Yeniçeri Ocağı’nda padişah için av köpeği yetiştirmekle görevli “saksoncubaşı” bir Gürcü babanın oğlu olarak; kendisi de aynı ocakta “yirmi sekizinci ortada” hizmet gördüğü için hayatı boyunca bu sıfatla anılan, çorbacılık ve muhzır ağalığından katipliğe terfi edilen, oradan Darphane defterdarlığına geçen, daha sonra Sultan Üçüncü Ahmet’in saltanatında başmuhasebeci olan, 1720 yılında da Osmanlının memleket dışına gönderdiği ilk sefir sıfatıyla Paris’e giden, bu şehirde on bir ay kaldıktan sonra, dönüşünde gördüklerini, yediklerini, içtiklerini “Sefaretname” adında bir kitapta toplayan Yirmisekiz Mehmet Çelebi olmasaydı eğer münevverlerimizde o günden başlayıp bugün de süren “Paris aşkı” olur muydu bilinmez ama bilinen bir şey var ki, Paşa’nın seyahatnamesinin daha sonra Fransızlar tarafından “Jön Türkler” diye adlandırılan “rejim muhaliflerinden” fırsatı bulanın Paris’te soluk almasına öncülük eden bir eser olduğudur.
Paşa öyle bir şehir anlatıyordu ki seyahatnamesinde, gidip görmemek, görüp de yerleşmemek olmazdı!
Padişah tarafından resim eğitimi için çok önce gönderilen Şeker Ahmet Paşa gibilerini saymazsak Paris’te ilk soluğu alanlardan birisi Namık Kemal’le birlikte “Tasvir-i Efkar”gazetesini çıkaran Şinasi’dir, gazetecilik ve yayıncılık alanında bir yığın bilgiyle geri döndü sonra. Gazetesini bıraktığı arkadaşı Namık Kemal ise muhalifliği elden bırakmadı, Erzurum’a vali yardımcısı olarak atandı belki susar diye ama o Erzurum’a gitmek yerine, Paris’e kaçtı. (Bu Erzurum-Paris bahsine daha sonra tekrar geleceğiz.) Onu Ahmet Rıza takip etti. Şair Yahya Kemal, mektep çağına gelince, Paris’te bir kongre toplayacak kadar biti kanlanmış Jön Türklerin bu şehirde yazıp memlekete soktukları “muzır neşriyatın” etkisine çoktan girmişti. O da “mektep okumak” üzere Paris’in yolunu tuttu.
Yahya Kemal Paris’e gidince tıpkı Anadolu’nun herhangi bir taşra şehrinden daha önce İstanbul’a gelmiş olan “hemşerisini” arayan köylüler gibi o da hemşerilerini aradı Paris’te. Bu şehre daha önce gelmiş olan Ahmet Rıza, Samipaşazade Sezai, Mustafa Fazıl Paşa, Prens Sabahattin, Abdullah Cevdet, Abdülhak Şinasi Hisar gibi şahsiyetler Paris’in acemisi bu gence hemen kol kanat gerdiler. Yahya Kemal Paris’teyken Paris Osmanlı münevveri için öylesine muazzam bir çekim merkezi olmuştu ki, 1902 yılında bu şehirde toplanmış olan Birinci Jön Türk Kongresi’ne 47 delege katılmış, kongrede şiddetli münakaşalar yaşanmış, heyet Abdülhamit saltanatına karşı “askeri ihtilal” mevzuunda anlaşıp “dış güçlerin desteği” mevzuunda anlaşamayınca hır çıkmış, hırlaşmanın sonucunda da bugün bile siyasi hayatımızın üzerine bir kâbus gibi çöken İttihatçıların sahneye çıkmasına sebep olmuştu.
