, ne kadar şefkatli birisi olduğunu da hissettirerek “vazife adamı” olmanın şahane bir örneğini sergilerler.
Belli ki, Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük ironi ustası Oğuz Atay’ın da kafasını kurcalamış bu mesele ve tutmuş, bence de bu çok mühim soruyu bu önemli romanının giriş paragrafının içine yedirmiş.
*
Öteden beri bu “hemşerilik” kavramıyla uğraşıp dururum. Bir ara, aktif gazetecilik yaparken bir dizi yazı için uzun uzun hemşeri dernekleri hakkında bilgi topladım, ne bulduysam okudum, birçok hemşeri derneğini ziyaret ettim.
Birer sivil toplum kuruluşu gibi duran, kendi hemşerilerinin sorunlarını çözmek amacıyla kurulan, devletten bağımsız bir gri alan yaratmaya matuf gibi duran bu dernekler, ne yazık ki “mikro milliyetçiliği” büyütmekten başka “mühim” bir işe yaramıyorlar.
Bir ilden bir ile göçenler, o ilde hemen geldikleri ilin adıyla bir dernek kuruyorlar. Bu yetmiyor, onların içinde bir kısmı bölünerek, geldikleri köyün adını taşıyan bir dernek kuruyorlar. Bu dernekler zinciri bugün o kadar genişlemiş ki, mesela Van’da aşiret isimleri taşıyan dernekler bile ortaya çıkmaya başladı son yıllarda. Memleket dışına çıkıp misal Avrupa’nın herhangi bir şehrinde bir araya gelenler, bu geleneği orada da sürdürüyorlar. Oralarda kurdukları derneklerin amblemlerinde, tıpkı memlekette olduğu gibi kendi şehirlerinin bir dağını, gölünü, nehrini amblem yapıyorlar. Paris’te kurulmuş olan “Trabzonlular Derneği”nin amblemi horon tepen Eyfel Kulesi’dir mesela.
Her ne kadar bu tür dernekler “hemşeri” dayanışmasını güçlendirmek amacıyla kurulmuş olsalar da bana göre “klan kültürünü” yaygınlaştırmaktan başka pek bir işe yaramıyorlar.
*
Acaba bu hal sadece bize mi özgüdür? Yani gurbette gidip orada memleketinden birisini aramak bir Türk buluşu mudur dersiniz? Bir Fransız veya bir İngiliz misal taşradan Paris veya Londra’ya gittiğinde, ilk iş bizim yaptığımız gibi bu şehirde bir hemşerisini mi arar? Arayıp bulduğunda o hemşerisinin evine gidip, yedikten içtikten, yatıp kalktıktan sonra ertesi gün hemşerisinin işini bırakıp kendisiyle ilgilenmesini mi ister? Bir iş buluncaya kadar her gün hemşerisinin iş yerine gidip lak lak mı eder? Onu işinden ederek tavla oynamaya, piknik yapmaya mı zorlar?
Sanmıyorum. Asri çağların en kıymetlisi zamandır çünkü. Kimsenin bir dernek lokalinde oturup sabahtan akşama kadar pişpirik veya okey oynamaya vakti yoktur başka dünyalarda. Bir arkadaşım var İsveç’te mesela. Küçük bir kafesi var bir alışveriş merkezinin içinde, işi de iyi. Boş zaman bulduğunda gidip iki lafın belini kıracağı bir arkadaş arar. Buralarda oturup tavla oynayacağın, yarenlik edeceğin pek kimse yok, mesai saatlerinde herkes işinin başında. Arkadaşımın da iş yerine yakın bir yerde bürosu olan bir mali müşaviri var. Aklına gelmiş bir gün, boş zamanlarında müşavirin ofisine gitmeye başlamış, bir iki laf etmiş, kahve içmiş çıkmış. Ayda birkaç kez yapmış bunu. Ay sonunda bir de bakmış ki mali müşavirden ek bir fatura… Bu da neyin nesi? Her ay ödediğinden farklı bir fatura… Faturayı almış, adama gitmiş, “bu faturayı neden gönderdin” diye sormuş, mali müşaviri, “Birkaç kez geldin ya ofise, bir sürü şey sorup durdun, bende cevaplar verdim, bu onun faturası…”Böyle, buralarda “muhabbet” bile parayla… Canın her istediğinde gidip birisini meşgul edemezsin.
