Geç sonbaharın parlak bir sabahında, Ankara henüz uyku mahmuruyken, bu yazıyı yazmak için, bu şehre geldiğimde bulduğum her fırsatta gittiğim yarısı kitapçı, yarısı kafe olan mekâna müthiş bir hafiflik duygusuyla girdim. Sade bir Türk kahvesi istedim, parasını ödedim, masaya kuruldum, bilgisayarımı açtım, her zaman yaptığım gibi yazının ilk cümlesini düşünürken, tam karşımdaki kitap rafında yüzü bana dönük kitapların içinde kapağında Karl Marx’ın hepimizin bildiği o sakallı resmi bulunan “Kapital’i Anlamak” adlı kitap ilişti gözüme.
“Kapital anlaşılabilir mi?” sorusu bilincime çarpar çarpmaz bir yığın bilgi, anekdot, yaşanmışlık, tevatür, dedikodu, hayattan kısa parçalar, anlar, anılar üşüştü beynime.
Bazı kitaplar böyledir. Çok az okundukları halde sayısız insanın hayatını değiştirmiştir. Bütün dünyada sınırlı sayıda insanın okuyup anladığı ama İncil’den sonra yabancı dillere en çok çevrilmiş ikinci kitap olarak tarihe geçen, hemen hemen her mürekkep yalamış insanın kütüphanesinde bulunan “Kapital” iki yüz yıla yakın bir zamandan beri bu kadar çok insanı etkileme gücünü nereden alıyor acaba? İlk bakışta bu sorunun cevabı, yeryüzünün üç seküler dininden (diğer ikisi Liberalizm ile Faşizm) biri olan “Marksizm’in kutsal kitabı” olmasından diyebilirsiniz. Gerçi pek çok Marksist onu “kutsal kitap” olarak kabul etmez, mesela Rosa Luxemburg bu kitapla ilgili olarak, “Karl Marx’ın Kapital'i nihai ve değişmez gerçekleri içeren bir kitab-ı mukaddes değil, fakat daha üst düzeyde inceleme, daha ileri aşamada bilim araştırması ve gerçeği bulma yönünde daha çok mücadele için tükenmez bir teşvik kaynağıdır,” der.
*
İsa’dan beri böylesine sıradan bir yoksul adamın, tek kitapla böylesine evrensel bir “iman” yarattığı ve aynı imanın böylesine vahim bir biçimde yanlış yorumlandığı başka bir vaka yaşanmamıştır herhalde yeryüzünde.
*
Bu mevzunun bir bileni sayılmam, bu ideolojinin birçok kitabını daha ortaokuldayken hiçbir şey anlamadan okuduğum halde Marksizm’le ilgili bilgilerim birçoğunuzun bilgileri kadardır ama bana sorarsanız, “Kapital”den neredeyse yirmi sene önce yayınlanmış olan “Komünist Manifesto”, Karl Marx’ın gelmekte olan komünist ihtilali burjuvalara “ihbar” ettiği bir bildiridir derim size. Dostu Engels’le birlikte yazdıkları bu bildiride “Avrupa’da bir komünizm heyulasının” dolaştığından bahisle “geliyor gelmekte olan” der ve bu gelmekte olan şeyin mimarları olacak olan işçi sınıfına, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyiniz yok, bütün dünyanın ameleleri biraya gelirseniz eğer, vay burjuvaların haline” diye harekete geçirmeye çalışır. Burjuvalar akıllı adamlar, ellerini alınlarına siper ederek bakarlar ufka, sahiden de tanıdık bir “cisim” yaklaşıyordu onlara, Marx onlara “mezar kazıcısı” diyordu; tez elden gardlarını aldılar, o feci şartları (Dante’nin Cehennem’inde tasvir ettiği gibi her şey; gece gündüz on beş saat çalışma, fosforlu iş odalarında yenen düzensiz berbat yemekler, küçük çocukların ağır işlerde çalıştırılmaları) hızla değiştirmeye başladılar, zincirlerin şakırtısı azaldı, amelelerin yüzündeki kiri pası suya tuttular, az buçuk arındırdılar kirden pastan ellerini yüzlerini, şartlarını düzelttiler; şair Charles Baudelaire’in deyimiyle burjuvalar, kurdukları müzelerin, galerilerin, koleksiyonların o zamana kadar sadece elitlere, tekelci burjuvaziye açık olan kapılarını böylece sıradan kalabalıklara açtılar.