*
Yahya Kemal, Paris’te tam on sene kalıp kendi deyimiyle “mektepten memlekete” dönünce; tıpkı uzun bir süre İstanbul’da kalıp Anadolu’nun herhangi bir şehrinde bulunan evine dönen İstanbul görmüş köylünün etrafını saran hemşerileri gibi; İstanbul’daki münevverler de onlara Paris’i anlatsın diye Yahya Kemal’in etrafını öyle sarmaya başladılar.
Heyhat, bu büyük şairin pek Paris’i anlatmaya niyeti yoktu anlaşılan.
Ondan hep Paris’i anlatmasını bekleyenlerden birisi de “tilmizi” Ahmet Hamdi Tanpınar’dı. Evet, “konuşurken bulan adam” Yahya Kemal Paris’teki kahve sohbetlerini İstanbul’a taşımış, o kahvelerde dinleyici halkası her geçen gün genişleyen sohbetlere dalmış, kendisini huşu içinde dinleyenlere kendi dil, kültür ve medeniyet tasavvurunu anlatmış ama Paris’e dair “özel bir hatırat” yazmamıştı ki yeni nesiller Avrupa kültürünü tanısın! Tanpınar Günlüğünde, 27 Ağustos 1960 Pazar günü şunları yazar:
“Asıl dikkatimi çeken, beni hakikaten üzen şey on senelik Avrupa tecrübesinin, sefirliğin hatırasının birkaç satırda ve sadece milliyetçiliği behemehal kendi bulması için harcatması. Elbette Yahya Kemal hatıra yazmaya mecbur değildi. Fakat o şekilde başladıktan sonra bize Avrupa’yı anlatması lâzımdı. Büyük resimle temasından, garbı anlayışından, musikîden, devrin edebiyatçılarından, sevdiği kadınlardan bahsetmesi.” (Günlük, Dergah Yayınları, s.206)
Ama yazarak bahsetmedi işte büyük şair. Çoğu güzel konuşan insan gibi hep konuştu, konuştukları da uçup gitti ölümüyle birlikte ne yazık ki.
*
Ahmet Hamdi Tanpınar, “sokaklarını resmin zapt ettiği”, caddelerinden “kitap taşan”,bir “büyük pota” olarak gördüğü Paris’e, yetiştiği Fransız kültürünü yerinde tanımak; çokça yazarlığını besleyen, okuyup hayran kaldığı Baudelaire, Hugo, Mallerme, Valery’nin yaşadığı, gezip tozduğu mekanları görmek; daha çok da karşısında kendini hep “küçük” gördüğü, düşünüş biçimleri birbirine çok yakın, İstanbul’un eski semtlerinde beraber gezip yitirdiklerimize birlikte kederlendiği, şiire son noktayı koyduğuna inandığı Yahya Kemal’in bu şehirdeki izlerini, hatırlarını görüp hissetmek için, ta gençlik yıllarından itibaren Paris’e gitmek ister. 1936’da hayalini kurduğu bu dileğini yüksek sesle ifade eder ancak Paris’e ilk defa 1953’te gider. (“1925’te Avrupa’ya gitseydim, başka adam olurdum,” der günlüğünde.) Gider gitmez de arkadaşı Adalet Cimcoz’a, 6 Nisan 1953’te gönderdiği mektupta şunları yazar:
“Paris’teyim, anladın mı kardeşim, Paris’te. Ve pusulasız, direksiz bir gemi gibi dolaşıyorum. Bu şehirde gözüme ilk çarpması icap eden şeylerin hepsini bitirdim. Şimdi iki şey kaldı: Birincisi paranın verebileceği lezzetler ki onları hiçbir zaman tanıyamayacağız, bir de şehrin kendisi ve alışmak.”
