Bütün zamanların en büyük aşk romanı olarak kabul edilen Tolstoy’un “Anna Karenina” romanının sayfaları arasında bir “düello heyulası” dolaşır durur. Anna’nın aldatılan kocası Aleksey Aleksandroviç ile aşığı Vronski, romanın birçok yerinde aklından geçirirler düelloya durmayı. Kâh Vronski Aleksandroviç’i düelloya çağırmayı düşünür, kâh Aleksandroviç aklından geçirir Vronski ile çarpışmayı. Ancak ikisi de bunu yapamazlar; bunun yerine Anna’nın aşığı Vrosnki kendi kendisiyle düelloya kalkışır.
Tuhaf bir sahnedir o sahne. Anna doğum sancıları çekiyor, aşığından biraz sonra bir kız çocuğu getirecek dünyaya, uzaktaki kocası Aleksandroviç’e haber salar, ölmekte olduğunu, son bir defa onu görmek istediğini söyler. Anna yatakta doğum sancıları içinde ölümü beklerken aşığı Vronski de yanındadır, o sırada kocası girer içeri. Orada bulunanların çoğu için zor bir karşılaşmadır bu, içinde utanç, gurur, günah olmak üzere bir yığın şey barındırır.
Bu sahnede Anna’nın aşığı Vronski, gururu incinmiş hisseder kendini, çünkü Anna’nın kocası üstün ahlaki bir davranış göstermiş, ölmekte olan karısına, onu aldattığı halde, aşığının çocuğunu doğurmak üzereyken bile koşa koşa gelmiş, Vronski’den “daha iyi bir adam”olduğunu ona göstermiş, böylece Anna’nın gönlünü kazanmış, yetinmemiş bu davranışıyla Anna’nın gözünde bir “aziz” mertebesine yükselmiştir.
Belki tam bu sırada Vrosnski’nin aklından tekrar onu düelloya davet etmek geçmiştir, -bunu Tolstoy da bilmiyor- çünkü kendini hakarete uğramış hissediyor çaresiz aşık. Düellonun tam zamanıdır çünkü düellonun başka bir amacı da hakarete uğramış bir insan olarak kendini hasmına vurdurmaktır. O hasmını öldürmeyecek, hasmı onu vuracak; göğsünü hasmının kurşunlarına siper ederse eğer, uğradığı hakaret o sırada kendiliğinden ortadan kalkmış olacak. Nabokov, Vronski’nin şöyle düşündüğünü tahmin eder. Vronski ölürse, Aleksandroviç’ten vicdan azabıyla intikamını almış olacak. Yok eğer hayatta kalırsa, Vronski havaya ateş edip Aleksandroviç’in hayatını bağışlayacak, böylece onu küçük düşürmüş olacak. İki adamın birbirini öldürmeye niyet ettiği durumlar olsa da “şeref düellolarının” gerisindeki yatan temel fikir budur.
Ama Vronski biliyor ki Aleksandroviç böyle bir düelloya gelmez. O halde ona kalan kendi kendisiyle düello etmek, kendine ateş etmektir. Eğer tıpkı Japonlar gibi harakiri yaparsa, yani kılıç yerine kalbine bir kurşun sıkarsa işte o zaman şerefini kurtarmış olacak. Aleksandroviç’in onun huzurunda Anna’yı affettiğini, aşığı olarak onu da bağışladığını kendi ağzından duyunca, yani böyle bir yüce gönüllülük gösterdiğini görünce, bu yüksek, erdemli davranış üzerine evine gider Vronski, tabancayı dayar döşüne ve basar tetiğe ama kurşun kalbini ıskalar, ölmez.
*
Düello, modern edebiyatın en sevdiği konulardan birisidir. Birçok romanda, birçok düello sahnesi vardır ama gerçek hayat da bu konuda kurmaca metinlerde anlatılanlardan farklı değildir. Zaten gerçek hayat, çoğu zaman sanatı taklit etmiyor mu, tersi miydi yoksa o?
