1840 Baharında, Hakkari-Tiyar Vadisi’nde, Keşiş Hanişo’nun Başından Geçen Bir Hikaye
KATİL ANLATIYOR
Ne zamandır takip ediyorum gavuru, günlerin sayısını ben bile unuttum. Çok uzun bir süreden beri diyeyim de başınızı fazla ağrıtmayayım. Artık işim oldu benim her sabah aynı adamın peşine düşmek. Köyün içindeki kiliseden, buradan bir hayli uzakta bulunan, “Dêra Berojî” dediğimiz dağ kilisesine gidişi hemen hemen hep aynı saate rastlar. Kuşluk vakti çıkıyor gavur kiliseden, hep aynı yolu takip ederek öğlen gibi varıyor dağ kilisesine. Onunki nasıl bir görevse, onu takip etmek benim için de öyle bir görev haline geldi bir süreden beri. İşimi gücümü bırakmış, bu uzun sakallı, hırpani kılıklı, başı önüne eğik, durup etrafına bakmadan yürüyen keşişi takip ediyorum. Başta bir amacım yoktu, uygun bir an kollayıp gavuru cehenneme gönderip cennetteki yerimi sağlamlaştırmak istiyordum o kadar. Bizim caminin hocası anlatmış, o anlar bu cennet-cehennem işlerinden; günde yedi yılan, yedi kertenkele öldürmek nasıl cennete giden kapıyı aralıyorsa, bir gavur öldürmek de o kapının açılmasını o kadar kolaylaştırıyormuş. Ama işte her istediğin zaman bir gavur bulup öldüremiyorsun. Gavur mu yok, var, beraber yaşıyoruz, nereye gitsen biri çıkıyor karşına ama onlardan birisini öldürmek zor işte. Sana fazla karşı koymayacak ihtiyar, güçsüz birisini bulacaksın ve çok kısa yoldan hal edeceksin işini. Bu da o kadar kolay değil. Bir de öldürmek ayrı bir mesele, yakınları peşine düşer mutlaka intikamlarını alırlar. Onların da eli armut toplamıyor nihayetinde. Cennete gitmek o kadar kolay değil, meşakkatli, her şeyden önce hak edeceksin, zahmete katlanacaksın. Ben de bu keşişin peşine düştüğümde bunu düşünmüştüm başta. Bir türlü uygun anı yakalayamadım, fırsat çıkmadı karşıma anlayacağınız. Bir sefer tam fırsatı bulmuşken tanıdığı başka bir gavura rastlamış, ben de yolumu değiştirmiş, koruya dalmıştım. Sonraki günlerde gavur bir şeyler taşımaya başladı. Bir gün çıktı kiliseden aynı saatte, bu kez omzuna çift gözlü bir heybe asmıştı. Ağır bir şeyler vardı heybede. Güçlükle taşıyor gibiydi yükünü. Sıcak bir gündü. Bir sürü yerde mola verdi. Birkaç pınarın başında durdu, yükünü yere koydu, yüzünü soğuk suyla yıkadı. Bir iki yerde de ağaç gölgesinde soluklandı. Sonra tekrar aldı heybesini, yoluna devam etti. Sahi, bu gavur bu kiliseden öteki kiliseye ne taşıyordu böyle her gün? Düşüne düşüne çıldıracağım ve en sonunda ne taşıdığına emin oldum artık. Kesin kıymetli bir şeyler vardı heybesinde! Altın olmasındı? Altın ne gezer bu fukaralarda. Hepsinin açlıktan bir yeri örümcek bağlamış. Öyle değil, mahsus yemiyorlar, oruçlu bunlar, onların orucu bizimkine benzemiyor, hele keşişlerinki… Altınları o dağ kilisesine götürüp oraya gömüyorlar kesin. Altın fikrini bulunca rahatladım. Şimdi keyfime diyecek yoktu. Onu cehenneme yollayarak hem cennetteki yerimi sağlamlaştıracak hem de dünyalığımı yapmış olacaktım. Bir heybe dolusu altın! Ne yapar benim gibi bir fukara o kadar altını. Dur canım sen de. Hemen harcama hesabı yapma. Hele bir geçsin önce eline. Güneş gittikçe yükseliyordu. Bu vadide sıcak da sıcak oluyor ha. Her yerde bir sinek vızıltısı, her gevenin altından bir keklik sıçrıyor ki insanın ödü kopuyor. Başı önünde yürüyor keşiş, adımları ahenkli, bastığı yerden toz bile kalkmıyor. Fazla yaklaşmıyorum gavura, aman beni fark etmesin. Yol yokuş aşağı dereye iniyor. Öyle ahenkli akıyor ki ırmak. Su sesi şimdi bütün börtü böceğin