Ve üç gün sonra bu kez Sabahattin Eyüboğlu’na bir mektup yazar:
“Nihayet bu olmayacak iş oldu ve ben Paris’teyim. Ne kadar kolaymış. Paris’e gelmek kolay fakat orda kendini tabiî bulmak güç. Bugün onuncu gün, henüz şehre alışamadım. Fransızcam midye kabuğu gibi, kâh açılıyor, kâh kapanıyor, adeta isterik bir Fransızca. Şehri henüz tanımıyorum. Bende yerleşmedi. Daha ziyade bir panayırda gibiyim.” (Günlük, s.48-49)
*
“A. H. Tanpınar’ın Kültür ve Sanat Dünyasında Paris” başlıklı makalesinde akademisyen Murat Koç, “Beş Şehir” adında muazzam bir eser yazmış olan romancının Paris ve İstanbul’u diğer şehirlerden ayırdığını söyler. Onun için bu iki şehir başka “ilhamların”, farklı “manaların” şehirleridir. “Boğaz’da Akşam” şiirinde bu iki şehre şöyle seslenir:
“bir rüyanın ortasındayım
iki sevgilim Paris ve İstanbul
el ele raksediyorlar derinde,
bütün yazlarımın bahçesinde”
Paris sokaklarında dolaşırken, “dışarıda örgütlenip içerde ihtilal yapmak” fikrini o gün bugün içlerinde hep bir “hülya” olarak büyüten ihtilalci gençlerin, o günün Jön Türklerini getirir aklına ki, 1 Mayıs 1960 günü günlüğüne şunları kaydeder:
“Dün Seine’in kenarında dolaşırken iki şeyi birden düşündüm: ‘İki asra yakın zamandır kaç milletin münevveri vatanlarının ıstırabına bu sulara bakarak ağladı’”. (Günlük, s. 186)
Tanpınar, Paris’e geldiği için “sevinçli”, “geç geldiği” içi de hüzünlüdür. 20 Temmuz 1953 günü gülüğüne şunları yazar:
“Yirmi bir sene evvel gelmem lâzım gelen yere şimdi geliyorum. Bugünkü Avrupa, fikirlerimin, itiyatlarımın (zihnî) ve ideallerimin hazin bir mezarlığıdır. Hakikatte ben Avrupa’da bir hortlak değilse bile, bir artık gibi dolaşıyorum.” (Günlük, s. 84)
Yine de Paris’e gelmiş olmak yaşayacağı heyecanların en büyüğüdür onun için, şunları yazar:
“Her cinsten, her milletten, her yaştan bir insan kalabalığı, gece en geç vakte kadar dolup boşalan kahveler, dansingler, tiyatrolar, en unutulmuş semtlerden nehrin iki yakasına doğru akan ve orada sahafların kasalarında biriken kitaplar, resimler, röprodüksiyonlar, antikacı dükkânlarının, galerilerin, sergilerin bitmez tükenmez bolluğu, Pigalle’in, Monmartre’ın, Clichy’nin şehri hiç durmadan ve daima bir Dufy kompozisyonunun hafifliği ile renkli kadın çamaşırları gibi geceye fırlatan ışıkları… İşte ilk günlerin Paris’i.” (Yaşadığım Gibi, s. 243)
Tanpınar Paris’i yaşlı, yorgun, sağlık, aile, para meseleleri arasında bunalmış bir adam olarak dolaşır. Müzelere gider, galeri ve kütüphaneleri dolaşır, kitap alır, bol bol okur, konserlere, tiyatrolara, sinemalara gider, her gününü dolu dolu geçirir, tek bir amacı vardır, Koç’un deyimiyle “yazarlık heyecanını tazeleyecek yeni ilhamlar toplamak”, yarım kalan eserlerini tamamlayacak enerji depolamaktır. Bu yüzden kendine kızar, hayatına bir çeki düzen vermediği için kendini suçlar, memleketten uzakta Paris’te, arada onca mesafe varken durup onu bu hale getiren şeylerle hesaplaşır.
