Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya İnsan neden "makinalaşmak" ister?

        Üç kişiydiler. Nazım Hikmet, Vâlâ Nurettin (Va-Nû), bir de Şevket Süreyya Aydemir.

        Anadolu’da ihtilal yapanlardan pek “yüz bulamayınca” yola çıktılar; başka bir ihtilal diyarına, birkaç sene önce “Bolşevik İhtilalini” yapmış olanların memleketine, Moskova’ya gittiler. Bu şehirde yeni kurulmuş olan Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde tahsil görecek, iyi birer komünist olarak döneceklerdi memleketlerine.

        Nazım Hikmet ile Va-Nû, Puşkin Meydanı’nda, iki katlı, şirin bir talebe yurduna yerleştiler. Açlık vardı her yerde. Onların payına düşen günde bir çeyrek kara ekmek, yarım lahana ve bir iki havuçtu…

        Nazım Hikmet, Mayakovski etkisiyle “dalgalar şeklinde” şiirler yazmaya o günlerde başladı. Durumlarını şöyle geçirir “dalgalar şeklinde” yazılmış bir şiire:

        “24 saatte 24 saat Lenin

        24 saat Marks

        24 saat Engels,

        yüz dirhem kara ekmek,

        20 ton kitap

        ve yirmi dakika şey!...”

        Arkadaş grubu büyümüştü kısa sürede; akşamları, büyük ateşler yakıp etrafında halka oluyorlardı. Ağarmakta olan “geleceğin” ufkuna dikmişlerdi gözlerini. Bir de birbirlerinin kişiliklerini çekiyorlardı sigaya. Nazım Hikmet’e göre Şevket Süreyya “imanı kuvvetli” bir komünist değildi, bu mesafeli duruşu “devrimin önünde engel”di, “köylü”ydü bir de. Ama Nazım Hikmet de arkadaşına göre sütten çıkmış ak kaşık değildi, her şeyden evvel “düşkündü keyfine”. Kız peşinde koşuyordu, gönül düşürüyordu üniversite dışındaki burjuva dilberlerine. Nazım Hikmet’e bu eleştiriyi en çok Kazakistanlı bir mollanın oğlu olan Abit Alimov yapıyordu. Çenebaz bir teorisyendi Alimov, Nazım ona gıptayla bakıyordu, bir gün birisi gibi olacaksa, Alimov gibi olacaktı, rol modelini seçmişti. Va-Nû’nun yazdığına göre Nazım Hikmet’in bedeninde dolaşan “devrimcilik” ruhuna, “teknokrat” ruh o günlerde eşlik etmeye başladı işte.

        *

        O dönemde sanatın her alanında Rus fütüristlerinin etkisi egemendi. Büyük şair Mayakovski bayrağı ele almış, teknolojinin henüz tam anlamıyla gelişmediği o koca köylü toplumuna “yüce teknolojinin” ve “devrimci mücadelenin” erdemlerini anlatıyordu yazdığı şiirlerle, arkadaşlarıyla yaptığı afişlerle.

        Ruslar kadar yazarlarına kötü muamele yapmış, onlara acı çektirmiş, analarından emdikleri sütü burunlarından getirmiş, çoğunu sürgünlerde, çalışma kamplarında heba etmiş, bir o kadarından fazlasını bizzat devlet terörüyle ortadan kaldırmış millet yoktur yeryüzünde. Yine yeryüzünde Ruslar kadar edebiyatı ciddiye almış, yazarın, şairin sözüne kanmış, onların yazdığı her şeyi gündelik hayatlarının merkezine koymuş, ona inanmış başka bir millet de yoktur derler.

        Bu yüzden, devrimin ilk döneminde rejim çok şey bekledi yazarlardan, şairlerden. Ama yazara da şaire de güven olmaz. Gezgin bir ruhla gelmişler dünyaya, çoğu huzursuzdur, çabuk kanar, davulcuya zurnacıya hemen kaçarlar. Bir yerde ehlileştirmek zordur onları, misal methiye ister muktedir, istemeden yazdıkları methiyeye muktedirin kendisini bile inandıramazlar.

        Mayakovski de öyle. Nerde tekledi inancı bilmiyorum kısa sürede kuşkulu bir intihar düştü payına. İşte bu Mayakovski, Nazım Hikmet ve arkadaşları Moskova’dayken şiirin omuzlarına, şiirin kaldıramayacağı kadar ağır bir yük yüklemişti. Ona göre şiir yazmakla, sanayide mal üretmek arasında hiçbir fark yoktu. Biri elbise yapıyordu insanları soğuktan koruyordu; şair de şiir yazıyor ruhunu soğuktan koruyordu insanın. Birisi silah yapıyor, üretilen silahla düşman vuruluyor; şair de şiir yazıyor, o kelimeler mermi olup düşmanın kalbine saplanıyordu. Fırıncı fırında ekmek pişiriyor, halkın karnını doyuruyordu; şair de şiir yazarak halkın ruhunu o sıcacık kelimelerle besliyordu. Bu yüzden kalkınma planlarına şiir de girmeliydi, devlet yıllık şiir “rekoltesini” tespit etmeli, şairi “teşvik” etmeliydi.

