Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Birçok komşumuzun bahçesinde elma ağacı var, ama bizim eve en yakın komşu evin bahçesindeki elma ağacının dibinde yığın yığın elma vardı kısa bir süre öncesine kadar. Sanki küfeyle oraya taşımışlar gibi. Bir ağacın bu kadar elma verdiğini bilmezdim o ağacı görünceye kadar.

        Bir süre önce kızımla oradan geçerken ağacın dibindeki elma yığınını göstererek, “Sence bir elma olgunlaşınca neden dalından düşer?” diye sordum. Aslında soru benim sorum değildi, bundan tam iki yüz elli beş sene önce Tolstoy sormuştu bu soruyu.

        Liyan hiç düşünmeden cevap verdi soruma:

        “Artık dala ihtiyacı olmadığından. Dal görevini tamamlamış, onu olgunlaştırmış, o da dalından düşüyor işte.”

        Sonra bu mevzuya dair uzun uzun konuştuk onunla.

        *

        Gelelim Tolstoy’un bu soruyu neden sorduğuna.

        Tolstoy’un “Savaş ve Barış” romanın ikinci cildi hem Ruslar hem de Fransızlar için tarihe “1812 faciası” olarak geçen Napolyon’un Moskova seferinin başlamasıyla açılır. Hikâyeyi anlatmaya başlamadan önce birkaç sayfada bize savaşın nedenlerini üzerine bir yığın şey söyler Tolstoy. Bu savaş sahiden de neden çıktı? Çar Aleksandr’ın basiretsizliği, Britanya’nın kışkırtması, Napolyon’un her yere egemen olma hırsı başta olmak üzere bir yığın neden sayar üstat ama birkaç cümle sonra bu nedenlerin tümünü bizzat kendi eliyle çöpe atar. Ona göre kendimize göre ne kadar neden bulursak bulalım, bulduğumuz nedenler bize ne kadar mantıklı gelirse gelsin, onları ne kadar akla dayandırırsak dayandıralım hiçbirisi o savaşın, dolayısıyla tarihte olmuş olan ona benzer başka hadiselerin gerçek nedeni değildir. “Olay yalnız ve yalnız, olması gerektiği için meydana gelmiştir” o kadar.

        *

        Bu noktadan itibaren Tolstoy sanatçı şapkasını çıkarır, bir feylesof gibi konuşmaya başlar. Tarihte olmuş hadiselerin, bu hadiselerin içinde insanın rolünün, çoğu zaman çaresizliğinin, olayların insanı aşmasının sebeplerini açıklamaya çalışır büyük bir iştahla. Oysa o zamana kadar bir yazar olarak “1812 faciasını” hazırlayan sebepleri kendi anladığı gibi anlatmış, romanın ikinci cildinin başında aniden “anladığını anlatan yazar” kimliğinden sıyrılarak, “anladığını açıklamaya çalışan filozof” kimliğine bürünür. Yani romancı şapkasını çıkarıp filozof hırkasını giyer.

        Her insanın kendisi için yaşadığından, özgür iradesinden, zamanın bir yerinde yaptığı bir davranışla her şeyi elinden kaçırmasından, bu sebeple bir anda “tarihe mal olmasından”, tarihe mal olmuş hadiselerin içinde insanın rolünden, insanın bireysel ve sürü hayatından, bu iki hayatın birbiriyle ayrışmasından, insanın bilinçli olarak kendisine ama bilinçsiz olarak tüm insanlığın amaçlarına, yani tarihe hizmet etmesinden, yüksek bir mevkide duran insanın üstünlüğünden hareket ederek nüfuzunu kullanma biçimlerinden, “tarihin kölesi” olmuş olan hükümdarlardan, büyük olayları engellemek için bazen iki hükümdarın iradesinin yeterli olamamasından, bir savaşın patlak vermesi için ortaya çıkan binlerce küçücük nedenin o sırada bir araya gelmiş olmasından dem vurduktan sonra sözü o meşhur “elma” bahsine getirir:

        “Elma olgunlaşınca düşer. Ama neden düşer? Bir güç onu toprağa doğru çektiği için mi? Sapı kuruduğu için mi? Güneşte kurumaya başladığı için mi? Ağırlaştığı için mi? Rüzgâr estiği için mi, yoksa aşağıda duran bir çocuk o elmayı yemek istediği için mi?”

