(Edebiyat; tuhaf, gizemli, tehlikeli, eğlenceli, ilginç, çekici, yasak, kışkırtıcı, ispatlanması güç, inanması zor, akıldan uzak, korkunç, komik, hüzünlü, kederli, acıklı, gerçek dışı, öğretici, felsefi, dini, aklınıza ne gelirse gelsin içinde her türlü temayı barındıran, bildiğimiz dünyaya pek benzeyen ama bu dünyadan da uzak olmayan bir dünyada geçen güzel hikayelerin toplandığı çok geniş bir evrendir. İşte o evreden inanılması güç ama akla uzak olmayan bir hikâye anlatacağım şimdi.)
*
Stanford’da dört seneden beri doktora yapan Rus edebiyatı uzmanı talebe, bir kâğıda yazdığı “araştırma önerisi”yle daldı tez danışmanı hocasının odasına. Parlak bir öğrenciydi, aslen Türk’tü ama Amerika’da New Jersey’de büyümüştü. Harvard Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra doktorasını karşılaştırmalı edebiyat alanında şimdi Stanford’da yapıyordu. Tolstoy’u öldürmek için sebep çıkaran ve çıkarı olan kişiler üzerinden tarihsel bir incelemeyi içeren “araştırma önerisi”ne “Tolstoy Doğal Yollardan mı öldü, Yoksa Cinayete mi Kurban Gitti? Bir Polis Soruşturması” başlığını koymuştu. Teorisini özetlediği kâğıdı tez danışmanı hocasına uzattı. Hoca aldı kâğıdı, hiçbir şey söylemeden okumaya başladı:
“Rusya’da herhalde en tartışmalı şöhrete sahip olan Tolstoy’un güçlü düşmanları vardı. ‘Beni ölümle tehdit eden bir sürü mektup geldi yine’ diye yazıyordu 1897’de. Duhobor mezhebini savunmaya kalkışmıştı ve bu hem Ortodoks Kilisesi’nin hem de Çar Nikolay’ın büyük tepkisini çekmişti; hatta çar, Tolstoy’u gizli polislere takip ettiriyordu.
Her zaman olduğu gibi, Tolstoy’un düşmanları, onun sözde dostları, örneğin Yasnaya Polyana’ya akın akın eden hacılar kadar ürkütücü değildi: Gelenler arasında çiftlik ahalisinin ‘Karanlık Kişiler’ olarak adlandırdığı yığın yığın filozoflar, gezginler, çılgınlar vardı; giyimde ‘sadelik’i vaaz eden ve sonunda ‘iyiden iyiye edepsizleşmeye başladığı için’ kovmak zorunda kaldıkları İsveçli, yetmişlik bir yalınayak vardı; Tolstoy’un ayak seslerini takip ederek, ‘Yalancı! İkiyüzlü!’ diye bağıra bağıra onu kovalayan kör bir Eski İnançlı vardı.
Bu arada, aile içinde de Tolstoy’un vasiyeti tatsız bir çekişme konusuydu…”
Öneriyi okuyup bitirdikten sonra hoca okuma gözlüklerinin üstünden talebesine baktı, yüzünde tuhaf bir gülümseme belirmişti:
“Benim en eğlenceli öğrencim olduğun kesin. Tolstoy öldürülmüş ha! Ha! Ha! Ha! Adam seksen iki yaşındaydı, daha önce de nöbet geçirmişti!”
Talebe hocasını ikna ederse eğer, bir süre sonra Tolstoy’un doğduğu, hayatının büyük bir kısmını geçirdiği, “Savaş ve Barış” ile “Anna Karenina”yı yazdığı ve gömüldüğü yer olan Yasnaya Polyana adlı çiftlikte toplanacak ve dört gün sürecek olan “Uluslararası Tolstoy Konferansı”na katılma ve orada yerinde bir “alan araştırması” yapma imkânı elde edecekti, zira bu tür “alan araştırmalarına” üniversite burs veriyordu.
Bu yüzden sabırlı olmalı, tezini hocasına iyi anlatmalı, onu ikna etmeliydi, başka türlü, çok istediği bu konferansa katılamazdı.
“İşte kusursuz bir cinayet olmasının nedeni bu zaten,” dedi büyük bir ciddiyetle.
