Dünya kurulalı beri, anlatılmış ve anlatılmakta olan ne kadar yazılı hikâye varsa hepsi Gılgamış’la başlar.
İnsan tek başına bir anlam ifade etmez. Bu yüzden yüce yaradan topraktan yarattığı Adem’e eş olsun diye, onun kaburga kemiğinden Havva’yı yarattı. İkisi birlikte bir anlama büründüler. İkisi birlikte emre itaatsizlik etti; cennetten ikisi birlikte kovuldu. İnsanlık ikisinden türedi.
Tanrı birbiriyle anlaşsınlar diye diller verdi insanlara; dil kendini daim kılmak için edebiyat denilen bir ifade aracı buldu. Yazı denilen büyülü aracın icadıyla ilk ortaya çıkan hikayedir Gılgamış hikayesi; anlatılan ne kadar hikâye varsa o, ilk örneğidir hepsinin.
Gılgamış varsa, ona yoldaşlık yapacak birisine de ihtiyacı var demekti. Enkidu bu yüzden yaratıldı. Edebiyat tarihi, biraz da belirgin bir bağla birbirine bağlı karşıtların veya ikizlerin tarihidir. İkizler teması, edebiyatta Gılgamış’la başlar. Gılgamış’ın ruh ikizi Enkidu’dur çünkü.
Gılgamış Destanı kendisinden sonra yazılacak milyonlarca hikayenin ilk prototipidir. Gılgamış ile Enkidu çiftinin hikayesine benzer, daha sonra binlerce hikaye yazıldı. Aşık çiftlerin, düşman çiftlerin, dost çiftlerin, aynı meslekten çiftlerin, ayrı meslekten çiftlerin, kadın ile erkeklerin, efendi ile uşakların, hoca ile talebelerin hikayeleri doldurdu binlerce kitabın sayfalarını.
Anlatılan en eski hikaye Adem ile Havva’nın hikayesiyse, yazılan en eski hikaye de Gılgamış ile Enkidu’nun hikayesidir. Onların peşinden geldi mitolojideki “Eros ile Psykhe”, “Elektra ile Klytaimestra”; “Eyüp Kitabı”nda geçen “Eyüp ile Yehova”; “Kitab-ı Mukaddes”teki “Habil ile Kabil”; Shakespeare’in kahramanları “Macbeth ile Banquo”; Cervantes’in karamanları “Don Kişot ile Sanço Panza”; Şeyh Galip’in yarattığı “Hüsn ile Aşk”; Brahman rahibi Beydeba tarafından yazıya geçirilmiş “Kelile ile Dimne”; Goethe’in kahramanları “Dr. Faust ile Mefisto”; Arthur Conan Doyle'un kahramanları “Sherlock Holmes ile Watson”; Rudyard Kipling’in kahramanları “Kim ile Lam”a; Gustave Flaubert ‘in “Bouvard ile Pécuchet”; Orhan Pamuk’un “Beyaza Kale”de yarattığı “Hoca ile Köle” hikayeleri…
Edebiyat tarihinden seçilmiş bu kahramanların tümü biri var olduğu için öteki var olmuş, çoğu zaman karşı karşıya gelip çarpışmış bu kahramanlar, bazen birbirlerini aşık olmuş, kavuşamamış, bazen kavuşup sevişmiş, çoğu zaman birbirlerine rehberlik yapmış, yoldaşlık etmiş, çoğu zaman da birbirinin kuyusunu kazmış, en çok da biri bir diğerinin yerine geçmiş.
*
Üç bin beş yüz yıl boyunca toprak altında kalmış olan “Gılgamış Destanı”nın yazılı olduğu kil tabletleri bulunduğu yerden çıkarmak, Britanyalı seyyah, arkeolog, çivi yazısı uzmanı, sanat tarihçisi, teknik ressam, koleksiyoncu, yazar ve diplomat -ki 1877’den 1880’a kadar Britanya'nın Osmanlı büyükelçiliğini yapmıştır- Austen Henry Layard’a nasip oldu. Amatör bir arkeolog olan Layard 1845 yılında Musul’a gitti ve burada “Ninova”yı keşfetti. Başladı kazıya, üç sene sürdü bu faaliyeti, bu arada Hakkari’ye, hatta benim doğduğum köye kadar geldi. Kürt kültürünü inceledi, Kürtleri, Nasturileri, Yezidileri tanıdı, ülkesine dönünce de iki ciltlik, Türkçesi Mehmed Uzun’un mükemmel önsözüyle Avesta Yayınları arasında çıkan, “Ninova ve Kalıntıları” kitabını yazdı.