*
Kendi şehrinde karşılaşsa yüzüne bile bakmayacağı yabancı birisine, gurbette karşılaştığında kendi öz kardaşını görmüş gibi sarılıp öpen galiba sadece biziz.
Askerde, mahşeri kalabalığın içinde, daha ilk saatten itibaren birbirimizi iterek kendi şehrimizden birisini ararız; bulduğumuzda da ona anamıza babamıza sarılır gibi sarılır, “toprağım” der, anında can ciğer kuzu sarması oluruz.
Toprak ki en kutsal olandır bizde, o yüzden adını veririz ona. Gerektiğinde bir avuç toprak için birbirimizi öldürürüz; hemşerim, “toprağım” demez, toprağımıza gelen suyun sırasını bizden alan “toprağımızın” kafasına elimizdeki küreği indirip kısa yoldan onu toprağa gönderen de yine biziz.
*
Peki neden başka bir şehirdeysek, şehrimizden birisini, aynı şehirdeysek kasabamızdan birisini, aynı kasabadaysak köyümüzden birisini arar dururuz? Belki aynı sokaklarda büyüdüğümüz, aynı toprak sahada top koşturduğumuz, aynı camide namaz kıldığımız, yan yana tarlalarda çalıştığımız, aynı halaya durduğumuz, aynı düğünde beraberce türkü söylediğimiz, aynı göğün altında kayan yıldızdan aynı dileği dilediğimiz, aynı şiveyi konuştuğumuz içindir kim bilir… Sonuçta ne de olsa André Gide, “Vatan üç beş dosttur” demiş.
En hazini benim yaşadığımdır sanırım. Şehirden otuz kilometre uzakta olan bir köyden şehir merkezindeki yatılı bölge okuluna götürdüler beni. Okula girer gelmez, ilk anda bir “hemşerimi” arayıp durdum. Oysa aynı şehirde doğmuştuk hepimiz ama o okulu dolduran bana benzer kara kuru kavruk çocukların tümü bana yabancıydı. Aradığım “hemşerim”, benim doğduğum köyden gelmiş birisiydi. Ama yok, çok aradım, doğduğum köyden kimse çıkmadı karşıma. Vazgeçmedim, yattığım ranzanın alt yatağında yatan Selim’e nereden geldiğini sordum bir gün, “Zawîte köyünden” dedi. Meğer günlerdir aradığım hemşerim ranza arkadaşımmış! Hemşerimi bulmuştum işte, gerçi bizim köyün adı “Zawîte” değildi ama “Zawîte” bize uzak bir köy de değildi, aramızda bir mezra vardı, komşuyduk, birbirimizin düğünlerine, cenazelerine gidip geliyorduk, sarıldım Selim’e, en yakın arkadaşım oldu, o kadar yakın bir arkadaş ki, aradan tam tamına elli küsur sene geçti, Selim’le hâlâ can ciğer kuzu sarmasıyız. Hâlâ arkadaşız arkadaş olmasına da iş benim düşündüğüm gibi değilmiş meğer. Çok sonra öğrendim, meğer Hakkâri sınırları içinde “Zawîte” adında iki köy varmış. Selim, bize komşu, benim tahmin ettiğim “Zawîte”den değil, bizim köyden fersah fersah uzakta, ilin kuzeyine düşen, Van sınırına yakın olan “Zawîte”denmiş, olsun hemşeri ararken Selim gibi bir arkadaş bulmuştum işte.
*
İstanbul hepimizin buluşma yeri, belki de hissetmediğimiz felaket sonrası bir araya geldiğimiz toplanma alanıdır. Hiçbir İstanbullu bir başka İstanbulluya hemşerim demez. Hepimiz, her daim İstanbul’da bir hemşerimizi arar dururuz. İstanbul o kadar bize yabancı bir şehirdir ki, İstanbul’da karşımıza çıkan her gurbetçi potansiyel bir “hemşeridir” bizim için.
“Nerelisin hemşerim?” sorusundaki tuhaflığa bakır mısınız? Soru sorduğumuz kişinin nereli olduğunu bilmeden peşinen hemşerimiz sayarız onu.
Siz bakmayın rahmetli Barış Manço’nun şarkısında;
“Tek bir soru hemşerim memleket nire?