*
Düello geleneği ortaçağda İtalya’dan çıkıp oradan İspanya, İngiltere, Fransa ve Rusya’ya yayıldığı halde, kaynaklar en çok Fransızların düelloda birbirini katlettiklerini yazar. Ama edebiyata yansıması bahsinde ise sanırım birincilik Ruslardadır. Rusların içinde de galiba birincilik, en sonunda karısıyla ilgili çıkan bir dedikodu üzerine şerefini kurtarmak için bir düelloda yaralandıktan sonra, o zamanlar penisilin henüz icat edilmediğinden, acılar içinde, deli danalar gibi böğüre böğüre ölen Rusların milli şairi Puşkin’dedir. “Edebiyat ve Düello”(Ayrıntı Yayınları) adıyla bir kitap yazmış olan Türkolog Kanşaubiy Miziev’in demesine göre Puşkin kısacık hayatı boyunca tam yirmi bir kez düelloya çıkmış, yazdığı iki önemli eseri olan “Yevgeniy Onegin” ile “Yüzbaşının Kızı”nda çarpıcı düello sahnelerine yer vermiştir. Kelimenin tam anlamıyla “b… yoluna” gitmiş olan Puşkin için “düello, trajediden daha çok dram, tek bir oyuncu için oynanan bir tiyatroydu. Puşkin bu tiyatroda hem yazar hem yönetmen hem de oyunun başkahramanıydı” diyor Miziev. Yine aynı şekilde Rus yazarlardan Lermantov “Zamanımızın Bir Kahramanı”nda, Dostoyevski “Eciniler”de, Turgenyev “Babalar ve Oğullar”da, Tolstoy “Savaş ve Barış”ta, Çehov “Düello” ve “Ayı”da düello hadisesine uzun uzun sayfalar ayırmışlar.
Miziev düello için şunları yazar:
“Düello, kişiliğin ezilmesine karşı bir protestodur; onurun insan yaşamından daha değerli olduğunu, yani insan onurunun varlığını, bir despotun buna hükmedemeyeceğini kanıtlama çabasıdır. İnsan onurunu korumaya yönelik yasaların bulunmadığı o çağlarda düello, haysiyetli insanlar için kendisinin, ailesinin ve yakınlarının onurunu korumada biricik yol sayılırdı...”
Peki ne oldu daha sonra?
*
Modern hukukun toplumun kılcal damarlarına henüz nüfuz edemediği on altı ve on yedinci asırda Avrupa’da düello meşru bir karşılaşma olarak telakki ediliyordu. Hatta çoğu zaman yargıç kimin haklı kimin haksız olduğu konusunda bir karar veremediği durumlarda tarafların meseleyi düello yoluyla çözmelerine bile izin verebiliyordu. Onur ve haysiyetin her şeyden üstün tutulduğu bu dönemde düello, birçok yiğidin boynunda bir idam fermanıydı. Peki düello dedikleri şey neydi? Amacı onur ve şerefi korumak olan düello, “Her iki tarafın da eşit sayıda silaha sahip olduğu mücadeleye neden olan, iki veya daha fazla sayıda birey arasında yapılan karşılaşma” olarak tarif ediliyor. 1600’lü yıllarda, düello çağrısı veya yiğidin meydan okuması, ortaçağda olduğu gibi hasmın ayaklarının dibine bir mendil veya hançer atılarak yapılırdı. Aradan yüz yıl geçtikten sonra bu usul değişti, silah girdi devreye, anlaşmazlığı silah yoluyla çözmek isteyen, bir yer belirleyerek hasmına düello çağrısını yazıyla bildirmeye başladı. Her iki tarafın şahitleri, kullanılacak silah, varsa zırh ve benzeri ekipmanlar, iki tarafın da sözcüleri derken, iş bambaşka bir hal aldı. Düello hasımlardan birinin yaralanması veya her iki tarafın ölmesi ya da güneşin batmasıyla son bulurdu. Başında tacı olan kral ise hiçbir sebep göstermeden düelloyu durdurma yetkisine sahipti. Aile içi miras meseleleri, kanıtlanmamış davalar, sebebi çok bilinmeyen meseleler, memurların kendi aralarındaki sorunlar düelloya sebep olurken, düelloların birinci nedeni tabiri maruz görün “karı meselesi”ydi. Kadın onur, haysiyet ve şerefti. 1700’lü yıllarda düello birçok Avrupa ülkesinde yasaklandı. Hatta yasağa rağmen düelloya kalkışanları kilise aforoz bile etmeye başladı ama bu durum da düelloların sonunu getirmedi. Puşkin 38 yaşında bir düelloda can verdiğinde sene 1837’ydi. Puşkin’in saçma sapan ölümü üzerine arkadaşı Lermantov, o sene oturdu “Şairin Ölümü” diye uzun bir şiir yazdı arkasından:
(…)
Şair öldü! -kuluydu namusun-
Düştü, karalanmış, söylentilerle.