Bir gün de, oradayken Yahya Kemal’in gittiği, şair İstanbul’a geldikten sonra ona ve arkadaşlarına sık sık anlattığı kahveyi görmeye gider. Murat Koç, bu ziyarete dair hatırayı Güzin Dino’dan şöyle nakleder:
“Hamdi’nin de meraklarından biriydi. Montparnasse’ta, Saint-Germain’de, La Coupole, Select, Closerie des Lilas, Les Deux Magots, Flore gibi kahvelerin (henüz La Palette Türkler tarafından ele geçirilmemişti) hepsini genç Türk arkadaşlarıyla dolaşmıştı. (…) Bir gün, Abidin’le onu Procope Kahvesi’ne götürdük. Procope on sekizinci yüzyılın ilk kahvelerinden biriydi. Voltaire, Rousseau gibi büyük Fransız yazarların buluştuğu, sürekli toplandığı ünlü kahve. Yağmurlu bir akşam üzeri buluştuk kahvenin önünde; kapıdan içeri adımını atarken Hamdi, yağmurluğunun iki kanadını, sanki bir imamın cüppesini toplar gibi, şöyle iki eliyle önünde kavuşturdu, besmele çeker gibi: ‘Haydi bakalım oğlum Hamdi, huzura çıkıyorsun bilmiş ol’ gibi bir şeyler mırıldandı ve bir kilise ya da ulu bir camiye girer gibi huşû içinde girdi büyük Fransız Devrimi’nin nüvelerini atan ünlü düşünürlerin kahvesine.”
Yine Koç’un demesine göre, devamında Güzin Dino, Tanpınar’ın Yahya Kemal’in sık gittiği kahveye hâlâ adının yazılmamış olması dolayısıyla kendilerini tenkit ettiğini söyler. Bir müddet sonra Yahya Kemal’in plakası da oturduğu masaya çakılır.
*
Siyasi meselelerimiz üzerine pek kafa yormamış, daha çok küçük insanın büyük hikayelerini yazmış, bir başka İstanbul yazarı Sait Faik’in de bir kez Paris’e gittiğini biliyordum bir çoğunuz gibi. Sait Faik’e 1948’de siroz teşhisi konur, ciğeri kanıyor, ağır hastadır, yurt dışına gidip tedavi görmesi lazım ama o zamanlar memleket dışına çıkmak için sadece pasaport değil, bir de bir miktar döviz gerek. Döviz de serbest satılmıyor, devlet uygun gördüklerine zar zor verdiği pasaportun yanında bir miktar döviz tedarik etmesine yardım ediyor. Sait Faik, mecburi o sırada Menderes hükümetinde Başbakan Yardımcılığı yapan arkadaşı, kendisi gibi güzel hikayelerin yazarı Samet Ağaoğlu’na şu mektubu yazar:
“Sevgili kardeşim,
Bir işim düşünce mektup yazdığım için üzülmüyor değilim. Sana hemen muvaffakiyetler temenni etmek, seni hemen tebrik etmek lazımdı. Ama senin bunlara boş veren bir adam olduğunu da bilirim. Benim de can ve gönülden tuttuğun yolda muvaffak olmanı beklediğimi de tahmin edersin her halde.
Mesele şu kardeşim: Bir müddetten beri karaciğerden hastayım. Köpoğlusu ne geçiyor ne iyileştiriyor. Birkaç kuruş param var. Fransa’ya gitmek istiyorum. Hem kendime baktıracağım hem de bir ay, iki ay kadar şöyle başıboş dolaşacağım. Bunu hem sıhhatim için, hem de yazı yazabilmem için istiyorum. Sanki karaciğerimde değil, her şeyimde bir kifayetsizlik var. Şimdi kardeşim, senden ricam şu, tabii mümkünse:
Bana 2 bin lira mukabilinde döviz verilebilir mi? Ben karaborsa imiş falan bilmem. Hastalara veriyorlarmış. Ama rapor almak güç. Burada tedavi olabilir diyor bizim doktorlar. Ben hastalığımın pek geçici bir şey olmadığını biliyorum. Onların da üç yıldır tedavilerini biliyorum. Velhasıl hasta raporu almak istemiyorum. Bir muharrire de bilmem döviz verirler mi? Belki verirler ama beni muharrir de saymadılar. Pasaport aldım, bir türlü muharrir yazdıramadım. Bir yerden bir kağıt getirmelisin dediler. Gazeteler vermediler. Bunun üzerine pasaportumuzun sanat hanesine ‘mesleksiz’i oturttular. İşte sana bizim son hikayemiz.