*
Karl Marx insanlık dışı bir sitem olan kapitalist sistemin “kendi kendinin mahvını”getireceğini öngörüyor ama bu sistemin tam anlamıyla nasıl çalıştığını henüz bilmiyordu. Amelelerin yakın bir zamanda İngiltere veya Fransa’da iktidarı devirebileceklerini öngörüyordu ama bu fikrinin doğrulanabilir verilere ihtiyacı vardı, kafasındaki sosyalizm fikrini “bilimsel” bir temele dayandırmak istiyordu. Bu temeli atmak için oturdu masanın başına, yazmaya başladı Kapital’i; kapitalist sistemin nasıl işlediğini yazdıkça tasarlamadığı halde, sitemin alternatifi de kendiliğinden belirmeye başladı aynı kitabın sayfalarında.
*
İktisada ilgisi çok gençken başlamıştı. “Kapital”e kadar yazdığı metinlerde “ekonomi-politiğin” esaslarını yazmış ama onu henüz ete kemiğe büründürmemişti. Sürgün yurdu Londra’da 1849 yılında, kesif bir yoksulluk içinde, açlıktan nefesi kokarken, yine açlıktan üç evladı arka arkaya ölürken, kapandı British Museum Kütüphanesi’ne. Bu mekân, “dünyanın en büyük ekonomi politik koleksiyonu”nun bulunduğu bir mabetti, elini attığı her yerde ihtiyaç duyduğu malzeme geliyordu eline. Oradaki kitapların tümü onun deyimiyle “köleleriydi”, istediği gibi “o kölelerden” faydalanıyor, “köleler” de istediği gibi hizmet ediyorlardı ona. Burjuvalara minnettardı; ona, onların mahvını getirecek sistemi bulabilmesi için ihtiyacı olan bütün bilgileri bulunduğu kütüphanenin raflarına dizmişlerdi. Tam tamına otuz sene “Kapital” üzerine çalıştı Marx, kitap yine de bitmedi. İlk cildini, Tolstoy’un “Savaş ve Barış” romanı Rusya’da yayınlandığı sene, 1867 yılında Almanya’da yayınlandı. Adına bakmayın siz, kitap bir iktisat kitabı değil, kısmen sanayi devriminin pik noktasını yaşayan İngiliz fabrikalarında çalışan amelelerin insanlık dışı şartlarını inceler, kısmen tarihe dalar, kısmen iktisattan bahseder, kısmen de sosyoloji bahsine girer.
Ama o, kitabından en çok bir “edebi eser” olarak bahsedilmesini ister.
*
Gençliğimizde devrimcilik zamanlarımızda “bilinçli” bir siyasi abiyi anarken mesela “adam Kapital’i okumuş” derdik gıptayla. Eğer bir adam “Kapital”i okumuşsa, o adam Nirvana’ya çoktan varmış demekti. Ötesi yoktu çünkü, ilmin bittiği yer Kapital’in kapanan son sayfasıydı. Ama bırakın bizi, dünyanın diğer memleketlerinde de Marksistler arasında bu kitabı tam anlamıyla “hatmetmiş adam” azdır derler. Bu yüzden Marksistlerin büyük bir çoğunluğu, Marksist ekonomi politiği, ana kaynak olan Kapital’den değil de, bu kitabı okumuş olan başkalarından, yani ikinci elden öğrendiler. Yapılan bütün alıntılar, gösterilen bütün referanslar, onları okumuş o birkaç sabırlı insanın o kitaptan devşirdiği malzemeden ibarettir.
*
Francis Wheen; belki de yazılmış en iyi biyografi kitaplarından birisi olan “Karl Marx” (E Yayınları) kitabında anlatır. Sakallı amca, “Kapital”in birinci cildini 1867 yılında tamamlayıp matbaaya teslim ettiğinde, can dostu Friedrich Engels’e yazdığı bir mektupta, şiddetli bir şekilde Balzac’ın “Bilinmeyen Şaheser” kitabını okumasını ister ondan. Önerdiği hikâyenin kendisi şaheserdi ve “hoş bir ironiyle” doluydu. Balzac bu küçük hikayesinde, sanatta devrim yaratacak olan bir portre üzerine tam on yıl çalışmış olan ressam Frenhofer’i anlatır. Ressam, o zamana kadar hiç kimseye göstermediği “gerçekliğin en eksiksiz temsili” adını verdiği resmi, dostları Poussin ile Porbus’a gösterir. Tuvalde, karışıklık içinde üst üste yığılmış rastgele biçimler ve renklerin karmaşasını gören iki adam dehşete düşerler. Frenhofer, onların şaşkınlığını ilk önce, “böylesine mükemmel bir eserle karşılaşmayı tahmin etmemelerine” yorar. Ancak gördükleri şey resim falan değildir, tablodan hiçbir şey anlamazlar. Şaşkına dönerler, dikkatli bakarlar, tablonun kenarında zar zor bir ayak seçerler. Gerisi karmakarışık çizgilerdir, bedenin üzerine katman katman, üst üste binmiş renk girdapları arasında hiçbir şey seçemezler.