        1925 yılında şiiri sanayi üretimiyle şöyle karşılaştırır bir şiirinde:

        Benim istediğim,

        görüşmelerinde

        Devlet Planlama’nın, bana da versinler

        bir sonraki yılın görevlerini

        (…)

        Demir döküm

        ve çelik üretimiyle birlikte

        şiir çalışmaları hakkında da

        Politbüro’nun raporlarını, sunsun

        Stalin. ‘İşte böyle,

        ve şöyle…

        Ve doruk noktasına

        Ulaştık

        İşçi kulübelerinde biz: Cumhuriyetler

        Birliği’nde

        şiir beğenisi

        aştı artık

        savaş öncesi normları…”

        Mayakovski edebiyatın bir “eylem biçimi” veya “çalışma” olmasını istiyordu, tıpkı sanayinin bir kolu gibi; bir demiryolu inşa etmek, bir savaşta düşmanla göğüs göğse çarpışmak, bir tarlada makinayla buğday ekip makinayla biçmek gibi. Bir süre sonra yazdığı şiirin estetik şeyler, boş vakit meyveleri olduğundan kuşkulanmaya başladı şair. Sanki yazdığı şeyler yararsızdı, oturdu “şiirin yararsızlığına” dair bir şiir yazmaya başladı. Bunun da derdine derman olmayacağını biliyordu ancak yazdığı şiir bitmeden “kuşkulu bir şekilde” kıydı canına. 1930’ların başında “şiirin yararsızlığı” üzerine yazdığı “Var Gücümle Bağıra Çağıra” adını verdiği bitmemiş şiirin bir bölümü şöyle:

        “Ama kendime engel oldum,

        topuğumu dayayarak

        Kendi şarkımın gırtlağına.” (Elif Batuman, Ecinniler, Can Yayınları, s.217-218)

        *

        Nazım Hikmet, Moskova’ya geldikten kısa bir süre sonra bir otel odasında karşılaşır Mayakovski’yle. Mart 1923’te onunla birlikte şiirlerini okumak üzere sahneye çıkarlar. Herkes o sırada verir kararını. Bu Türk şairinin şiirleri, Mayakovski’nin şiirlerine çok benziyor be! O ise bunu kabul etmez, Mayakovski’yi “öğretmeni” sayar ama onun gibi yazmadığını düşünür. Moskova’dayken, Mayakovski’yle aynı sahneye çıktığı zamanlarda kendini bir “tribün şairi” olarak niteler. Daha sonra değiştiğini söyler ama.

        Moskova’dayken tıpkı Mayakovski gibi sanatın “yeni bir toplumun kurulmasında belirleyici bir rolü” olduğuna inanır. 1922’de Moskova’da yazdığı “Şair” başlıklı şiirinde 1914'te Rusya'da ortaya çıkmış resim, heykel ve mimaride geometrik kompozisyon anlayışını benimseyen konstrüktivizm ile komünizmin bir sentezini geçirir aklında:

        “Şairim

        bir yıl yağan yağmur kadar şiir yazdım…

        Fakat asıl

        şaheserime

        başlamak için

        Hafızı Kapital olmayı bekliyorum”

        Nazım Hikmet, bu dönemde tıpkı Fütüristler gibi siyasi meseleleri sloganlar yerine şiirsel imgelerle beyaz kâğıda geçirme derdindeydi. Bunlar tribünlere okunacak şiirlerdi çünkü. Bu yüzden yazdığı her şiir ustaca bulunmuş ses oyunlarını içermeliydi Toplumsal ve teknolojik dönüşümlerin gücü ancak böyle hissettirilebilirdi.

        1923’ye yazdığı, her açıdan deneysel bir şiir olana “Makinalaşmak” adlı şiiri bu alanda yazılan en çarpıcı şiirdir.

        Trrrrum,

        trrrrum,

        trrrrum!

        trak tiki tak!

        Makinalaşmak

        istiyorum!

        Beynimden, etimden, iskeletimden

        geliyor bu!

        Her dinamoyu

        altıma almak için

        çıldırıyorum!

        Tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,

        damarlarımda kovalıyor

        oto-direzinler lokomotifleri!

        trrrrum,

        trrrrum,

        trrrrum!

        trak tiki tak

        Makinalaşmak

        istiyorum!

        Mutlak buna bir çare bulacağım

        ve ben ancak bahtiyar olacağım

        karnıma bir türbin oturtup

        kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!

        trrrrum

        trrrrum

        trrrrum!

        trak tiki tak!