Düştü intikam özlemiyle, göğsünde bir kurşun
Eğerek gururlu başını yere.
(…)
Sesleri, o eşsiz şarkıların dindi
Bir daha duyulmamacasına.
Dar ve sevimsiz sığınağında şimdi
Susuyor şair, bir mühür ağzında.
Lermantov düelloda ölen arkadaşının ardından bu şiiri yazdıktan dört sene sonra bu kez düello belası gelip onu buldu. Bir Fransız subayıyla düelloya girişmek zorunda kaldı, tıpkı arkadaşı Puşkin gibi can verdiğinde Lermantov, Puşkin’den bir yaş küçüktü, sadece 37 yaşındaydı.
*
Rus şair ve yazarları “onurunu kurtarmak” için hep subaylarla durmamışlar düelloya. Tıpkı romanlarında, hikayelerinde, şiirlerinde yazdıkları gibi çoğu zaman birbirlerini de düelloya davet etmişler. O “davet hikayelerinden” birisini Javier Marias, “Yazınsal Yaşamlar”(Can Yayınları) kitabında anlatır. Turgenyev, Tolstoy ve Dostoyevski’nin arasındaki “husumet”, kadın meselesi değildir, bizim hâlâ tartıştığımız Batılı olma tartışmasını onlar da o zaman yapıyordu, bu tartışmanın geldiği yeri Marias şöyle anlatır:
Tolstoy ile Turgenyev “arasında büyük farklılıklar ve bir dereceye kadar da arkadaşlık vardır kuşkusuz. Bir tartışmada konu gelip Rusya’nın Batılılaşmasının uygun olup olmadığına dayanınca bu farklılıklar doruk noktasına ulaşır ve Tolstoy, Turgenyev’e meydan okuyarak onu düelloya davet eder, mesele bir-iki çiziğin ardından kutlamayla ve şampanyayla sona ermesin diye de düello silahının tabanca olmasını önerir. Turgenyev özür diler ve iş tatlıya bağlanır ama Tolstoy’un sağda solda onu ödleklikle suçladığını duyunca, bu sefer o Tolstoy’u düelloya davet eder; ancak uzun bir yolculuğa çıkmak üzere olduğu için davetini dönüşüne erteler. Bu kez özür dileme sırası Tolstoy’a gelmiştir, böyle birbirlerini düelloya davet ede erteleye tam on yedi yıl geçirirler, sonunda düello yapmaktan tümüyle vazgeçerek barışırlar. (age, s.93)
*
Rus aydınlarının 1870’lerde yaptığı “batılılaşma” münakaşaları bizde bugün de sürüyor hâlâ. Ben bu yazıyı yazarken baktım, misal Ertuğrul Özkök’ün yazısının başlığı “İstikametimizi Batıdan Doğuya çevirirsek buna bir kişi değil halk karar vermeli”dir. Tolstoy’un kahramanı Anna Karenina bir trenin altına atlayarak intihar ettiği sene, biz tarihimizin ilk anayasasını yeni kabul etmiştik. “Genç-ihtiyar yeniçeriler” o zaman da “rahatsızdı”. O zamana kadar onlarca padişah ve sadrazamı darbeler yoluyla hayattan koparmışlardı. Fırsatı bulan, “kılıç çekmek” için hazırda bekliyordu. İlk anayasamızı yapan Mithat Paşa da daha sonra darbeciler kervanına katıldı ama Batılılaşma treni bir kez istasyondan ayrılmıştı. Bundan sonra uzun yıllar, sadece “Batının fenini alalım ama kültürüne el sürmeyelim” diyenlerle “almışken Batının her şeyini komple alalım”diyenler düelloya durmaya başladılar.