Dedim ya yahu bu dünya benim memleket
Hayır anlamadın hemşerim esas memleket nire
Bu dünya benim memleket”
diyerek ısrarla kendini dünya vatandaşı ilan etmesine... Henüz hiçbirimiz, doğduğumuz şehirde yaşamadığımız halde, o şehrin sınırlarını ihlal etmiş değiliz.
*
Siz bakmayın “memleket nire?” sorusu karşısında “Doğma büyüme İstanbulluyum ama kütük Çemişgezek” denmesine. O kişinin bedeni İstanbul’da ruhu Bingöl dağlarında, Konya ovasında, Kızılırmak kıyılarındadır hâlâ...
O yüzden birçoğumuz ölülerimizi yaşadığımız şehirlerde değil, doğduğumuz şehirlerde gömüyoruz. Yaşadığımız şehirler birçoğumuz için iş yerlerimizdir; akşam döneceğimiz yer doğduğumuz yerdir ki hayatımız boyunca hemen hemen hiçbirimiz dönmeyiz oraya. Hayaliyle yaşarız.
O yüzden bize kalan, memleketimizin türkülerini yanık yanık söylemektir. Hemşeri derneğimizin duvarlarını boydan boya yaylalarımızın, dağlarımızın, meralarımızın, atlarımızın, eşeklerimizin, öküzlerimizin fotoğraflarıyla donatıp o fotoğrafların altında okey oynamak, bir punduna getirip hemşerimizden taş çalmak, onu ütmektir.
Mesela gurbette Urfa’yı bir Urfalıdan dinleyin! Hayalindeki o güzelliği anlatmaya dağarcığındaki kelimeler kifayetsiz kaldığından mecburi asılır bir uzun havaya. (Birkaç sene evvel Almanya’nın Köln’ünde, farklı tatlar arayan üç arkadaştık, bizi misafir edenler kebabın anavatanından geldiğimizi düşünmeden bizi bir Urfa kebapçısına götürdüler, itiraz edemedik, kebaplar geldi, iltifat bekleyen usta arkamızda duruyor, “kebaplar güzel de hoyrat eksik” dedim müstehzi bir gülümsemeyle, demez olaydım, usta götürdü elini kulağına, asıldı bir hoyrata, bize de “tey tey tey benim babam” demek düştü içine zerre kadar kuyruk yağı katılmamış yavan köfte tadındaki kebabı mideye indirirken.)
Midye işi Mardinlilerde, kahvaltı Vanlılarda, baklava Anteplilerde, demir ticareti Sivaslılarda, lahmacun Urfalılarda, çiğköfte Adıyamanlılarda, mankenlik İzmirlilerde, kebap Adanalılarda, inşaat işçiliği Ağrılılarda, müteahhitlik işinin Rizelilerde olmasının esbabımucibesi, belki de İstanbul’a ilk gelen hemşerilerinin bu işle iştigal ederek başarılı olmalarındandır. Çünkü biliyoruz ki, hemşeri İstanbul’da hemşerisini bulduğunda yeni bir iş kurmayı düşünmez, en kolay yola başvurur, daha önce hemşerisinin başlayıp başarılı olduğu işin bir ucundan tutar, çoğu zaman başarılı olmaz, hemşerisini de batırır. Bazen de bir hemşeri bir köşede bir dönerci dükkânı, bir işkembeci dükkânı açmaya görsün, aynı adamın hemşerisi gider onun dükkanının tam karşısında aynı dönerci, aynı işkembeci dükkanını açar. İkisi de kazanmaz, batar. Ama bir hemşerisi başarılı olmadı diye beriki sevincinden havaya uçar.
Yine de büyük şehrin sokaklarında “hemşerim, hemşerim” diyerek hemşerimizi arayıp dururuz!
Bulduğumuzda da beraber ya inşaat seyretmeye gideriz ya mangal yapmaya ya da otoban kenarında oturup gelip geçen arabaları saymaya…
*
Bu yazıyı yazmama vesile olan rahmetli Oğuz Atay, hayatı boyunca aradığı “Türkiye’nin ruhunu” son bir gayretle bulmak için bugün yattığı Edirnekapı Mezarlığı’ndaki kabrinden kalksaydı eğer, eminim mezarlık bekçisi, “Hemşerim nireye?” diyerek yolunu keser, yüksek sesle azaralardı onu.
*
(Not: Birkaç sene önce yazılmış bir yazının genişletilmiş hali…)