        Makinalaşmak istiyorum!

        *

        Belli ki makinanın henüz girmediği, arabalara bile “makina” dendiği, “hele makina gelsin, bakın neler olacak” diye ahalinin sabırsızlıkla hayatına makinanın girmesini beklediği o fakirlik arsızı yıllarda Nazım Hikmet’in ses yansımalarını tıpkı işleyen bir makinanın çıkardığı sesler gibi kullandığı bu şiiri, memlekete yeni gelmiş bir makina gibi ilgi görüyordu sol cenahta. Sabiha Sertel “Roman Gibi” adını verdiği hatıratında bu şiirle tanışmasını şöyle anlatır:

        “1928 yılı idi. Bir akşam sofrada yemek yiyorduk. Zekeriya;

        ‘Sana bir şiir okuyacağım’ dedi. ‘Yeni şairlerden Nazım Hikmet’in bir şiiri.’

        Ben Nazım Hikmet’i hiç tanımıyordum. Zekeriya şiiri okudu:

        ‘Tirik, trak, tiki tak,

        Makinalaşmak istiyorum’

        Şiiri ilgiyle dinledim. Zekeriya bitirince sordu:

        ‘Nasıl, beğendin mi?’

        ‘Hayır, hiç beğenmedim. Makinalaşmak istiyorsa, arkasına bir motor taksın’ dedim.

        Kulağım, aruz veznine, hece veznine alışmıştı.

        Serbest nazımla şiiri ilk defa dinliyordum. Yadırgadım.” (age, Belge Yayınları, s.116)

        *

        Meseleye vakıf olanlar, Nazım Hikmet’in süregelmekte olan Türk şiir geleneğinden kopuşunu “radikal bir kopuş” olarak nitelendirirler. Herkes vezin, kafiye ve şiir dili peşindeydi, hiç kimsenin aklına sayfa üzerinde farklı fontlarla dizilmiş, serbest gibi görünen ama içinde vezni de kafiyeyi de barındıran “deneysel şiir” yazmak gelmiyordu. Nazım Hikmet’in bu “deneysel” şiiri -ki şiir Türkiye’de 1929 yılında, Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi’nin çıkardığı “835 Satır” kitabında yayınlandığında ilk defa, içeriğine uygun olarak farklı puntolarla dizilmişti- nakarat bölümü daha büyük harflerle, aradaki iki bölüm daha küçük ve bold dizilmişti. Nakarat bir motorun çıkardığı sese benzer, makina olmak isteyen bir insanın sesi de eşlik eder ona. Haydi proleterler, benimseyin makinaları, geçin onların başına, çalıştırın onları, sesinizi katın onların sesine, üretin, dağıtın halka, aç, açıkta insan bırakmayın, makinalar gerekli olan bütün gücü katacaktır sizin sınırsız gücünüze, dünyayı fethedin! diye bas bas bağırır şair gür sesiyle.

        O zamana kadar şiire girmemiş kelimeler sokar şiire: “Dinamo”, “bakır tel”, “oto-direzin”, “lokomotif”, “türbin”, “çift uskuru” gibi bir makinayı tanımlayan soğuk kelimler; “beyin”, “et,” “iskelet”, “tükürük”, “dil”, “damar”, “karın”, “kuyruk” gibi bir insanı tanımlayan kelimelerle yan yana gelir; “o soğuk” makinadan bir “sıcak insana” varmak ister şair. İnsan makinaya dönüşmeli, mutlu gelecek o makinanın düzenli çalışan dişlileri arasındadır çünkü.

        *

        Sabiha Sertel’in anlattığı yukarıdaki anekdotta da görüldüğü gibi, yayınlandığı zaman “Makinalaşma” şiiri belli ki entelektüel mahfillerde hem hayranlık hem de tuhaflıkla karşılanmış. Şiiri sempatiyle karşılayanlardan birisi de Halide Edip Adıvar’dır. Zira o tarihlerde bizim de makinalara çok ihtiyacımız var. Anadolu’nun uçsuz bucaksız toprağı bomboş, savaş doğayı kendi haline bırakmış, nüfus az, sapana koşacak öküzü ara ki bulasın, erkek nüfus gittikçe küçülmüş, yardıma koşsunlar diye küçük çocukların yaz tatilini bile o günden bugüne uzun tutmaya başladık. Makinaya kuvvet veren, onu teşvik eden, onu sevimli kılan her türlü propagandanın, her türlü şiirin, romanın, hikâyenin (komünizme kaçmadan) başımız gözümüz üzerinde yeri vardı.