Burgaz adasında sakin bir hayat sürmekteyim. Burgazada, Çayır Sokak, 10 numaraya iki satır yazarsan sevinirim. Muvaffakiyetler.
Sait Faik, 10 Aralık 1950” (Samet Ağaoğlu, İlk Köşe-Edebiyat Hatıraları, s.96-97)
*
“Mesleksiz” Sait Faik, arkadaşı Samet Ağaoğlu’nun Maliye Bakanı rahmetli Polatkan’dan rica etmesi üzerine aldığı iki bin Frank dövizle Paris’e gider ve fakat gider gitmez “gurbet elde ölüm korkusu” sarar her yanını, hastaneye yatmadan, gezip dolaşmadan beş gün sonra memlekete geri döner.
Ben; Sait Faik’in arkadaşı, o sırada mektep okumak için Paris’te bulunan Naim Tirali’nin 16 Mayıs 1975 günü Milliyet Sanat Dergisi’nde yayınlanmış olan “Sait Faik’in Paris’te Beş Günü” başlıklı yazısını bir yerlerde bulup okuyuncaya kadar; Sait Faik’in ölümüne yakın bir zamanda, “ölmeden önce Paris’i göreyim bari” diyerek arkadaşı Ağaoğlu’ndan döviz talebinde bulunduğunu, Paris’e gidince de birkaç gün şehri dolaşıp tıpkı Tanpınar gibi onu içinde hissettiğini, “nasılsa hastalığımın tedavisi yok” deyip, doktorlara görünmeden memlekete geri döndüğünü düşünüyordum. Ama meğer durum öyle değilmiş, Sait Faik, İstanbul üzerine gül koklamayan bir yazarmış. Bir şehir hikayecisiymiş. Paris’i hiç sevmemiş ve bir an önce kendini şehrine, İstanbul’a atmak istemiş.
*
Naim Tirali’nin yazısından öğrendiğim; Sait Faik Paris’in yüzüne bile bakmamış. Bir kahvede kahveci çırağının alayına maruz kaldığını söylemiş. Kaldığı beş gün içinde şehrin hiçbir yerini gezmemiş, Eyfel Kulesi’ni bile uzaktan görmüş, hiçbir müzeyi, galeriyi, kütüphaneyi, tiyatroyu, sergiyi merak etmemiş. Sokaklarda boş boş dolaşmış. Her şey üstüne gelince de, hangi film oynuyor bakmadan kendini sinemanın karanlığına atmış. Paris’ten aldığı tek hatıra, La Fayette’ten aldığı bir palto, bir kadife pantolon, bir siyah kazak, bir de fötr şapka olmuş. Arkadaşı Naim Tirali’ye haber vermeden aniden İstanbul’a dönünce de ona iki kitabını imzalayıp bırakmış otele. “Havada Bulut”un ilk sayfasına, “Yaptığım deliliğe ne zaman ah vah demeyeceğimi bir kestirebilsem, o zaman Paris’te beş günün romanına başlardım. 3.2.951”; “Lüzumsuz Adam”ın ilk sayfasına da “Paris’teki anlaşılmaz günlerin tahlilini sana bırakıyorum Naim. Anlayabilirsen anla. 4.2 951” diye yazmış.
Meğer Paris’te doktorlar, ciğerinden parça almaları gerektiğini söyleyince panik olmuş, korkmuş geri dönmüş.