“Düello” sözün gelişi, bizde düello geleneği hiçbir zaman olmadı. Biz bu namus, onur, haysiyet, mal bölüşümü, aramızda çıkan ufak tefek sorunların halline dair daha kestirme bir yol bulmuştuk. Bu kestirme yolu ilk dillendiren sanırım rahmetli Çetin Altan oldu. Ona göre “bizde düello değil, pusu geleneği” vardı. Namusumuza dil uzatanı, malımızı çalanı, bize zarar vereni, su sırasını bizden alıp suyun yönünü kendi tarlasına çevireni, keçimizi çalanı, meramıza izinsiz sürüsünü salanı gözümüze kestiriyor, özellikle geceleri zifir karanlıkta yoluna çıkıyor veya çok uzaktan bir yerde tüfeği doğrultup nişan alıyor veya bulduğumuz ilk fırsatta elimizdeki kürek veya kazmayı kafasına indiriyor, hasmımıza hiçbir savunma imkânı tanımadan çok kısa yoldan onu toprağa gönderiyor, biz de paşa paşa mahpushanenin yolunu tutuyordu. İş bunla bitmiyor tabi, ardından kan davası başlıyor, misal bir keçi yüzünden çıkan kavga sonucu işlenen cinayetleri sonlandırmak için de büyükler araya giriyor, barış yemeğinde elli koyun kesip hasmımızla barışıyorduk.
*
Batılılaşma hamlesinin ilk yiğit savunucularından biri olan “vatan şairimiz” Namık Kemal “Ak Tolgalı Beylerbeyi” gibi fırladı öne, “madem Batılılaşıyoruz, bu köhne gelenekleri ortadan kaldırıp Batının hem fenini hem de kültürünü alacağız, o halde düello geleneğini de alalım” dedi. Bu tür “alafranga züppelikleri” beğenmeyenlerin haykırışları cılız kaldı. Cevdet Paşa’nın yazdığına göre, Tanzimat ve Islahat fermanlarını ilan eden Padişah Abdülmecit, devleti sıkıntıya sokan hanedan harcamalarının müsebbibi olarak gördüğü damat paşalardan Kaptan-ı Derya Mehmet Ali Paşa’nın Babıali’deki odasına dalar bir gün “Bre hain, bre deyyus, sen din, devlete ve padişah hainsin. Avrupa’da düello derler bir Frenk âdeti var. Benle sen birer tabanca alıp karşı karşıya çıkalım. Gösterelim birbirimize günü!” deyince, tarihimizde ilk düello çağrısını yapan “devlet adamı” olarak tarihe geçti. Gelin görün ki padişahın “Frenk adeti” dediği düello o gün gerçekleşmez ama “düello kurdu” hem de padişah eliyle bir kez girer Türk münevverinin kanına.
Abdülhamit istibdadından Paris’e kaçan münevverlerimizden birisi de Servet-i Fünun şairi, nüktedan Süleyman Nazif’tir. Meşhur hikayedir, Paris’te bir gün, bir Jön Türk’ten bir mektup alır, mektubu gönderen kişi ona “Dünyada senden alçak yoktur,” diyor. Pek içerlenir bu söze edip, herifi düelloya, kendi tabiriyle “mübareze”ye davet eder. Süleyman Nazif ki silah yerine hep kalem tutmuştur, yine de adam korkar, onunla düello yapmaktansa af diler, şahitlerin huzurunda Nazif’ten özür diler, Süleyman Nazif adamın özrünü kabul eder ama özre bir şerh koyar: “Hakkımdaki tecavüzünü affettim. Fakat bana yazdığın mektupta dünya kelimesini ‘vav’la yazmak suretiyle imlaya tecavüzünü imkânı yok affetmem.”