Anlatmaya başladı hocasına. Tolstoy, Kasım 1910’da Astapovo adlı bir taşra istasyonunda, çok tuhaf koşullarda öldü. Bu koşulların tuhaflığı kısa sürede büyük dâhinin hayatının ve eserlerinin o engin sınırları içinde kaybolup gitti. Fakat “İvan İlyiç’in Ölümü”nü yazan birisinin karanlık bir köşede, sessiz sedasız ölüp gitmesini kimse bekler miydi gerçekten? Aslında çok daha ayrıntılı incelemeye ihtiyaç duyan bir ölümün olağan sayılmış olduğu söylenebilir.
Buna benzer bir sürü dil döktü fakat hocasını ve bölümün diğer hocalarını ikna edemedi ama bu parlak fikir de yabana atılamazdı. Madem bu zeki talebe konferansa gitmek için bu zekice yolu bulmuştu, o halde onu gönderebiliriz dediler; okuldan küçük bir burs kopardı.
Ver elini Rusya dedi, Tolstoy’un evinin yolunu tuttu.
*
Oraya varış hikayesini anlatmayacağım. Ama vardığı yer muhteşemdi. Değişik milletlerden yirmi beş Tolstoy uzmanı, Tolstoy’un evinde bir araya gelmişti. Konferansın her oturumunda her birisi büyük yazarın henüz keşfedilmemiş bir yönü üzerine bilgiler veriyor, her uzman ben senden daha büyük bir uzmanım diyerek diğer uzmana ya kıskançlık ya da gıptayla bakıyordu. Tolstoy’a dair konuşmalar arasında o yirmi beş uzman Tolstoy’un evinde ve Tolstoy’un bahçesinde geziyor, Tolstoy’un en sevdiği banka oturuyor, Tolstoy’un arı kovanlarını beğeniyle süzüyor, Tolstoy’un beslediği yılanların oynaştığı havuza bakıyor, Tolstoy’un en sevdiği kulübeye hayran kalıyor ve Tolstoy’un en sevdiği kazın sinirli torunlarından uzak durmaya çabalıyordu. (Bu yabani kazların yabaniliğine bakmadan onlara yaklaşan bir kültürel göstergebilimci bir kaz tarafından ısırılır mesela.)
Konferans sırasında bizim Türk-Amerikalı talebenin dikkatini çeker. Söz alan bütün uzmanlar, konuşmalarını, “Eğer hâlâ hayatta olursak” sözüyle bitiriyorlardı. Bu bir şifre olabilir miydi? Ama sebebini kısa sürede anlar. Tolstoy son dönem günlüklerinde bu sözü sık sık kullanmıştı. 1881 yılındaki dinsel dirilişin ardından, günlüğüne yazdığı yazıları bir sonraki günle ilgili bir planla bitirme alışkanlığından vazgeçmişti; artık sadece, “Eğer hâlâ hayatta olursam,” diyordu. Bizim talebe işte o sırada, Tolstoy’un 1881’den sonra “öldürüleceğinden kesinlikle emin olduğu” sonucuna varır.
Peki bu tarih Tolstoy’un hayatında niye bu kadar önemliydi?
Her şeyden önce Tolstoy, kitaplarının bütün telif haklarını “halka” vermeye o sene karar vermişti. Bu kararı Tolstoy ile karısı Sonya arasına nifak tohumları ekmişti. O Sonya ki ona toplam on üç çocuk doğurmuş, evin bütün gelir giderlerinin hesabını tutmuş, yayınlanmadan önce “Savaş ve Barış”, “Anna Karanina” başta olmak üzere yazdığı her şeyi, o berbat el yazısıyla çarpışa çarpışa temize çekmişti. Şimdi ise ihtiyar kalkmış telif haklarını tanımadığı birilerine peşkeş çekiyordu, işte bu kabul edilemezdi! Bu yüzden bu tarihten itibaren karısıyla “ölümüne bir mücadelenin” tam ortasında bulmuşu kendini. Mücadelenin sonucunda Sonya nihayet bir taviz koparmış, Tolstoy 1881’den önceki eserlerinin teliflerini ona bırakmayı kabul etmiş ama geride kalan telifleri “Karanlık Kişilerden” birine, aristokratken “Tolstoycu” olan ve adında Rusça “şeytan” (çert) kelimesi bulunan Vladimir Çertkov’a bırakmıştı.
*
Peki kimdi bu adında “şeytanı barındıran” Karanlık Kişi Çertkov?