Layard’ın İngiltere’ye götürdüğü malzemeyi bir grup uzman incelemeye başladı. Tam 22 sene sonra, 1872’nin sonlarına doğru bir öğlen vakti British Museum’un tozlu bir odasında, o kil tabletler üzerine çalışan genç bir Asurolog olan George Smith, üstünü başını paralarcasına, tıpkı bir deli gibi masaların etrafında sevinçten uçarcasına dans etmeye başladı. Çözdüğü o kil tabletlerde Nuh Tufanı anlatılıyordu! Eğer yanlış okumadıysa Kitabı Mukaddes’in anlattığı hikâyeye bir dayanak bulmuştu. O tabletlerde yazılan, daha sonra bulunacak başka tabletlerle bir araya getirildi, uzun ve meşakkatli bir çalışma sonucu bugün elimizde bulunan “Gılgamış Destanı” ortaya çıkmış oldu.
*
“Gılgamış Destanı” hem bir adamın hem de bir şehrin hikayesidir. Gılgamış’ın nasıl kral olduğunun, kral olduktan sonra bir ruh ikizine ihtiyaç duymasının, bu yüzden vahşi Enkidu’nun bulunup evcilleştirilmesinin, ikisinin dostluğunun, Enkidu’nun ölümünden sonra ölümden korkan Gılgamış’ın ölümsüzlük otunun peşine düşmesinin ibretlik hikayesi olduğu gibi; o sırada muazzam bir şehir olan Uruk’un nasıl “adil bir şehre” dönüştüğünün de hikayesidir. Şehir, Gılgamış’ın hükümdarlığı sırasında zengin bir şehir olmuş, Gılgamış onu surlarla çevirtmiş, ticareti sağlamlaştırmış, üretimi arttırmış, Uruk'u döneminin en muhteşem şehri haline getirmiştir. Bugün Irak’ta Tel el-Varka adıyla bilinen Uruk şehri, tufandan sonra ortaya çıkmış ilk Sümer şehridir. İlk yazı bu şehirde ortaya çıkmış. Dünyanın ilk okulları bu şehirde açılmış, okuma yazmayı ilk defa bu şehrin sakinleri öğrenmiş, ilk bilgi kil tabletlere burada geçmiş, ilk saban burada icat edilmiş, sabana ilk öküz burada koşulmuş.
*
Destanda “Heybetli, alımlı, göz kamaştırıcı ve mükemmel” bir insan olarak tarif edilen Uruk Kralı Gılgamış vücudunun üçte ikisi Tanrı, üçte biri insan olan bir yaratıktır. Dedesi Uruk Kralı Emerkar bir falcıya fal baktırır. Remilbazın falda gördüğü, hiç de hayra alamet değildir. Kızı bir çocuk doğuracak, o çocuk krallığı büyükbabasından alacak! Kral korkar, kızını yüksek bir kuleye kapatır, kapısına da bir muhafız diker. Takdiri ilahi, kız yine de hamile kalır, bir süre sonra da bir erkek çocuk doğurur. Muhafız korkar, yeni doğmuş olan bebeği yüksek kulenin burcundan aşağı atar. Tam o sırada, geniş kanatlarını açarak uçmakta olan bir kartal düşen çocuğun altına girer, onu kanatlarına alır, uçar, bir hurma bahçesinin kenarına konar, çocuğu orada bırakıp gider. Bahçıvan ile karısı, bebeği alır, “her şeyi gören ve bilen” anlamına gelen Gılgamış adını koyarak büyütmeye başlarlar. Çocuk büyür delikanlı olur. Seyahate merak salar, evden çıkar, Uruk şehrine gider. O sırada kralın öldüğü haberi ortalığa yayılmıştır. Çarşı pazar dolaşırken herkesin dikkatini çeker. Hem yakışıklılığı hem endamı hem yürüyüşü hem her insanda bulunmayan heybetiyle tam kral olacak adamdır, alıp onu Uruk şehrine kral yaparlar.