Peki bu neden böyle? Büyük üstat Frenhofer’a göre “Doğa, iç içe geçen bir yuvarlaklar silsilesinden oluşur. Kesin konuşursak desen yoktur! (...) İnsan, ışığın nesneler üzerindeki etkisini çizgi aracılığıyla fark eder; ancak, her şeyin içinin dolu olduğu doğada çizgi diye bir şey yoktur: Resim, biçim kabartılarını göstererek, yani nesneleri bulundukları ortamdan kopararak yapılır, gövdeye görünüşünü veren sadece ışığın dağılımıdır!”
Hikâyenin sonunda anlarız; üstat Frenhofer bahsettiği bu tekniği kendi eserinde öylesine bir noktaya vardırmış ki, gerçekliği kırmış, zamanı bükmüştür. Bu yüzden ilk bakışta tablo insan gözü için pek bir şey ifade etmez. Dönemin insan zihni henüz bu aşamada değildir. Karşılarında, yaşadıkları zamanın çok ilerisinde bir şaheser var ama onun bir şaheser olduğunu bilmiyorlar, kavrayamıyorlar henüz. “Bir sürü garip çizginin içinde toplanmış karmakarışık renklerden başka bir şey” görmüyorlar.
İşin tuhaf yanı, Frenhofer de bir şaheser yarattığının farkında değildir. İki ressamın acımasız eleştirileri karşısında bütün umudunu yitirir, iki adamı stüdyosundan kovduktan sonra bütün resimlerini yakar ve intihar eder Frenhofer.
Balzac’ın “Şaheser”ini okuduktan sonra dostu Engels’e yazdığı ve “Seçme Yazılar” kitabında yer alan bir mektupta Karl Marx şunları söyler:
“Zavallı ressam. Mükemmelliği ararken, kendi sanatını öldürdü. İnsan gerektiği yerde durmasını ve noktayı koymasını bilmeli, değil mi? Mükemmel, iyinin düşmanıdır. Balzac’ın, yaptıklarıyla hiçbir zaman yetinmeyen kahramanının ruhunu anlıyorum ben.”
Bu hikayeden Marx’ın bu kadar etkilenmesinin sebebi, “Kapital”i yazarken hissiyatını dile getirmiş olmasıydı. Tıpkı Frenhofer gibi, o zamana kadar görünmeyen şaheseri “Kapital” üzerine insanüstü bir çabayla çalışmıştı. Yaklaşık otuz yıl boyunca üzerine çalıştığı eserinden parçalar görmek isteyenlere, tıpkı Frenhofer’in eserini görmek isteyenlere verdiği cevabın aynısını veriyordu:
“Hayır, hayır! Hâlâ son rötuşlara ihtiyacım var. Dün, akşama doğru bittiğini düşündüm. Ama sabah kalkınca bitmediğini gördüm.”
Yayıncıya verdiği teslim tarihinin üzerinden tam on beş yıl geçtiği halde kitap hâlâ bitmemiştir. Takıntılı bir mükemmeliyetçidir çünkü. Kitabın başına her oturuşunda bir süre matematik çalışıyor, gezegenlerin hareketlerini öğreniyor, Asya’yı anlamak için Rusça ve hatta Osmanlıca öğrenmeye çalışıyordu. Tıpkı Balzac’ın kahramanı Frenhofer’in dediği gibi:
“Ah! Bir an işimin bittiğini düşündüm; ama bazı ayrıntılarda kesinlikle yanılmışım ve şüphelerimi giderene kadar zihnim rahatlamayacak. Seyahat etmeye ve Türkiye, Yunanistan ve Asya'yı ziyaret ederek modeller aramaya karar verdim, böylece resmimi farklı biçimlerdeki doğa ile karşılaştırabilirim.”
Balzac küçük hikayesinde, yaşadığı çağdan yüz sene sonra, yirminci asırda ortaya çıkacak olan soyut resmin mükemmel bir tasvirini yapmıştı. On dokuzuncu asırda yaşayanlar Frenhofer’in tablosunda yalnızca “kaos ve tutarsızlık” görürken, yirminci asırda ona benzer tablolarda aynı insanlar bu kez “derin bir anlam ve muhteşem bir güzellik” keşfetmeye başladılar.