Çertkov bir soyluydu. Gelecekte Tolstoy’un yakın dostu haline gelecek, “Tolstoy’un ölmesinden korkuyorum, hayatımda büyük bir boşluk bırakacak bu ölüm” demiş ama Tolstoy’dan altı sene önce ölmüş olan dünya edebiyatının en büyük hikaye ustası olarak bilinen, oyun yazarı Çehov’un hikayesi de bir biçimde bu Çertkov’un hikayesiyle çakışıyordu. Çehov’un serf dedesi özgürlüğünü Çertkov’un soylu babasından satın almıştı. Çehov’un dedesi Çertkov’un babasına can başına 220 ruble ödemiş; Çertkov’un babası da herhalde kötü biri olmamalı ki, Çehov’un teyzelerinden birini bedavaya vermişti ona.
İşte Tolstoy’un mirasını bıraktığı bu Çertkov “İnsanların yaşadıklarına karşı kalpsiz bir ilgisizlik göstermesi”yle bilinen bir kuramcıydı. Kendine tek bir görev biçmişti: Tolstoy’un bütün hayatını ve eserlerini Tolstoy’culuk ilkelerine uygun hale getirmek! Onunla karşılaşır karşılaşmaz yanından hiç ayrılmamış, tek bir dakikasını bile yalnız geçirmesine izin vermemişti büyük yazarın. Sonunda bütün yazdıklarının, hatta Tolstoy’un evlilik hayatını bütün ayrıntılarıyla anlatan günlüklerinin üzerinde bile editörlük hakkını elde etmişti.
Hem mirastan mahrumiyet hem bu “Karanlık Kişiyle” olan ilişkisi yüzünden Sonya kocasını hiç affetmedi. Kavga fitili erken ateşlendi. Evde kavgasız tek bir an bile geçmez oldu. Gece yarılarına kadar süren büyük kavgalar ayyuka çıktı. Seslerinden duvarlar çınladı, öfkelerine ağlama hıçkırıkları karıştı. Tolstoy “senden kaçacağım, Amerika’ya gideceğim” diye bağırıyor, Sonya “senin yüzünden intihar edeceğim” diye çığlık çığlığa kendini bahçeye atıyordu. Tolstoy’un sekreterine göre Çertkov’un, “Tolstoy’un el yazmalarının hakkını elde edebilmek için karısının sinirlerini alt üst etme” planı başarılı olmuştu. Bu korkunç koşullarda Tolstoy kısa bir roman yazdı. “Kreutzer Sonat” adlı bu küçük romanda Tolstoy’a benzeyen bir koca, Sonya’ya benzeyen karısını öldürüyordu.
Bizim talebe için bu da büyük bir ipucuydu. Tolstoy’un ölümünde bir cinayet izi arayan birisi için bu roman birçok ipucuyla doluydu zaten.
*
Talebe, Tolstoy’un bahçesinde yetişen bitkileri inceler, ortalıkta gezinen, Tolstoy’un çok sevdiği, kimsenin dokunmadığı yılanlara bakar ve “acaba Tolstoy yılan zehriyle mi ortadan kaldırıldı?” sorusu takılır kafasına. Ardından Yasnaya Polyana’nın huş ağacı patikalarında yürüyüp bir ipucu arar. Yılanlar havuzda tatlı tatlı yüzüyor, dalga dalga izler bırakıyorlardı suda. Burada sanki her şey bir müzedeymiş gibiydi. Yılan müzesi, sinek müzesi, arı müzesi… Kimse hiçbir şeye dokunmamıştı. Tolstoy’un mezarına doğru kıvrılan yola sapar. Mezar, “devrilmiş bir ağaç gövdesini andıran çimenli bir tümsek”tir. Üç dakika boyunca tümseğe bakar. Hareket ediyormuş gibi gelir ona. Sonra Tolstoy’un arı kovanlarının yakınında Tolstoy’un en sevdiği “bank olmayan banka” oturur ve çöp kutusuna bakar. İçi izmarit ve salatalık kabuğu doludur.
Düşünmeye başlar.
*
Tolstoy, 1909’da bu koronun içindeki bir ağaç kütüğünün üzerinde yazdığı gizli vasiyetnamesini imzalamıştı. Bu vasiyetnameye göre bütün eserlerinin telifini editörü Çertkov’a ve çocuklarının arasında en ateşli Tolstoy’cu olan en küçük kızı Saşa’ya bırakmıştı. Şunları yazar talebe:
“Sonya uzun zamandır bundan korkuyor -“Bütün haklarını Çertkov’a bırakıp torunlarını açlıktan öldürmek istiyorsun!”- ve bu korkusunu sık sık bir casusluk ağı ve ev içindeki hafiyelik çalışmalarıyla ifade ediyordu. Bir keresinde bütün öğleden sonra boyunca bir hendeğe saklanmış, dürbünle çiftliğin kapısını gözetlemişti.”