        Ona göre hiçbir şey, hiçbir şeyin nedeni değildir. O hadise neyse, onun meydana gelebilmesi için tüm koşulların bir araya gelmesi gerekir. “Elmanın hücreleri parçalandığı için ya da buna benzer bir durum yüzünden düştüğünü söyleyen bir botanik bilgini de aşağıda durup elmanın yalnız kendisi onu yemek istediği ve yere düşsün diye dua ettiği için düştüğünü söyleyen çocuk kadar haklı ya da onun kadar haksızdır.” Napolyon’un çok istediği için elde kılıç Moskova üzerine yürüdüğünü diyen de Çar Aleksandr’ın da “onun mahvolmasını istediği” için kendini “mahvettiğini” diyen de hem haklı ham haksızdır. Tıpkı yeraltında çalışan bir madencinin indirdiği son kazma darbesinin mahşeri bir patlamaya veya dağın o sırada orada çalışan herkesin üzerine çökmesine sebep olması gibi. Birileri “madenci o son kazmayı oraya indirmeseydi dağ üzerlerine çökmezdi” derse eğer hem haklı hem de haksızdır. Bu yüzden, “Tarihi olaylarda ‘büyük adam’ denilen insanlar olup bitenlere etiket yapıştırırlar; olaya ad takarlar. Oysa verilen bu adın, olayla, etiketin kendisi kadar az ilgisi vardır.” Elmanın düşme hadisesinden yola çıkarak tarihte ortaya çıkmış olayların sebeplerini irdeledikten sonra Tolstoy, bu bahsi ulaştığı şu sonuçla kapatır:

        “Onlara herhangi bir nedene bağlı olarak meydana geliyormuş gibi görünen olaylar, tarihî anlamda insanın iradesine bağlı değildir; tarihin genel akışına bağlıdır ve meydana gelişleri yüzyıllarca önceden hazırlanmıştır.”

        *

        Tolstoy’un romancı kimliği olan “anladığını anlatan yazar” kimliğinden sıyrılarak bir filozof gibi olayın sebeplerini “açıklamaya çalışan filozof” kimliğine bürünmesini, yaşayan kıymetli filozoflarımızdan Dücane Cündioğlu vaktiyle eleştirmişti bir yazısında. Elmanın neden düştüğünü sorgulayan Tolstoy’u bilmediği bir konuda ahkam kesmekle suçlamıştı yanlış anlamadıysam. Sanatçılar böyledir, hep kendi alanları dışında bir alanda söz söylemek, sivrilmek için uğraşıp dururlar. Bizden birçok sanatçının siyasi alana müdahale eden tavırlar içine girmesinin sebebi budur. Sadece tek bir örnek… Dünya çapında bir piyano virtiözü olan Fazıl Say’ın bir ara; çoğu zaman büyük bir maharetle konuşturduğu notaları bir kenara bırakıp veya onların etkisine güvenmeyip ağzından güçlükle çıktığı belli olan çiğ kelimelerle siyasi dertlerimize çözüm aramaya kalkışması gibi...

        Bu yüzden Dücane Cündioğlu’na göre Tolstoy’un sorusu öyle çok “kerametli” bir soru değildir. Şunları söyler Cündioğlu:

        “Elma düşer.

        Niçin?

        Cevabı cümlenin kendisinde saklı.

        Olgunlaşınca.

        Gayet tabiidir ki elma olgunlaşınca düşer.

        Yani kemâline erince.

        Başladığı noktaya geri dönünce.

        Zevâl kaçınılmazdır. İbn Sina’nın tabiriyle âfet.

        Olgunlaşmanın bir diğer anlamı da çürümedir bu yüzden.

        Kemâle varılmışsa zevâl kaçınılmazdır.” (Dücane Cündioğlu, 11 Eylül 2010, Yeni Şafak)

        Cündioğlu’nun baktığı yerden bakarsak eğer yerden göğe kadar haklıdır. Zaten birçok eleştirmen de Tolstoy’un bu “feylesof tarafını” çok ciddiye almaz. Hatta kitapları yabancı dile çevrilirken birçok çevirmen bu tür bölümleri kısaltarak çevirmişler vakti zamanında. Flaubert’den Zola’ya, Turgenyev’den başka kudretli yazarlara, eleştirmenlere kadar bir yığın işin erbabı, “asıl işin olan anlatmaya dön, açıklama işini de filozoflara bırak” demişler ona ama o ne yazık ki en verimli dönemini “Tolstoyculuğun ilkelerini” etrafa yaymaya harcar.

        İşin bu yönü böyle ama “düşen elma” sorusu da öyle bir çırpıda çürük elma sepetine atılacak cinsten bir soru değildir bence.

