Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Arkaik ve günümüz Rusçasını iyi bilenlerle bazı Tolstoy uzmanları, ustanın büyük romanı “Savaş ve Barış”ın adının, Rusçadaki bir harfin yazılışından kaynaklı imladan dolayı, başka dillere yanlış çevrildiğini iddia ederler. Kitabın orijinal adı olan “Vayna i mir”in doğru çevrisinin “Savaş ve Barış” değil, “Savaş ve Toplum” olması gerektiğini söylerler.

        Doğrusu kitabı okurken ben de fark ettim. Her ne kadar, romanın bazı kahramanları “savaş tarafında”, bazıları da “barış tarafında” konumlandıkları için bu adın seçilmiş olması hissiyatına kapılsak da kitabı okurken; Tolstoy’un romanında “barış”tan çok “savaş” ve bu “savaş” karşısında Rus “toplumu” vardır.

        *

        Hegel’e göre Napolyon “at sırtındaki dünya ruhu”ydu. Bu konuda bütün tarihçiler filozofla hemfikirdir. Tolstoy da romanını yazarken aynı fikirdeydi. Şunları yazdı romanında:

        “Bu yüzyılın başlangıcında (19. yy) Avrupa’daki olayların temelinde, özünde yatan şey, Avrupa milletlerinin kitle halinde batıdan doğuya, sonra da doğudan batıya doğru yaptıkları askerî harekettir. Bu hareketin ilk adımı batıdan doğuya doğru olmuştur.”

        Tek bir adamın emriyle ordular harekete geçmiş, yüzbinlerce insan birbirinin mahvına sebep olmuştu. Tarihçiler bunu söylüyordu ama Tolstoy bu fikir karşısında “romancı kimliğini” bir tarafa bırakıp “filozof kimliğine” bürünüyor ve “hayır dostlar, Napolyon istilasına benzer büyük tarihi hadiseler, tek bir adamın, tarihe kendi emirlerini dikte ettirmesiyle meydana gelmez, bu tür hareketlerin yüzbinlerce nedeni var, birçok olgu, fikir ve irade bir araya gelir; birisi de de bütün bunların bir “güce”, bir “harekete” dönüşmesine öncülük eder” dedikten sonra bunu da insanın “sürü benzeri bir hayat” sürdürmesiyle açıklar.

        Tarihin bir döneminde, ondan sonraki tekmil hayatın gidişatını değiştirecek olan bir hareket, onu izah etmek için bulduğumuz tek bir nedenle açıklanamaz, “elma olgunlaşınca dalından düşer” amenna ama bu açıklama tek başına elmanın düşmesinin nedenini değildir. “Tarih; ‘Rastlantı olarak meydana gelen olay, bu koşulları meydana getirmiş, dâhi de ondan yararlanmıştır,’ der,” Tolstoy. Napolyon’un kendisi veya birileri her ne kadar onu tarihe hükmeden tek belirleyen olarak gösterse de aslında bu tür aktörler “tarih yazan” muktedirler değil, tarihin “emir kulu”, ona hizmet eden “hizmetkârlar”dır. (Tolstoy, romanını da tıpkı “tarih tezi” gibi kurgulamış. Tarihi hadiseleri açıklamaya girişirken tek bir açıklama bizi bir yere götüremeyeceğine göre, romanında da tek bir aileyi anlatarak meseleyi izah edemeyeceğini anlamış. Bu yüzden romanda “birçok aile”, “birçok hayat”, eşit ağırlığa sahip “birçok kahraman” vardır.)

        *

        Ben, bu yaşıma gelinceye kadar ne öğrendiysem, hemen hemen çoğunu romanlardan öğrendim. Bazen, mesela geçmiş yüzyılların savaşlarına dair önüne geçemediğiniz bir iştahla yeni bir şey öğrenmek istersiniz. Bu konuda yazılmış tarih kitapları kütüphaneler dolusudur, girmeyin o zahmetli işe, alın elinize Tolstoy’un kitabını, bakın bakalım Napolyon durup dururken neden saldırmış Rusya’ya. O Rusya ki, Napolyon’un askeri dehasına, ülkesine, kültürüne hayran bir Rusya’dır. Petersburg ve Moskova sosyetesi çoktan dilini unutmuş, Fransızca konuşuyor her yerde, Fransızca bilmeyene “kız vermiyorlar”, bu mahfillerde Rusça konuşanlar neredeyse aşağılanıyor. Barış zamanında bu böyle. Ama ne zaman ki Napolyon atladı atına, “ordular, ilk hedefiniz Moskova’dır” dedi onlara, ne zaman ordularının nal sesleri Borodino’yu aşıp Moskova’nın görkemli kiliselerinin çan kulelerinde yankılandı, işte o zaman “toplumun” yaptığı ilk iş Fransızcaya saldırmak oldu. O zamana kadar, Fransızca konuşmayanlar sosyetede neredeyse “aşağılanırken”, Fransız tehlikesi kapılarına dayanınca, Fransızca konuşanlar teker teker linç edilmeye başlandı. (Tersi de oluyor; mesela Devlet Bahçeli’nin, Türkiye Cumhuriyeti’nin en cesur, en yüksek perdeden, en radikal, en şaşırtıcı, en takdire şayan açıklamasından birkaç gün öncesinin Türkiye’sine bakın, bir de şu andaki duruma… Misal, TUSAŞ’a yapılan terör saldırısı Devlet Bahçeli’nin açıklamasından önce yapılmış olsaydı, muhtemelen şu anda Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı illerde belediyenin astığı Kürtçe tabelalar üzerinde birçok kişi tepiniyordu.)