Tolstoy hakkında okuduklarından kalmış aklında talebenin; 1910 yılının Eylül’ünde bir öğleden sonra Sonya elinde bir oyuncak tabancayla kocasının çalışma odasına dalar, Çertkov’un orada bulunan resmine ateş eder, ardından resmi param parça edip tuvalete atar. O sırada içeri giren Tolstoy’a da onu korkutmak için aynı oyuncak tabancayla ateş eder, başka bir gün de “O Çertkov’u geberteceğim, onu zehirleyeceğim ya o ölecek ya ben” diye avaz avaz bağırır.
*
Tolstoy 3 Ekim 1910 günü nöbet geçirir. Çenesi kasılır. O sırada sosyalizme dair bir makale yazıyordu. Makalede kullandığı kelimelerle karışık iniltiler çıkmaya başlar ağzından. “inanç… akıl… din… devlet” demeye başlar. Sonra çırpınmaları o kadar şiddetlenir ki, üç yetişkin adam onu tutmakta güçlük çeker. Beş kez çırpındıktan sonra uyuyakalır. Ertesi sabah, kendine gelmiş bir halde uyanır.
Birkaç gün sonra Tolstoy Çertkov’dan bir mektup alır ancak mektubu karısı Sonya’ya göstermek istemez. Kadın deliye döner. Gizli vasiyetnamesiyle ilgili suçlamaları tekrar etmeye başlar. Tolstoy, bunun üzerine Sonya hakkında şunları yazar:
“Bu davranışları hem bana karşı sevgisini göstermesine engel oluyor hem de beni öldürmek istediği apaçık görülüyor.”
Ardından çalışma odasına kaçar ve kafasını dağıtmak için Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler”ini okumaya başlar. Okurken kafasına şu soru takılır. Karamazovların ailesi mi korkunç bir aile yoksa Tolstoyların mı? Tolstoy’a göre Karamazov Kardeşler, “sanatsal olmaktan uzaktı, yüzeyseldi, yapmacıktı, büyük sorunlarla ilgilenmiyordu,” asıl korkunç olan onun ailesiydi.
*
Tolstoy, 28 Ekim 1910 günü sabah saat üçte, çalışma masasının çekmecelerini karıştıran karısının çıkardığı gürültüyle uyanır. Kalbi küt küt atmaya başlar. Bundan ötesi yoktur artık. Bir fener alır ve evi terk eder. Evden ayrıldığında güneş henüz doğmamıştı. Yanında iflah olmaz bir Tolstoycu olan doktoru Makovitski vardır. Bir trene binerler, yolculuk yirmi altı saat sürer, sonunda Şamardino’ya varırlar. Tolstoy’un kız kardeşi Marya orda rahibelik yapıyor. Orada bir kulübe kiralar Tolstoy, hayatının geride kalan kısmını bu kulübede geçirecektir. Ama ertesi gün kızı Şasa gelir, doktoruyla birlikte büyük yazarı Kafkaslara kaçması gerektiğine ikna ederler. Bu küçük topluluk, takip edilmesin diye, istasyondan istasyona bilet alarak, ikinci sınıf bir tren vagonunda uzun bir yolculuğa çıkar.
Yolda Tolstoy ateşlenir. Üşüme nöbetleri geçirmeye başlar. Aspatovo’ya vardıklarında, yolculuğa devam edemeyecek kadar ağır hastadır artık. İstasyon şefinin evinde onun için bir hasta odası hazırlanır. “Tolstoy burada ateş, hezeyan, çırpınmalar, bilinç kaybı, şiddetli baş ağrıları, kulak çınlaması, sanrılar, nefes darlığı, hıçkırıklar, düzensiz ve hızlı bir nabız, yakıcı susuzluk, dil kalınlaşması, kendini kaybetme ve bellek kaybı” yaşamaya başlar.
Doktoru zatürre teşhisini koyar.
Karısı Sonya 2 Kasım’da Astapovo’ya gelir. Tolstoy’un yanına gitmesine izin verilmeyince o da orada bulunan bir vagona yerleşir. “Tolstoy iyileşip yurt dışına kaçmaya yeltenirse, beş bin ruble verip onu özel bir dedektifle takip ettirecektir.”