*
Çalışkan bir kral olan Gılgamış’ın en büyük kusuru “iktidarını kötüye” kullanmasıdır. Erkeklere zulüm ediyor, kadınlara tecavüz ediyordu. Bu adaletsizliğe daha fazla dayanamayan Uruk halkı, cennetteki tanrılardan yardım talebinde bulunur. Tanrılar şikayetleri ciddiye alır, derhal toplanırlar. Toplantı neticesinde, Gılgamış’ı adil hale getirmenin tek yolunun, suiistimal üzerine kurulu iktidarı dengeleyecek, şehre barışın dönmesinin yolunu açacak bir muadilinin, başka bir deyişle bir “ruh ikizinin” yaratılmasından geçtiğine karar verirler. Gök Tanrısı An, yüce Tanrıça Aruru’ya, “Gılgamış’ı nasıl yarattıysan, şimdi de gerek vücut gerek kalp bakımından ona denk birini yarat” diye emreder. Yüce Tanrıça, Fırat nehrinin sularıyla ellerini yıkar, nehir kenarından bir toprak kil alır, ona insan şeklini verir ve kırlara salar. “Kralların adamı” anlamına gelen Enkidu böyle doğar.
*
Enkidu, Gılgamış’ın “aynada görülen” halidir. Onun da vücudunun üçte ikisi hayvan, üçte biri insandır. Vahşidir. Hayvanlarla birlikte yaşıyor. Bir diğer işi de onları korumaktır, insanlığına ve doğal adalet duygusuna dair hiçbir bilgiye sahip değildir. Günün birinde ormanda avlanan genç bir avcı onu görür. Dehşet içinde gördüğü yaratığı babasına anlatır. “Ot yiyor baba, suyu çukurdan içiyor, hayvanlara kurduğum bütün tuzakları bozuyor bu yabani yaratık!” der. Babası derhal şehre gitmesini, gördüklerini Gılgamış’a anlatmasını söyler, o da şehre gider, gördüklerini anlatır krala. Gılgamış avcıya, bir tapınak fahişesi olan rahibe Şamtah’ı bulup ormana götürmesini emreder. Şamtah ormana gidecek, Enkidu’nun yoluna bacaklarını açarak uzanacak, yaratık onun cazibesine kapılacak ve gelip ona teslim olacak! Kralın emrini yerine getirirler. Her şey tam da Gılgamış’ın dediği gibi olur. Şamtah ile Enkidu tam yedi gün yedi gece durmadan sevişirler. Bir insanla sevişince, hayvanlar Enkidu’dan kaçmaya başlar, Enkidu insani bir “ilişkiye” girerek, hayvani “masumiyetini” kaybetmiştir. O artık bir insandır. Şamtah ona kendi kıyafetini giydirir, saçlarını keser, bedenini yıkar paklar, yağlar, tertemiz bir halde Gılgamış’ın huzuruna çıkarmak üzere şehre getirir.
O sırada Gılgamış bir rüya görür. Sabaha karşı gökten bir yıldız kayar ve kocaman bir kaya halinde gelip ayaklarının dibine düşer. Onu kaldırmaya kalkışır, kıpırdatamaz, bu yüzden onu kucaklayarak, okşar. Rüya biter, rüyasını annesi Gılgamış’a yorumlar. Kaya, Gılgamış’ın kollarına alıp “sanki karısıymış gibi” okşayacağı “onun kadar güçlü ve onun ayarında bir arkadaş”tır. “O senin ikizin, ikinci benliğin olacak,” der ona anası.