Marx’ın da yaşadığı süre boyunca hiçbir zaman tamamlayamadığı, birçok kişinin burun kıvırdığı başyapıtı sonraki çağlardan günümüze kadar milyonlarca insanın kaderini değiştiren bir başyapıt olarak durdu dünyanın kütüphanelerinde.
Frenhofer, nasıl “soyut resim” yokken bu akımı tasvir ettiyse tablosunda, Marx da kapitalizmi eleştirerek sosyalizme varmıştı kitabında. Yıllar sonra Kafka’nın romanlarında anlattığı kâbusları, karabasanları, o dönemde Marx bu kitabın sayfalarına aktarmıştı.
Amerikalı Marksist teorisyen Marshall Berman’a göre “Kapital’in yazarı, on dokuzuncu asrın Beethoven, Goya, Tolstoy, Dostoyevski, Ibsen, Nietzsche, Van Gogh gibi büyük azap çeken devlerinden biri”ydi, “onlar kendilerini delirttikleri gibi bizi de delirtiyorlar, ama onların çektiği acı, bugün üzerinde yaşadığımız manevi sermayenin tümüdür,” der. Ona göre bu eserin bitmemesi doğaldır, çünkü kapitalizm yaşıyor, bu yüzden kitabın ucu açık kalmıştır o günden bugüne.
*
Francis Wheen’in verdiği bilgiye göre Karl Marx şaheseri “Kapital”in kapitalizmin ipliğini pazara çıkaran salt bir “emek-değer teorisi” kitabı olarak görülmesinden mustarip olmuş; İncil’den Shakespeare’e, Goethe’den Milton’a, Voltaire’e, Homeros’a, Balzac’a, Dante’ye, Schiller’e, Sofokles’e, Platon’a, Xenophon’a, Defoe’ya, Cervantes’e, Thomas More’a kadar bir yığın yazardan alıntılarla dolu olan kitabının daha çok bir “edebi eser” olarak telakki edilmesini istemiştir.
Yine Francis Wheen’e göre bu kitap, “kahramanlarının yarattıkları canavar tarafından köleleştirildiği ve tüketildiği bir Gotik roman, bir Viktorya dönemi melodramı, bir Yunan tragedyası veya bir Swiftian hicvi olarak okunabilen tamamlanmamış bir edebi şaheser”dir; yazarının bir diğer adı da “diyalektiğin şairi”dir.
*
Kitapçıdan çıktım. Göz kamaştıran bir güneş vardı dışarıda. Memleket, iki yüz yıldan beri değişmeyen küçük siyasi dertleriyle meşguldü. Benim kafamda ise şu soru dolanıp duruyordu:
Karl Marx “Kapital”i yazarken, günün birinde kendi mirasçıları olarak tarihe geçen Stalin, Mao, Castro, Kim İl Sung ve benzeri bir sürü caninin ortaya çıkacağını, onun öğretisini dünyaya yaymak adına milyonlarca insanın kanına gireceklerini, düşmanlarından geri kalmayacak o korkunç vahşete onun mirası adına imza atacaklarını bilseydi, onları mirasçıları olarak kabul eder, “yürüyün yoldaşlar, gösterdiğim yol budur” mu derdi onlara; yoksa “madem siz benim anlattığım hikayeyi hepten yanlış anlamaya hazırsınız, eninde sonunda sebep olacağınız milyonların mahvının asıl müsebbibi ben gösterileceğim, o halde günahlarınıza ortak olmamak için tam otuz yılımı verdiğim şaheserimi yayınlamayıp ateşe atıyorum” deyip kitabını yakar mıydı?
Bu sorunun cevabını bilmiyorum ama Goethe, genç yaşında yazdığı “Genç Werther’in Acıları” kitabını okuduktan sonra intihar eden bir sürü genç görünce, kitabının yeni baskısına, bunun bir roman olduğunu, onun kurguladığı bir hikaye olduğunu, gerçek sanıp intihara kalkışanların yolundan kimsenin gitmemesini tavsiye etmek zorunda kalmıştı okurlarına.
Büyük Goethe kendini böyle kurtarmıştı ama Marx’ın “proletarya diktatörlüğü denilen ucubeyi nerden çıkardınız, ben böyle bir şey söylemedim” deme fırsatı olmadı mirasçılarına.