Dönüşünü Ağaoğlu’na uzun bir mektupla bildirir, o mektubun bir yerinde şunları söyler:
“Bana verdiğiniz paranın 1150 frangını geri getirdim. Öteki yarısını da teyyare biletine, bir iki üst başa harcadım. (...) Lütfuna layık olmadığıma üzülüyorum. Ama senden başka da bu halimi anlayacak kimse yok. Gözlerinden öper, memlekete faydalı ve hayırlı olmanı bütün kalbimle temenni ederim kardeşim.
Sait, 2 Mart 1951” (İlk Köşe-Edebiyat Hatıraları, s.99)
(Allah’tan Sait Faik’in bu mektupları bir DP’li Başbakan Yardımcısına yazdığı dönemde sosyal medya diye bir şey yoktu, yoksa klavyeden sehpa yapar, asarlardı büyük hikayeciyi o klavyelere!)
*
Gözleri kör oluncaya kadar Paris’i görme hayali kuran münevverlerimizden birisi de Cemil Meriç’tir. Ancak Meriç’in Paris macerası hazin bir maceradır ki, şehre aşık kör bir adam olarak gider. 20 Ocak 1955’te kızı ve karısı onu tek başına Marsilya’ya gidecek olan Tarsus vapuruna bindirirler. Vapurda birkaç kişi rehberlik eder ona, bin bir güçlükle varır “Işıklar Beldesi” dediği şehrine. Der ki, “Paris benim doğduğum diyar. Doğduğum ve büyüdüğüm. Orası milyonlarca Parisliden çok benim.”
Gözlerini tedavi edecekler Fransız doktorlar ama gittiği hastanede yer yok. Başhekim, görevlilerle tartışırken “mükemmel Fransızcasına” kulak misafiri olur Meriç’in, bu kadar harikulade Fransızca konuşan bir adama muayene sırası vermemek olmaz. Başarılı birkaç ameliyat geçirir, ancak bandajları açılmadan bir kaza gelip bulur onu, kapıya çarpar, gözleri tekrar kanar, bütün umutları söner.
8 Ekim 1963’te de Paris’e dair şunları yazar Jurnal’e:
“Ben görmedim Paris’i… Elimde demir asa, ayaklarımda demir çarık ona koştum. Paris’te yoktu Paris… Paris kapılarını kapadı yüzüme. Sadece kokusunu duyabildim. Paris, evde yoktu… Ben rüyada gördüm Paris’i, gülümsedi ve kayboldu. ‘Neden beni aramak için buralara kadar geldin?’ diye sitem etti bakışları. Promete, Kafdağı’na zincirlenmiş, ben hastaneye zincirliydim. Hastaneye ve karanlığa. Reyhaniye’nin çamurlu sokaklarını, kerpiç kulübelerini ve maymun azmanı insanlarını, kötü yazılmış natüralist bir romanın esneten teferruatını okur gibi, yıllar yılı seyreden gözlerim, Paris’te kapalıydılar.”
Cemil Meriç, bütün umutlarını yitirmiş bir halde 7 Temmuz 1955 günü memlekete geri döner.
Yıllar sonra oğlu okumak üzere Paris’e gider. 2 Ocak 1970 günü ona yazdığı bir mektupta “kafamın vatanı” dediği Paris’i ve o şehre gidiş macerasını şöyle anlatır:
“20 Ocak 1955… Bir elinde bavul, ötekinde baston. Bavulunda acıları, korkuları, ümitsizlikleri, bavulunda mazisi. Ve tek desteği Mahmutpaşa’dan iki buçuk lira mukabilinde alınan baston. Bir adam, bir vapurun ambar merdivenlerinden inmektedir. ‘Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan’ Gemi meçhule değil, ‘Belde-i Nur’a gidiyor. Sonra rüyaya benzer günler. Manasız ve manalı. Çirkin ve korkunç. Sonra bilmem kaç ay Paris. Quinze-Vingts geceleri… Quinze-Vingts’te her gün gecedir. Istırabını nükte ile yenmeye çalışan bir aciz. Paris, okuduğum romanların en tatsızı, en namussuzu, en kahpesi. (…) Paris benim için hep böyle bir kapının ardında kaldı. Hiçbir şehir, hiçbir insana bu kadar rezil bir oyun oynamamıştır. (…) Duvarlarına çarparak yürüdüğüm bir cehennem dehlizi. Bir koridor, bir koridor daha… Leş gibi kokan bir koridor. Paris bu.” (Ümit Meriç, Babam Cemil Meriç, İnsan, s.113-118)
Paris’e gitti, Paris’i görmeden öldü Cemil Meriç.