Abdülhamit’ten kaçıp Paris’e giden İttihatçılardan sonra İttihatçılardan kaçıp Paris’e giden Türkçü Rıza Nur ile İttihatçı düşmanı Kürtçü Babanzade Şerif Paşa arasında bu şehirde geçen düello girişiminden tutun; Milli mücadele sırasında, 30 Aralık 1920’de Bursa mebusu Dr. Emin Erkul mecliste muhalifler tarafından hırpalanınca, düellonun serbest bırakılması için Meclis Başkanlığına bir kanun teklifi sunmasına kadar siyasi tarihimizin bir yerinde bu düello bahsi varlığını hep muhafaza etti. (Soner Yalçın, Hürriyet, 6 Mayıs, 2007) İlginç bir hadiseyi de Avni Özgürel 9 Aralık 2001’de Radikal’de yazmıştı. Osmanlı’nın son döneminde Washington’da sefirlik yapmış, milli mücadele sırasında Anadolu’ya geçerek Mustafa Kemal’in yanında saf tutmuş Ahmet Rüstem Bey, Çankaya Köşkünde bir yemek sırasında, sofrada sigara içince Mustafa Kemal’in, “yemek bitince sigaranızı içersiniz” diye uyarması üzerine, gururunu incinmiş sayar, sofradan kalkarak yan odaya gider ve orada Mustafa Kemal’i düelloya davet eder. Özgürel’in yazdığına göre Atatürk, Ahmet Rüstem Bey’in bu davranışını “Frengiyane”bulur, fazla mesele yapmaz, daha sonra ortam yumuşar, konu kapanır.
*
Şair Yahya Kemal, Paris’ten İstanbul’a dönünce, entelektüel muhitlerde kurulan muhabbet sofralarının hep baş konuğudur. Bir anlatma ustasıdır şair, dilinden bal dökülür. Yakup Kadri’nin “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları” (İletişim Yayınları) kitabında anlattığına göre, şair fırsat buldukça, İstanbul’un nüfuzlu ailelerine mensup İttihat ve Terakki muhalifi Kıbrıslı Şevket Bey ile Prens Mustafa Fazıl Bey’in aralarındaki meseleyi halletmek için düello yapmaya karar vermeleri hadisesini ballandıra ballandıra anlatır, o sırada orada bulunanları kahkahalara boğardı. Türkiye’de düello yasak ama iki hasım da düelloda karar kılmış bir kere, şahitleri, silahları seçiyorlar, iş mekâna gelince işte orada zurna zırt diyor. Bu iş memlekette olmaz, o halde ver elini Romanya, silahları kuşanıp Romanya’ya gidiyorlar. Hadiseyi şaire dayanarak anlatan Yakup Kadri düellonun gerçekleşip gerçekleşmediğini bize anlatmaz, ama iki hasmın kalkıp Romanya’ya gitmelerini mühim bir mesele olarak geçirir kayda.
Yahya Kemal Romanya cengaverleriyle dalgasını geçedursun, yine Yakup Kadri’nin yazdığına göre bir süre sonra (sebebini Karaosmanoğlu yazmaz, “aramızda yapılan bazı dedikodular yüzünden” der geçer) aynı Yahya Kemal bu sefer kendisini düelloya davet eder, onunla yetinmez aynı sırada Falih Rıfkı Atay’a da aynı daveti gönderir. (Aynı anda iki kişiyi düelloya davet etmek galiba sadece Yahya Kemal’in yapabileceği bir iştir. Kendini o kadar ölümsüz görüyor ki, birisini yere serdikten sonra sıra öbürüne gelecek, ondan büyük galiba sadece Büyük İskender!)