Tolstoy’un durumu günden güne daha da kötüleşir. Nefes alamaz, sadece korkunç hırıltılar çıkarır. 6 Kasım’da, kendinde olduğu bir anda kızlarına, “Bu dünyada Lev Tolstoy’dan başka bir sürü insanın da var olduğunu unutmamanızı tavsiye ederim,” der ve 7 Kasım günü solunum yetmezliğinden ölür.
*
Tolstoy’un bir cinayete kurban gittiğine inan bizim talebe, konferans boyunca, bulabildiği her fırsatta çiftliğin çeşitli köşelerinde “hyoscyyamus niger” denilen banotu ya da Avrasya kökenli kötü kokulu itüzümü diye de bilinen zehirli bir bitki arayıp durdu. Ona göre banotu, atrofin denen ve Tolstoy’un semptomlarının neredeyse tamamına, ateş, yoğun susuzluk, hezeyan, sanrı, kendini kaybetme, hızlı nabız, kasılmalar, nefes darlığı, saldırganlık, tutarsızlık, konuşma güçlüğü, hafıza kaybı, görme bulanıklıkları, solunum güçlüğü, kalp ve akciğer durması gibi semptomlara yol açan bir zehir ihtiva ediyordu. Bu ot, gözbebeklerini genişletip ışığa karşı hassaslık da yaratıyordu. Onun elinde Tolstoy’un gözbebeklerine dair bir bilgi yoktu ama Çertkov günlüğüne, “Tolstoy -doktorlarını hayrete düşürerek- son anına kadar bilinç belirtisi sergiledi… gözlerine tutulan ışıktan kaçırıyordu başını,” diye yazmıştı.
Bir çay müptelası olan Tolstoy’un çayına banotunu herkes koymuş olabilirdi. Mesela iflah olmaz bir Tolstoycu olan Çertkov, Doktor Makovitski’yle iş birliği yaparak koymuş olabilirdi. Bunun için birçok sebebi vardı. Ya Tolstoy pişman olup vasiyetnamesini değiştirmeye kalkışırsa? Ya bir bunalım anında Tolstoy’culuğun ilkelerini çiğnemeye kalkışırsa?
Sonya’nın da bu işi yapması için birçok sebebi vardı. Bir de zehirlere özel bir ilgi duyuyordu Sonya. “Haşhaş zehirlenmesinin ne gibi etkileri olabilir diye Florinski’nin tıp kitabına baktım” diye yazmıştı 1910 yılındaki günlüğüne ve “Önce heyecan, sonra uyuşukluk. Panzehir yok” diye devam etmişti.
Tolstoy’un oğulları da yapmış olabilirdi bunu. Kavgalarında kızlar babalarının yanında yer alırken, genellikle parasızlıktan mustarip oğlanlar annelerinin tarafını tutmuştu. Kadın, oğullarıyla birlikte o gizli vasiyetnameyi günün birinde yırtıp atacaklarını her vesileyle tekrarlayıp durmuştu.
Belki de Sonya, felç geçirmiş gibi görünsün diye atrofin kullanmıştı. Belki de kocasını öldürmek istemiyordu, sadece vasiyetnameyi geçersiz kılacak koşullar hazırlamak istiyordu. Ama işte o evden kaçması yok mu, o her şeyin sonunu getirmişti.
*
Tolstoy öldükten sonra Sonya, Çar’ın bağladığı bir maaşla hayatını sürdürmeye başladı. Telif haklarından vazgeçmedi ama, Şasa ile Çertkov’a karşı hep mücadele etti. Ama bu kez tarih dikildi karşısına. Önce Cihan Harbi patlak verdi, ardından da Bolşevik İhtilali gelip kapısına dayandı. Memlekette kıtlık baş gösterdi. Sonya, 1918-19 yıllarında kızı Şasa ile barıştı. Şasa o dönemde annesi hakkında şunları hatırlıyordu:
“Para gibi, lüks gibi daha önce çok sevdiği şeylere karşı tuhaf bir kayıtsızlık içindeydi.”
Sonya ölüm döşeğinde, güçlükle nefes alıp, konuşması öksürük nöbetleriyle kesilir bir halde kızına tuhaf bir itirafta bulundu:
“Sana söylemek istiyorum, babanın ölümüne sebep olduğumu biliyorum.”
(Bu yazıyı Elif Batuman’ın, Can Yayınları’ndan çıkan “ECİNNİLER, Rus Edebiyatı ve Okurlarıyla Maceralar” adlı kitabındaki “Tolstoy’u Kim Öldürdü?” başlıklı uzun denemesinden özetledim.)