        *

        Devlet Bahçeli’nin, 1 Ekim’de Meclis açılışında DEM’lilerle tokalaşmasını televizyondan seyrettiğim andan itibaren, o sırada bulunduğum kuzey kutbuna yakın bir şehirde ilk aklıma gelen şey; önceki yerel yönetimler seçiminde İstanbul’da seçimi yenilemeye götüren süreçte Ali İhsan Yavuz’un sarf ettiği sözü tekrarlayarak “Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu,” dedim kendi kendime. Bu “tarihi” sözün ışığında birçok dostumu aradım, birçok kişi benimle aynı fikirde değildi, “kesinlikle bir şey olmamıştı.” Ama “bir şeylerin olduğu”, o tokalaşmadan bir süre sonra hepimizin malumu olan Bahçeli’nin o grup konuşmasında çıtayı bulunduğu yerden alıp hiçbir yüksek atlama rekortmeni siyasetçinin aşamayacağı bir yüksekliği koymasıyla belli oldu. Bahçeli’nin bunu neden yaptığına dair, Tolstoy’un cevabına gelmeden önce, yine Tolstoy’un aynı romanda sarf ettiği “Alıştığımız yolun dışına çıktığımız zaman her şeyimizi kaybettiğimiz düşünürüz; ama yeni ve iyi bir şey ancak o zaman başlayabilir,” sözünü hatırlatalım.

        Şimdi, dünyanın en zor bilmecesi olarak kabul edilen bir bilmeceden yürüyelim. Cennete giden bir yol var önünüzde, yürümeye başlıyorsunuz. Bir anda yol çatallanıyor ama yolun çatallandığı yerde yön tabelası yok, çatallanan yol ağzında iki kardeş var, biri doğrucu öteki yalancı... Şimdi soru şu: O iki kardeşe aynı anda öyle bir soru soracaksınız ki, doğrucu da cevap verse yalancı da cevap verse işaret edilen yol cennet yolu olacak. Peki bu soru nasıl bir sorudur? Siz soruyu düşüne durun, bence dünyanın hızlıca; Aynştayn’ın “Üçüncü dünya savaşının hangi silahlarla yapılacağını bilmiyorum ama dördüncü dünya savaşının taş ve sopalarla yapılacağını biliyorum” sözünde vurguladığı bir döneme girerken; Devlet Bahçeli’nin bizi cennete götürecek olan soru üzerine uzun uzun düşündüğü aşikâr. O’nun Tolstoy’un sözünü ettiği “alıştığımız yol” dışına çıkmada hepimizden daha cesur davrandığı bir gerçek; birçok şeyi kaybetmeyi göze aldığı doğru ama eğer o doğru soru varsa onun aklında, hepimiz için “yeni ve iyi bir şeyin” o yolun sonda beklediği de bir o kadar doğru…

        *

        Tarihsel süreç içinde Devlet Bahçeli’nin hareketine benzer hareketleri Tolstoy, “tren metaforuyla” izah etmeye çalışır. Giden bir tren düşünün. Peki tren nasıl hareket ediyor? Bir köylüye sorsan, sana “onu şeytan hareket ettiriyor” der, daha bilgili biri trenin tekerlekleri döndüğü için hareket ediyor der, biraz daha umur görmüş birisi ise, “hareket rüzgârın savurduğu dumandan meydana geliyor” der size.

        Aksi bir fikri köylüye kabul ettirmeniz mümkün değildir. O bilmediği şeye “şeytanı” karıştırır. Bir kere önce köylüye şeytan denilen bir yaratığın olmadığı ispatlamanız veya başka bir köylünün ona bu işi yapan şeyin “Alman kafası” olduğunu ispatlaması gerekir ki işiniz bir hayli zor. Ha bu zoru başarırsanız eğer, işte “o zaman o birbirine aykırı olan fikirlerden ikisinin de doğru olmadığını görür” köylüler. İzahatı tekerleğin dönmesine bağlayan kişinin işi ise biraz daha zordur. Bu sefer tekerleklerin neden döndüğünü de ispatlaması lazım. Gide gide pistonu hareket ettiren buhara varıncaya kadar ciddi bir araştırma bekliyor onu. Dumandan dolayı hareket ediyor diyen üçüncü kişi ise ilk gözüne ilişen belirtiyi yakalamış ve hareketin nedeni olarak o görüntüye sarılmıştır.