Yakup Kadri özetle hadiseyi şöyle anlatır: Gazetedeki odasında yazısını yazıyor, bir anda eli ayağı titreyen bir genç fişek gibi içeri girer, selam sabah demeden, elindeki mektubu masasının üzerine fırlatarak geldiği gibi aynı hızla dışarı çıkar. Mektubu getiren genci tanıyor, Yahya Kemal’in talebesi, güzel şiirler yazan Ahmet Hamdi’dir bu genç. Mektubu açar okur, Yahya Kemal “Şahitlerinizi gönderin, silahlarınızı tayin edin” diyerek onu düelloya davet ediyor. Bu tuhaf hadiseyi anlatmak için ilk aklına gelen ortak dostları Falih Rıfkı olur, alır telefonu açar, Falih Rıfkı cevap verir, tam yaşadığı tuhaf hadiseyi anlatacakken Falih Rıfkı, “Biliyorum, biliyorum. Düello mektubu değil mi? Ben de aldım,” der. O Falih Rıfkı’yı hayrete düşürmeyi düşünürken, Falih Rıfkı onu hayrete düşürmüştür. İki eski dost bu hadise üzerine uzun yıllar birbirlerine küs kalırlar. Dört beş yıl sonra Yahya Kemal Avrupa’daki “ihtiyari sürgününden” döndükten sonra Atatürk’ün sofrasında barışır veya barıştırılırlar. (Yakup Kadri, “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları”, İletişim, s.124-125)
*
Türk romanında pusu bol bol var, hem romanda hem de edebiyatın diğer alanlarında da. Cahit Atay’ın “Pusuda” diye bir piyesi var, “Pusu” adıyla birçok film, televizyon dizisi var ama “düello”nun Türk şirine girişi sadece iki şiirle olmuş. Şiirlerden ilkini Ülkü Tamer 1967 yılında yazıp Yeni Dergi’de yayınlamış, ikicisini de yine aynı başlıkla 1973’te Cemal Süreya yazıp “Beni Öp Sonra Doğur Beni” kitabında yayınlamış. İki şiiri de okuduğumuzda, başka şairlerden çabuk etkilenen Cemal Süreya’nın, arkadaşının şiirini okuduktan sonra “bunu neden ben yazamadım” diye hayıflanarak “Düello” şiirini yazdığı hissiyatı geçti bana, bilmem siz ne dersiniz.
Ülkü Tamer’in harikulade şiir şöyle:
“Yenilirsem yenilirim, ne çıkar yenilmekten?
Seninle çarpışmak kişiliğimi pekiştirir benim.
Ayak bileklerime kadar bu deredeyim işte,
Yerin yassı taşları tabanımın altında,
Alnımda birleşmekte güneşin raylarından
Hışırtıyla geçen kartalların sesleri.
Unuttuğum bir bitkinin yaprakları gibi
Göğsüme değerse kurşunların, ne çıkar?
Bilmem nişancılığı, tabanca kullanmadım;
Ama karşıma alıp seni horoz düşürmek de,
Seni vuramamak da yüreğimi pekiştirir benim.
Ölürsem güzel bir ölü olurum,
Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler,
Kar, örtmeye kalkışır gökkuşağını,
Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi
Ben gülümserken resmimi çeker.”
*
Bu da Cemal Süreya’nın “Düello” şiiri:
“Bir düelloda
Daha büyük bir şey vardır
Ve daha acıdır bu
Ölümden de ölüm korkusundan da
Bakarsın dün en güvendiğin kişi
Karşı tarafın şahidi olmuş
İşte acıdır bu da
Ölümden de korkusundan da
Daha da acısı vardır ama
O da sevdiğin kadının
Karşı tarafı ziyaret etmesidir
Bu bir nezaket ziyareti de olsa
Düello gerçekleşmemiş de olsa
Acıdır bu
Ondan da ondan da
Daha da acısı
Kılıcın elinde
Alnında bir tutam güneş
Kalakalıyorsun ortada
*
Tolstoy, yazının girişinde bir sahne altatığım roman "Anna Karenina"da sanırım şunu demeye getirir:
Aşk daha çok pusuya benzer, beklemediğin bir anda düşersin ona. Evlilik ise düelloya; hasımlar asıl kozlarını o zaman paylaşırlar.