sesini bastırmış. Ceviz ve söğüt ağaçları arasında, şarkı söyler gibi berrak akıyor su. Çoğu zaman bu sıcak havalarda, buralarda bu ırmak kenarında durup suya giriyorum. Ferahlık veriyor. Keşiş de öyle yapacak sandım. Yaparsa eğer fırsatın en büyüğünü yakalamış olacağım. Heybesini indiriyor omzundan, belli ki çok ağır, güçlükle yere koyuyor. Sonra oturuyor yanına. Ayağındaki çarıkları çıkarıyor özenle, ayakları çıplak. Çıplak ayaklarını suya sokuyor, ellerini destek yapıp geriniyor geriye doğru, suyun serinliği bütün bedenine yayılmış olacak ki bir süre ayakları suda, ellerine dayanmış vaziyette, yüzü gökyüzüne doğru o halde kalıyor. İşte tam zamanı. Bağırsa bile, suyun sesi, bastırır sesini. İki adımda atmaca gibi adamın üzerine nasıl çöktüm, bu hareketime ben bile şaştım kaldım. Ellerimi gırtlağına geçirmiş, kafası kucağımda, zayıf, çelimsiz, kuş kadar bedenini kalın bacaklarımın arasına almış halde gavuru nefessiz bırakırken buldum kendimi. Evliyalar yetişmiş olmalı yardımıma, yukarıdan gözlerine değdi gözlerim. Karanlık, derin bir kuyunun dibinde parlayan iki ateş böceği gibi geldi bana gözleri ama daha sonra o çukurda, bana çok uzak ama aynı zamanda bana çok yakın olan o çukurda merhamet bekleyen bir kurbağa gözleri oldu bir anda. Avlanırken, henüz ölmemiş avımın yanına vardığımda bütün hayvanlar böyle bakar bana. Neyse canım bu gavurun ne farkı var o hayvanlardan. Hatta o hayvanların tümü günahsız ama bu herif her gün battal dinini etrafa yaymaya çalışarak günah işleyip duruyor. Sıktıkça sıktım boğazını, gözüm gözlerinde, boğazından hırıltılar çıktı bir süre, ağzı köpüklendi, o derin kuyunun dibinde yanan ölgün fer yavaş yavaş söndü, boğazından çıkan hırıltılar azaldı, ağzından taşan köpük çoğaldı, nefes alıp verişi durdu, bacaklarımın arasına aldığım cılız, kuş kadar bedeninin şiddetli kasılmaları dindi, bir süre sonra kucağımda uyuyan bir çocuk gibi kala kaldı öyle. Ölmüştü. Cesedin altından çıktım, ölü bedeni yuvarladım, yuvarlanan bir taş gibi düştü suya. Çift gözlü heybesi bütün haşmetiyle duruyordu orada. Bir hazineye uzanır gibi uzandım ona. Yanına oturdum, heyecanla elimi uzattım ilk göze. Elime bir kitap geldi, çektim, kara kaplı, kapağına bal mumu sürülmüş, ince bir kitaptı, açtım, tuhaf harfler çıktı karşıma. Bizim kutsal kitabımızdaki harflere benzemiyorlardı, neyse şimdi harflerin biçimiyle ilgilenecek zaman değildi. Kitabı ters çevirdim, kitaptı işte. Silkeledim içinden hiçbir şey dökülmedi, kızdım, kitabı gavurun cesedinin bulunduğu yere fırlattım. Elimi tekrar daldırdım, bu sefer elime bir kitap daha geldi, aynı hareketi yaptım, kitaptı işte, onu da öbürünün yanına attım. Elimi tekrar daldırdım heybeye, elime tekrar bir kitap geldi, onu da fırlattım aynı yere. Kızgınlığım gittikçe artıyordu. Şimdi elime gelen kitapları, karıştırmadan atıyordum cesedin yanına. Bu gözden hayırlı bir şey çıkmamıştı. Heybenin öteki gözüne daldırdım elimi, altın beklerken elime tekrar bir kitap geldi. Onu da attım aynı yere, sonra ötekini, daha sonra ötekini. Şimdi heybe bomboştu. Meğer öbür kiliseye kitap taşıyormuş gavur! Kitaplar, sudaki cesedin üzerine birikmişti. O küçücük, el kadar cesedi, o kalın kitapların altında kalmıştı şimdi. Üzerinden su geçiyordu. Öfkeden çıldırmak üzereydim. Günlerdir işimi gücümü bırakmış bu pis gavurun peşine takılmıştım. Bana kala kala bomboş, at sidiği kokan pis bir heybe kalmıştı. Heybeyi de attım ceset ile kitap yığının üzerine, hızlıca uzaklaştım oradan.