        *

        Felsefenin “kemale ermek” terimi birçok şeyi açıklayabilir ama mesela Cengiz Han’ın torunu Hülago’nun Bağdat seferini bu terimle açıklamaya kalkışmak bizi bir sonuca götürmeyebilir. Hadi Bağdat seferini; “Bağdat’ın surları da altından, dereleri bile altın akar” efsanesinden alınan dürtüyle, önlerine kattıkları çekirge sürüsüne benzer iki milyon esir Çinliyle çıkılan bir sefer oldu diyelim; peki ya Timur Leng’in ta Ankara’ya gelerek uzaktan akrabası Yıldırım Bayezit’ın ölümüne sebep olduktan, yani Osmanlıyı savaş meydanında yendikten sonra ta Paris’e kadar gidebilecekken ilerlemeyip Ankara’dan gerisin geri Moğolistan’a dönmesini neyle açıklayacağız? Rahmetli Kemal Tahir bu hadiseye “topal ihanet” demişti. Hiçbir mantıklı sebebi yoktur Topal’ın Bayezit’a böyle bir ölümü reva görmesinin. Diyelim Topal, Osmanlı’yı Batı’ya gidilen yolda bir engel olarak gördü kendisine, onu ortadan kaldırarak Batıyı fethedecek, ama o da yok! Ankara’nın Çubuk Ovası’nda yapılan bir muharebeyle hünkarın yaralanmasına, dolayısıyla de ordusunun yenilmesine sebep olur ve oradan geldiği gibi memleketine geri döner. Kemal Tahir’in ömrü vefa etseydi eğer “Topal İhanet” isimle bir roman yazmayı tasarlıyordu, hatta İsmet Bozdağ’ın verdiği bilgiye göre romanın girişinden birkaç sayfa yazmıştı bile.

        *

        Şimdi biraz daha yakın tarihe gelelim. Birinci Cihan Harbi’nde sıkışan Almanya, Rusya’yı devre dışı bırakacak bir çözüm ararken; o zamana kadar İsviçre’nin küçük bir kasabasında karısı Krupskaya’yla birlikte iptidai bir evde yaşayan, sabah erkenden evden çıkıp yakınlardaki kütüphaneye giden, akşam kütüphaneden evine dönen ama alttan alta da kendi partisinden militanlarla görüşmelerini illegal olarak sürdüren Lenin’i kullanmak gelmeseydi; Lenin ve arkadaşlarını Almanya’yı boydan boya kat edecek kapısı sıkı sıkıya kapatılmış, içinde “devlet sırrı” bir mal taşıyormuş gibi “kırmızıyla mühürlenmiş” bir trenin vagonuna bindirmeselerdi; tren Baltık kıyısında yükünü bir feribota devretmeseydi; Lenin ve arkadaşlarını Stockholm’de bir mağazada kendilerine yeni kıyafetler aldıktan sonra bu kez oradan da başka bir trene bindirilip birkaç gün içinde Finlandiya’dan Petersburg Garı’na patlamaya hazır bir “Alman bombası” olarak indirmeselerdi; Rusya’da Şubat Devriminin ardında Çar İkinci Nikolay’ın tahttan feragat etmesi üzerine ülkeyi yönetmek üzere iktidara gelen Kerenski hükümetine karşı Lenin ve arkadaşları Ekim ayında bir darbeye girişmemiş olsalardı, muhtemelen Rusya’da Batı tipi bir demokrasinin önü açılacak, bir süre sonra serbest seçimler olacak, çar olmadan, ya da İsveç’teki sembolik krallık gibi sembolik bir çarla demokratik bir Rusya doğmuş olacak; belki de Lenin’in kurduğu, daha sonra Stalin’in sürdürdüğü “proletarya diktatörlüğü” denilen o korkunç diktatörlük bu ülkede kurulmayacak, buradaki rejim de bir süre sonra Doğu Avrupa’ya sirayet etmeyecek, dünyanın her yerinde olduğu gibi bizim gibi ülkelerde de saçma sapan devrim hayalleriyle milyonlarca genç ölmeyecekti.