*
Gelelim Erzurum Paris bağlantısına… Namık Kemal vali yardımcısı olarak Erzurum’a “sürgün edilmek” istendi, gitmedi Erzurum’a, Paris’e kaçtı. Dedesi Osmanlı sarayından Rusya’ya gitmiş, Rus edebiyatının kurucu babalarından, Rusların “milli şairi” Puşkin de tıpkı Cemil Meriç gibi hayatı boyunca Paris hayalini kurarken bir anda Erzurum yolu görünmüş ona. Ama o Namık Kemal’in yaptığını yapamadı, Paris’e kaçmayıp ayakları onu geri götürse de gitti Erzurum’a.
Şair, yirmi bir yaşındayken yazdığı birtakım siyasi yazılar sebebiyle Petersburg’tan günümüzün Dnipro’suna sürgün edildi. Daha sonra da Moldova’ya, oradan da Odessa’ya gönderildi. Odessa’da valinin karısına aşık oldu. Baltayı taşa vurdu, kamu hizmetlerinden mahrum edildi. Gizli polis bir mektubuna el koydu bu sırada. Mektupta “kafirce fikirler” ileri sürüyordu, bu yüzden kuzeyde bir şehir olan Pskov’a sürdüler onu. 1826 yılında Çar, Moskova’ya dönmesine izin verdi. Eserlerini bizzat sansür etme görevini üzerine aldı ancak bir süre sonra bu işten sıkıldı, bu mühim görevi gizli polis şefi Kont Benckendorff’a verdi. O andan itibaren şairin kaderini bu polis şefi yazmaya başladı. Bütün seyahat taleplerini geri çevirdi şef, oysa şair bir an önce “hayallerinin şehri” Paris’e gitmek istiyordu! Benckemdorff’a tekrar başvurdu, tekrar ret cevabı aldı. Bunun üzerine şair sınırı geçerek Türkiye’ye kaçmaya karar verdi. Başaramayınca, orduya katılıp Kafkas cephesine “vakanüvis” olarak katılma görevi verildi. Gitmem, gidersin derken şair bir anda Paris yerine kendini Erzurum’da buldu.
Puşkin’in “Erzurum Yolculuğu” kitabı bu seyahatin ürünüdür işte. Uçarı, kabına sığmayan şair henüz 37 yaşındayken saçma sapan bir düelloda can verdi, ölünceye kadar Paris hayali içinde hep canlı kaldı. (Elif Batuman, Ecinniler, Can Yayınları, s.106-107)
*
Puşkin gibi hayalini kurup gitmese de Cemil Meriç gibi kör olduktan sonra gitse de Ahmet Hamdi gibi ona “geç kalsa” da bu şehre bir biçimde yolu düşmüş her münevverin içinde Attila İlhan’ın Paris için yazdığı şu dizeler yankılanır eminim:
“seni hiç görmeseydim seni keşke hiç görmeseydim
şu benim iki gözüm aksalardı kıpkızıl kör olsaydım
sacre-coeur’de armonik çalsaydım dilenseydim
seni hiç görmeseydim ismini hiç duymasaydım
belki kendime göre rezilce saadetlerim olurdu”