Huzura çıkar çıkmaz Enkidu Gılgamış’ı güreşe davet eder. Destanda bu sahne, “Uzuvları birbirine karışmış iki genç beden/diğerinin kucağından kurtarmaya çabalıyordu kendini” dizeleriyle geçer. Gılgamış güreşten galip gelir, Enkidu’nun sırtını yere getirir. Sıra rüyasını gerçekleştirmeye gelmiştir. Gılgamış onu kollarına alır, iki adam kucaklaşıp öpüşürler. Bu sahne de destanda, “Kardeş gibi el ele tutuştular/Yan yana yürüdüler/Gerçek dost oldular” diye geçer.
*
Asıl maceraları budan sonra başlar. Bu iki yenilmez güç, bu iki üstün kuvvet, bu iki dostun üstesinden gelemeyecekleri hiçbir zorluk yoktur artık. Komşu şehir devletlerinin saldırıları bile vız gelir onlara. Ama bir tehlike var ki, onu ortadan kaldırmadan Uruk şehrine huzur gelmez. Sedir ormanlarında yaşayan, şehirden çıkan herkese saldırıp öldüren Humbaba adlı bir canavardır bu tehlike. Hayvanları ve vahşi doğayı iyi tanıyan Enkidu’nun bilgisi ile insanı ve şehri iyi bilen Gılgamış’ın bilgisi bir araya gelir, Humbaba canavarını da alt ederler.
Canavar da ortadan kalkınca, Aşk Tanrıçası İştar, Gılgamış’a aşık olur. Gelin görün ki Gılgamış bütün cesaretini toplar onun aşkını ret eder. Öfkeye kaplan İştar, intikam almak için gökyüzünün, cennetin ve takımyıldızların efendisi, tanrıların kralı babası Tanrı Anu’dan, “Göklerin Boğası”nı iki dostu öldürmek üzere yeryüzüne göndermesini ister. Tanrı Anu, kızının istediğini yapar ancak Gılgamış ile Enkidu’nun bir araya gelen gücü, boğayı alt eder, onu da öldürürler. Tanrılar küplere biner. Bu iki herif boğayı öldürerek onları aşağılamışlar, bunun cezası büyük olmalı. İkisinden biri mutlaka ölmeli. İkisini öldürmek adil bir karar olur. Ama o zamanlar da adaletsizlik hüküm sürdüğünden, kalan azap çeksin, ölümden daha beter bir hayat yaşasın diye birisini öldürmeye karar verirler. Kurban olarak Enkidu’yu seçerler.
Verdikleri ıstırap verici bir hastalıkla Enkidu çok uzun süre acı çeke çeke nihayet ölür. Enkidu'nun ölümü Tanrıça’nın istediği gibi Gılgamış'ı can evinden vurur. O kadar sevdiği, her anını birlikte geçirdiği biricik kardeşi, arkadaşı, "ruh ikizi", can yoldaşı ölmüş, bundan sonra o ne yapacak? Gözü hiçbir şey görmez, gece gündüz ağlar, giysilerini parçalar, saçlarını yolar, bağırır, çağırır, ama hiçbir şey onu geri getiremez.
Onu tekrar görmek veya tekrar hayata döndürmek için her yolu dener. En sonunda, destanın yazarının deyimiyle “bir kumru gibi” inleyerek yer altına iner, ölüler diyarında yatanların ruhlarıyla konuşur, burada karşılaştığı Mezopotamyalı Nuh adında birisinden tufan hikayesini dinler. (Destanın, George Smith’in deşifre ettiği ilk bölümü budur.) Ruh ikizinden, can yoldaşından, güç ortağından mahrum kalan Gılgamış artık tek başına hiçbir şey yapamaz, bu bölüm destanda, “Ey Enkidu yanımdaki baltaydın/ve kollarımın gücüydün/Kılıçtın kınımda/yüzüme kalkandın/bayramlık giysimdin/payandasıydın sevinçlerimin/ Zalim bir kader ayırdı seni benden, sonsuza kadar,” diye geçer. Gılgamış eli boş bir halde şehre geri döner, ancak bu dönüş bir yenilgi değildir onun için. Bundan sonra “ölümsüzlük otunun” ardına düşer.