*
1989 Baharında, Eskişehir’de Bir Dinlenme Tesisinde Yazar Yusuf Atılgan’ın Başından Geçen Bir Hikaye
HIRSIZ ANLATIYOR
Anayoldan saparak dinlenme tesisine giren, oradan da duracağı yere kadar giden şehirlerarası otobüsü, arkadaşlarımın kartal gözlerine benzettikleri gözlerimle takip ettim. Bir yol üstü tesisidir burası. Otobüsler burada mola verir, yolcular yemek yer, tuvalet ihtiyacını giderir, öyle devam ederler yola. Sanki anlamlandıramadığım, ama kesinlikle bir canlı olmadığına emin olduğum bir şey, “evet beklediğin şey bu otobüste, onu sakın kaçırma, ele geçireceğin ganimet bu otobüste yolculuk yapan bir adamın oturduğu koltuğun baş üstü dolabına koyduğu çantasında” demişti bana. Hızlıca otobüsün durduğu yere gittim. Önce uzun uzun bir el freninin sesini duydum, sonra iki kapısı da açıldı otobüsün. Önce arka kapıdan bir iki kişinin inmesini bekledim. Böyle cılız, iğne deliğinden geçecek kadar zayıf, çelimsiz bir adamım ben. Birkaç kişi inince, hemen aralarından su gibi akarak, otobüste bir şeyini unutmuş bir yolcu refleksiyle içeri daldım. Bunu yaparken, bütün tecrübemi kullandım. İlk defa yapmıyorum bunu ben çünkü. İşim gücüm bu benim. Çoğu zaman da voliyi vururum ha… Hızlıca kapağı olmayan baş üstü dolaplarına göz atarak otobüsün ön kapısına doğru ilerledim. Ön koltuklardan birinde, kısa boylu, kareli ceket giymiş, ayağındaki pantolonu temiz ama eski, kılığı kıyafetiyle efendi, okumuş yazmış birisine benzeyen bir adam en sona kalmıştı sanki, hızlıca onun baş üstü dolabına baktım. Adam kayıtsızca otobüsten inerken, ben baş üstü dolabındaki deri çantasını gözüme kestirdim. Şişkin bir çantaydı. Mutlaka kıymetli bir şey vardı içinde. Kulplu, böyle eskilerin sünnetçi çantalarını andıran ama daha çok efendilerin bir yere seyahat ederken öteberilerini koydukları bir çantaydı sanki. Kulpundan tutup çektim, kolayca elime geldi ama beklediğimden de ağırdı. Bu düşünceli, hareketleri bir hayli ağır adam, bu çantada ne taşıyor acaba? Şimdi bu soruların zamanı değildi. Otobüse girerken nasıl bir şeyini içerde unutmuş bir yolcu gibi davrandıysam, inerken de unuttuğu şeyi alıp inen yolcu gibi davrandım. Ben elimde çantayla sola kıvrılıp tesisin dışına çıkarken, çantanın sahibi sandığım kayıtsız adam da lokantaya girmişti sanırım. Yarım kalmış bir inşaat var, metruk, hep burada kontrol ederim ele geçirdiğim ganimeti. Daha önceki avlanma sırasında birkaç defa oturduğum duvar dibine vardım soluk soluğa. Ben buraya ulaşınca genellikle otobüsler de hareket eder mola yerinden. Çantayı aldığım otobüs mola yerinden ana caddeye çıkınca çantayı açmaya sıra gelmişti artık. Heyecanla fermuarını açtım. İlk bakışta gözüme gelen kitaplar oldu. Allah kahretsin beni, ala ala kitap dolu bir çanta mı aldım pinti? Ne yapacağım ben kitabı? Okumayla yazmayla aram