        Bu yüzden Halide Edip, 1937 yılında yayınlanan “Maske ve Ruh” adlı piyesinde bu şiiri onurlandırdı; piyesin üçüncü perdesinde bir çocuk korosuna şarkı olarak söyletti şiiri. Bu piyes kitap olarak piyasaya çıktığında, Nazım Hikmet için “cadı kazanı” çoktan kaynamaya başlamıştı bile. Bir askeri zırhlıda, aşağıya doğru yüz elli basamakla inilen sintinenin dibindeydi. Şiddetli bir komünizm düşmanlığı sarmıştı her yeri ama Kemalist Türkiye Fransız Üçüncü Cumhuriyeti’nin aydınlanmasını Anadolu’nun en karanlık köşesine bile götürmeye kararlıydı. Bir yandan da Sovyetler Birliği ile modernleşme ve sanayileşme atılımlarını at başı yürütmeye çalışıyordu. Aslında Nazım Hikmet’in düşündüğü Türkiye ile Mustafa Kemal Atatürk’ün düşündüğü Türkiye arasında hiçbir fark yoktu ama şairin kaderi işte; o sırada hayatının on üç senesini geçireceği mahpushanenin yolunu çoktan tutmuştu.

        *

        Kapitalizmin çalıştırdığı makinalardan mustarip başka bir sanatkar, bütün dünyanın “Şarlo” diye bildiği Charlie Chaplin, Nazım Hikmet “sintinenin dibini” boylamadan bir sene önce, 1936 yılında, bugün “dünya kültür mirasının” nadide bir parçası olarak kabul edilip “muhafaza altına” alınmış olan, bizde ilk gösterildiği adıyla “Asri Zamanlar” diye bir film çekti. Film sessizdi, sesli filme geçildiği halde Şarlo bile bile sessiz çekmişti filmi, ona göre sessiz film hissiyatı daha iyi veriyordu, bir kaygısı da filminin bütün dünyada anlaşılmasıydı. Filme hemen “komünizm propagandası yapıyor” yaftasını yapıştırıp Amerika’da yasakladılar.

        Şarlo, bize kendine dert edindiği derdimizi anlatmaya başladığında, endüstri çağının bütün kiri pası henüz dünyanın üzerindeydi. Faşizmin kara kartalı Avrupa semalarında kanat çırpmaya başlamıştı. Makinalar harıl harıl çalışıyor, demiri mermiye, tanka, tüfeğe dönüştürüyordu. Şarlo’nun filminde o dev makinaların çarkları arasında sıkışmış, kendine bile yabancılaşmış, yolunu şaşırmış küçücük bir insan oradan oraya koşturup duruyordu. Şarlo bize, “modern zamanlarda” kendi ellerimizle yaptığımız makinaların zaman içinde hammaddelerinden hepimize birer tabut yapacaklarını söylüyordu aslında.

        “Komünist” Şarlo, gelişmekte gelişen endüstri toplumunda makine çarklarının emekçileri öğütmesine isyan ederken; komünist şair Nazım Hikmet o sırada “makinalaşmak” istiyordu. Makinalaşma ve Şarlo’nun film üzerine, o tarihten bugüne çok şey söylendi. Bir de Şarlo söyledi ki onun sözleri şöyle:

        “Hayatın bize çizdiği yol, özgürlük ve güzelliklerle dolu olabilir, ama biz bu yolu yitirdik. Hırs insanların ruhunu zehirledi, dünyayı bir nefret çemberine aldı. Hepimizi kaz adımlarıyla sefaletin ve savaşların içine sürükledi. Hızımızı artırdık, ama bunun tutsağı olduk. Bolluk getiren makinalaşma bizi yoksul kıldı. Edindiğimiz bilgiler bizi çıkarcı yaptı, zekamızı da katı ve acımasız. Çok düşünüyoruz, ama az hissediyoruz. Makinalaşmadan çok insanlığa, zekadan çok iyilik ve anlayışa ihtiyacımız var. İnsani değerlerimizi koruyamazsak hayat korkunç olur, hep kaybederiz. Siz insanlar güçlüsünüz. Makinaları yapacak güç sizdedir. Bu hayatı olağanüstü bir mutluluk serüvenine çevirecek olan yine sizlersiniz.”

        *

        Nazım Hikmet’in “insanlığın geleceğini” gördüğü “cennetim” dediği Sovyetler Birliği’nde insanlar kısa süre zarfında tam da şairin istediği gibi “makinalaştılar”. Bu “makinalar”yetmiş sene sonra, Şarlo’nun memleketindeki başka “makinaların” ürettiği şeyleri (kot pantolon, köfte falan) özlemeye, onları istemeye başladılar. Makinaların ideolojisi yok, hepsinin işleyiş mekanizması aynıdır çünkü.

        Peki hiç mi makina olmasın diyorum?

        Zinhar, olmasın olur mu? Benim demem makina olsun ama insan makina olmasın!