Alberto Manguel, “destana dair” bir denemesinde, “Gılgamış Destanı’nın bir öğretisi varsa, o da ‘öteki’nin varoluşumuzu mümkün kıldığıdır” der.
*
Sanat her zaman hayatı taklit edecek değil ya, bazen de hayat sanatı taklit eder. Edebiyatta Enkidu ne kadar Gılgamış’ın “ruh ikiziyse”, gerçek hayatta Şems-i Tebrizî o kadar Mevlana’nın “ruh ikizi”ydi.
*
Orhan Pamuk’un “Kara Kitap”ının kahramanı Galip, karısıyla birlikte kaybolan akrabası köşe yazarı Celal Salik’in evindeki dolaptan eski köşe yazılarını bulup, bir ip ucu elde etmek amacıyla okumaya başlar. Celal Salik, Mevlâna ile ilgili çok sayıda yazı yazmıştır. Salik’in bir Pazar yazısında anlattığına göre, “bütün şehrin hayranlıkla sevdiği Mevlâna, kırk beş yaşlarındayken ne bilgisi ne değerleri ne de hayata bakışı kendisininkine benzemeyen, Şems-i Tebrizî adlı şehir şehir gezen bir dervişin etkisi altına” girer. Bu durum müritleri için anlaşılmayan bir durumdur. Yedi yüz yıl boyunca onca “yorumcu” bu duruma bir açıklama getirmek için uğraşıp durmuşlar. Mevlâna, Şems’le karşılaşır karşılaşmaz “etkileyici bir ruhla karşılaşmış gibi” davranır ona. Celal Salik’e göre, “kırk beş yaşlarındaki Mevlâna o yağmurlu günde gerçekten böyle bir ‘ruh’ ile karşılaşınca, kendi suretini yüzünde göreceği birisine ihtiyacı” olduğu için karşılaşmıştır. Bu yüzden 23 Ekim 1244 günü Şems’i görür görmez aradığının o olduğuna kendini hemen inandırır. Birlikte bir medrese hücresine kapanırlar, tam altı ay boyunca hiç dışarı çıkmazlar. “Mevlâna bütün hayatı boyunca kendisini harekete geçirecek, kendisini alevlendirecek bir ‘öteki’ni, kendi yüzünü ve ruhunu yansıtacak bir ayna aramıştı” o ana kadar; tıpkı Gılgamış'ın Enkidu'yu bulması gibi, bulduğu o “ayna” Şems-i Tebrizî’dir.
Mevlâna’nın “ne idüğü belirsiz” bir dervişle bu kadar samimi olup hemhal olması öbür müritlerini kıskandırır, müritler çileden çıkarlar. Önce Şemsî sıkıştırıp ölümle tehdit ederler. Bunun üzerine 15 Şubat 1246’da karlı bir kış günü Konya’da Şems aniden ortalıktan kaybolur. Onun yokluğuna dayanamayan Mevlâna, bir mektupta Şems’in Şam’da olduğunu öğrenince onu geri getirmek için yollara düşer, bulup getirir ve dedikoduların önüne geçmek için onu evlatlık kızlarından birisiyle evlendirir. Ancak bu durum da Şems’in çevresini sarmış olan kıskançlık çemberini kıramaz. Çok geçmeden “1247 yılı aralık ayının beşinci perşembe günü, aralarında Mevlâna’nın oğlu Alâaddin’in de olduğu kalabalık bir grup tarafından Şems pusuya” düşürülür, bıçaklanarak öldürülür. Aynı gece “pis ve soğuk bir yağmur yağarken cesedini Mevlâna’nın evinin bitişiğindeki kuyuya” atarlar.
Mevlâna, tıpkı Gılgamış’ın Enkidu’nun ölümüne inanmaması gibi, dostu Şems’in yeniden kaybolması üzerine kendinden geçer. Şems’in “öldürüldüğüne, cesedinin de kuyuya atıldığına bir türlü inanmaz, dahası, kendisine burnunun dibindeki kuyuyu göstermek isteyenlere” öfkelenir, ruh ikizini “başka yerlerde aramak için bahaneler” uydurur, daha önce kaybolmasında olduğu gibi Şems, “tekrar Şam’a gitmiş olamaz mı” diye düşünür.