yok benim. Ne okuduysam yarım bıraktığım ilkokulda okudum. En üstteki kitabı aldım. Adını okumaya başladım. Orhan Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”… Kim ola bu Cevdet Bey acaba? Neyse canım bana ne Cevdet Bey’den, kimse kim. Sağ yanıma bıraktım. İkinci kitabı aldım. Vedat Türkali, “Mavi Karanlık”… Mavi karanlık mı? Karanlık karanlıktır, mavisi de mi var karanlığın? Onu da diğer kitabın üzerine bıraktım. Üçüncü kitabı aldım çantadan. Fethi Naci, “Roman ve Toplumsal Değişme”… Mutlaka Roma’yı anlatıyor bu kitap… Bütün kitaplar da kalın… Çantanın ağırlığı oradan geliyordu demek. Ben de kıymetli bir çanta buldum diye sevinmiştim. Çantadan çıkan diğer kitapları isimlerine bile bakmadım artık. Hepsini çantadan çıkardım, orda üst üste yığdım. Çantanın dibinde mavi kapaklı bir dosya kalmıştı. Bu dosyada kıymetli bir şey olabilir miydi? Mavi kapaklı plastik dosyanın kapağını açtım. Daktilo ile yazılmış sayfalar vardı üst üste. İlk sayfayı okudum. “Canistan… Dördüncü Bölüm: SANIK” Allah Allah, mahkeme celbi olmasın? Yoksa bir avukat mıydı bu çantanın sahibi… Tekrar baktım, ilk sayfanın en üstünde bir isim yazılıydı: Yusuf Atılgan… Bir süre sayfaları karıştırdım. Hiç anlamadım şeyler yazılıydı sayfalarda. Benim bildiğim Türkçeye benziyordu ama sanki ben anlamıyordum yazılanları. Şifreli şeyler olabilir miydi bu kağıtlar? En iyisi başımı belaya sokmamak, onlardan hemen kurtulmak. Dosyayı da kitapların üstüne bıraktım. Elimi cebime attım, sigara paketimi çıkardım, bir sigara aldım, yaktım, ilk nefesi ciğerlerime çekerken, çakmağım hâlâ yanıyordu. En üstteki dosyayı tekrar aldım, sayfaları tutuşturdum, yanmaya başlayınca kitap sayfaları açarak onların da tutuşmasını sağladım. Ateş harlanınca, yerimden kalktım, sigaram ağzımda, elimde pis kokan deri bir çanta kalmıştı şimdi. Kulpundan tuttum, acelem varmış gibi oradan uzaklaştım. Bir ara arkama dönüp baktım, yarım kalmış boş inşaattan ince bir duman tütüyordu.
*
MERAKLISI İÇİN MALUMAT:
Yusuf Atılgan’ın “Canistan” romanı külliyatına “tamamlanmamış roman” olarak geçer. Yakın arkadaşı Halil Şahan, romancının kendisine yazdığı mektuplardan oluşan “Sevgili Halil Kardeş” adlı kitabının önsözünde, oldukça yavaş yazan, yazdıklarını kolay kolay beğenmeyen, bu yüzden geriye çok az sayıda eser bırakan Yusuf Atılgan’ın “Duruşma”, “Yargıç”, “Tanık”ve “Sanık” adını koyduğu dört bölümden oluşan; İkinci Meşrutiyet ve Milli Mücadele yıllarında Manisa köylerinde yaşanan trajik bir dostluk ve aşk öyküsü anlattığı “Canistan” romanının son bölümü olan “Sanık” bölümünü de yazdığını, İstanbul’dan Manisa’ya giderken otogarda çantasının bir hırsız tarafından çalındığını, “Sanık” bölümünün de o çantada olduğunu, metin hırsızın eline geçtikten sonra yazarın aynı bölümü bir daha yazmaya yeltenmediğini söyler.