        *

        Şimdi de biraz daha yakın tarihe gelelim sıkılmadıysanız. İkinci Cihan Harbi, 1945 senesinde Rus kuvvetleri Berlin’e girdikten sonra bulunduğu fare deliğinde çoluk çocuğu ve avanesiyle birlikte intihar eden Hitler’in ölümüyle “resmen” sona erdi ancak fiiliyatta savaş bitmedi. Hitler’in müttefiki Japon imparatoru teslim olmayı “gururuna” yediremedi. Dünya, savaşın bitmesini kutlarken, Pasifik adalarında genç askerler her gün toprağa düşmeye devam ediyordu. Amerikalıların aklına, Japonya’yı o sırada çok gizli bir biçimde yapımına devam ettikleri ve Hitlere karşı kullanmayı düşündükleri atom bombasıyla devre dışı bırakmak geldi. Bir seferde belki birkaç yüz bin insan ölecekti ama uzun erimli bir savaşta muhtemelen ölecek milyonlarca insana kurban edilebilirdi o birkaç yüz bin Japon. Aynştayn atom bombasının formülünü bulmuştu daha önce, yapmak Oppenheimer’a düştü, yaptılar ve arka arkaya Hiroşima ve Nagazaki’yi haritan sildiler. Tehlikesi bugün dehşet düzeyine ulaşmış olan nükleer silah imalatı yarışı da o gün başladı.

        Şimdi Tolstoy’un “elma sorusundan” yola çıkarsak eğer; Hitler öldükten sonra Japonya teslim olsaydı belki de atom bombası projesi yarım kalacak, bomba Japonya’da patlamayacak, Amerikalıların elinde böyle güçlü bir bombanın var olduğunu bu deneyimle öğrenen Ruslar da “benzerini biz de yapalım da arkayı sağlama alalım” deyip işe girişmeyecek, savaş sonrası iki kutuplu dünyada silahlanma yarışı bu kadar hızlanmayacak, nükleer silahlar bugün tombik Kore diktatörünün bile eline geçmeyecek, İran’a bugün olduğu gibi kuşkuyla bakılmayacak, dünya daha yaşanır bir dünya olacaktı. Başa dönüp bütün bu “dehşet” Japon İmparatoru Hirohito’nun saçma gururu yüzünden ortaya çıktı, o kendini Güneş Tanrısı Amaterasu’nun torunu sanan herif olmasaydı ne atom bombası olacak ne de Aynştayn bizi beklemekte olan büyük felaketi gören bir kâhin edasıyla “Üçüncü dünya savaşının hangi silahlarla yapılacağını bilmiyorum ama dördüncü dünya savaşının taş ve sopalarla yapılacağını biliyorum” demeyecekti.

        Zira mevcut nükleer silahlarla başlayacak bir üçüncü dünya savaşından sonra geriye hiçbir şey bırakmayacak.

        *

        Her ne kadar komünistler Rusya’da devrimi “objektif ve subjektif şartların olgunlaşmasına” bağlasalar da Tolstoy’un dediği gibi ne Birinci Cihan Harbi sırasında 1917’de Rusya’da meydana gelen ihtilal ne de İkinci Cihan Harbi’nin bitiminden sonra hazır hale gelen atom bombasının Japonya’da patlamasıyla ortaya çıkan bugünkü “büyük nükleer tehlike”nin sebepleri tek cümleye sıkıştırılmış bir cevapla izah edilemez. Mesela mektepte okurken, Siyasal Düşünceler Tarihi dersinde hocamız Ahmet Güner Sayar’ın “Rusya’da devrimin olmasının sebeplerini anlatınız” sorusuna, çok iyi bildiğimi sandığım “objektif-subjektif şartlar” zırvasından hareketle bir yığın abuk sabuk şey yazınca yüz üzerinden on almış, şaşkınlıkla hocaya koşmuş, hoca da hayretle yüzüme bakmış, “bütün bu saçmalıkları nereden biliyorsun” diye bir süre beni sorgulamış, ben de yine abuk sabuk bilgilerle kendimi savunmuş, hoca da sorusunun cevabının tek cümle olduğunu, “Eğer Rusya’daki büyük entelektüel patlama yazsaydın tam not alırdın” bana demiş, bu da bana büyük bir ders olmuştu. Ama aradan kırk sene geçtikten sonra bugün bakınca ne benim ne de hocanın haklı olduğunu düşünüyorum şimdi. Ne Rusya’daki “büyük entelektüel patlama” ne de “objektif-subjektif şartların olgunlaşması” Rusya’da devrime yol açtı bana göre. Bence bütün bu soruların en sağlam cevabı “Olup biten her şey, insan iradesine bağlı değil, tarihin genel akışına bağlıdır” diyen büyük Tolstoy’un şu cümlesinde gizlidir:

        “Olaylar yalnız ve yalnız, olması gerektiği için meydana gelirler,” bizim bulduğumuz her türlü izahat sadece bizi rahatlatır, o kadar!

        *

        Komşunun elmaları mı?

        Birkaç gün sonra baktım, ağacın dibindeki o elma yığını yoktu. Komşu hepsini toplamış, yürüyüş yolumun üzerindeki boş bir araziye bırakmıştı. Çürüyüp toprağa karışıyorlar şimdi.