        Oysa iş bu kadar zor değildir. Birkaç günden beri televizyonlarda, Devlet Bahçeli’nin açıklamalarını anlamlandırmaya çalışan allamelerin dediklerine, gazetelerde köşe yazan muharrirlerin yazdıklarına bakıyorum, hepsi Tolstoy’un açıkladığı cümlenin çok uzağındalar. Tolstoy’a göre trenin hareket etmesinin çok basit bir nedeni vardır. Treni harekete geçiren şey, “görünen harekete eşit bir güç” kavramıdır. Bu mekanik için böyle ama aynı durum toplumsal hareketler için de geçerlidir. “Milletleri harekete geçiren şey, o milletlerin hareketine eşit bir güç kavramıdır,” der Tolstoy.

        Oysa Devlet Bahçeli’nin “hareketini” açıklamaya çalışan binlerce kişi birbirine aykırı, hiç birisi “görünen harekete eşit kuvvetten” bahsetmeden meseleyi izah etmeye çalışıyor. Bazıları, tıpkı köylünün yaptığı gibi işi “derin devlete” (Tolstoy’un örneğinde şeytana); bazıları bunu büyük devletlerin zorlamasına (Tolstoy’un örneğinde tekerleğin dönmesine), bazıları ise Devlet Bahçeli, dolayısıyla devletin “çaresizliğine” işi bağlarken, pek az kişi, Tolstoy’un deyimiyle bu hareketi “aklın yarattığı bir sonuç” olarak görüyor.

        *

        Tolstoy’a göre, tarihi tek tek şahsiyetler yazmaz. Dünyanın gidişatına yön veren filozoflar, büyük siyaset adamları, askeri dâhiler, krallar, padişahlar olsun, her birisinin hareketinin tek başına bir kıymeti harbiyesi yoktur. Bunların başlattığı bir eylemi, bütün toplumun eylemi olarak ele almak zorundayız. Bu işte elimizdeki tek anahtar, “herkesi aynı amaca doğru sürükleyen”, hatta “zorlayan” bir “güç” kavramıdır. Peki bu kavram tılsımlı kuvvetini nerden alıyor? Tabi ki iktidardan!

        Bir süre sonra söz sırası “iktidara” geçecek, biraz sabırlı olmak lazım.

        (Ha bu arada başlayan “şey” her ne ise, o “şeyle” ilgili olarak yaptıkları toplantıdan sonra; gençliğimizde “halkımıza” başlığıyla yazıp etrafa dağıttığımız, kimsenin okumadığı, okuyanın da hiçbir şey anlamadığı “devrimci bildirilere” benzer bir “bildiriyle” fikirlerini serdeden "kantin devrimcisi" DEM’lilerin bu çocuksu tavrını; içinde Tolstoy geçen bir yazının içine yerleştirmek ne derece doğrusu bilemedim ben de.)

        *

        Doğduğum köyde, köylüler yağmur mu geliyor, hava durumu bundan sonra nasıl olacak diye ellerini alınlarına siper eder, “nişîv” dedikleri, güneşin battığı batı yönündeki göğe bakar, hava durumunu tahmin etmeye çalışırlardı. Tolstoy’un romanında bu davranışlarla ilgi de bir pasaj çıktı karşıma. Diyor ki, o pasajda, “Köylüler, yağmur mu, rüzgâr mı istediklerine bakarak ve yağmurun nedenleri konusunda açık bir bilgiye sahip olmadan ‘Rüzgâr bulutları dağıttı,’ ya da ‘Rüzgâr bulutları getirdi,’ derler,” der. Ona göre “tarihi genel olarak ele alan tarihçiler de” tıpkı o köylüler gibi davranırlar. Sanki bizim matbuatımızdaki yorumcuları tarif etmiş gibi. Bazıları Devlet Bahçeli’nin hareketini, hangi tarafta yer aldığına bağlı olarak bunu “iktidarın bir oyunu”, ötekiler de başka bir şeyi ispatlamak için iktidara karşı geliştirilmiş bir “oyun” olarak nitelendiriyorlar.

        Ne olursa olsun hayırlı bir girişim olduğunu söyleyenler, Allah’tan çoğunlukta!

        Tolstoy yine “Savaş ve Barış”ta; bir tek kişinin nasıl olup da bütün bir milleti kendi iradesine göre hareket etmeye zorladığı, o tek kişinin iradesini yöneten şeyin ne olduğu sorusunun tarihin başlangıcından beri var olduğunu, herkesin bu sorunun cevabı için başka bir tarih yazmaya kalkıştığını, bazılarının bu soruya cevap olarak “ilahi bir güç” kavramına sığındığını, bazılarının ise “o ilahi gücün”, o toplumdan birisini “seçtiğini” söylerler.

        Dilerim bizde de böyle bir “güç” vardır ve bu güç, bu işin suhulete kavuşması için Devlet Bahçeli’yi “seçmiş”tir.

        *

        Bu sefer de olmazsa, Tolstoy'un deyimiyle "çok sert bir rüzgar kapkara bulutlar" getirecek beraberinde.