Mevlâna yeniden yollara düşer. Şam sokaklarında, tıpkı Gılgamış’ın yeraltında, ölüler diyarında Enkidu’yu araması gibi Şems’i aramaya başlar. Şehrin “her sokağına girer, her odaya bakar, her meyhaneyi, her köşeyi, her taşın altını” didik didik eder, Şems’in “eski dostlarını, ortak tanıdıklarını, sevdiği mekanları, camileri, tekkeleri, her yeri bir bir yoklar, öyle ki, bir süre sonra onun için aramak, bulmaktan daha önemli bir iş olup” çıkar.
Bundan sonra “arayanla aranan” yer değiştirir. (Gılgamış’ta Enkidu bir ara dirilir, ıstırap dolu ölüler alemini anlatınca Gılgamış’a, Gılgamış ölmemek için ölümsüzlük otunun peşine düşer.) Bulmak değil, hedefe gitmektir önemli olan, kayıp sevgili değil bahanesi olduğu aşk öne çıkar. Celal Salik yazsında, “Şairin büyük şehrin sokaklarında başından geçen çeşitli maceraların, tarikat yolcusunun gerçekliğe kavuşmak, kemale ermek için aşması gereken mertebelere denk düştüğünü” anlatır. Böylece, “Sevgilinin kaçtığının anlaşıldığı şaşkınlık sahnesiyle onun peşine düşme, ‘nef-i isbat’ aşamasına uygun düşüyorsa, sevgilinin eski dostlarının ve düşmanlarının görüldüğü ve ayak bastığı köşelerin ve can yakan anılarla kaynaşan eski eşyalarının incelendiği sahneler ‘çile’nin çeşitli aşamalarına denk” düşmektedir.
Celal Salik, Mevlâna’nın Şam’da aylar süren araştırmalarından yorgun düştüğü ve şehrin esrarında kaybolduğu bir gün yazdığı “Madem ben O’yum/Niye artık arıyorum ki öyleyse” ünlü mısraını da köşe yazısına eklemiştir. Mevlâna o ara döktürdüğü şiirlerini topladığı divanına, kendi adını değil, “Divan-ı Şems-i Tebrizî” adını verir.
Celal Salik yazısının sonunda şu iddiayı ortaya atar:
“Şems’i öldürten ve kuyuya atılmasını isteyen tabii ki Mevlâna’nın ta kendisidir.”
“Cinayetten kim fayda sağlıyorsa katil odur” basit polisiye düsturundan hareket eden Celal Salik’e göre, ruh ikizinin öldürülmesinden Mevlâna en çok yarar sağlamış kişidir; “bu sayede sıradan bir hoca olmaktan” çıkıp “en büyük tasavvuf şairi mertebesine” ulaşmıştır. Öldürüldüğünü çok iyi bildiği halde, Şems’i aramadığına göre, Mevlâna Şam sokaklarında sahiden de ne arıyordu?
Sakın Gılgamış’ın aradığını arıyor olmasındı!
*
Gılgamış, “öteki olan” Enkidu ortaya çıkıp yanına gelince hem "kendisi" hem de "kahraman Gılgamış" olur; yani Gılgamış’ı var eden Enkidu’dur. Mevlâna da Şems-i Tebrizi’yi hayatına girip öldürüldükten sonra sıradan bir hoca olmaktan çıkıp en büyük mutasavvıf şair mertebesine ulaşır; bir anlamda Mevlâna’yı Mevlâna yapan Şems-i Tebrizi’dir.
"Ötekiye" hep ihtiyaç duyarız. "Öteki" olmadan "ben"in tek başına bir anlamı yoktur.
*
Yazının Kaynakları:
Alberto Manguel, “Kelimeler Şehri”, YKY
Muazzez İlmiye Çığ, “Gilgameş-Tarihte İlk Kral Kahraman”, Kaynak Yayınları
Jean Bottéro, “Gılgamış Destanı”, YKY
Orhan Pamuk, “Kara Kitap”, YKY