Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Tolstoy'un roman kahramanı Dekabrist kuzeni!

        Bazı kitaplar orada, senin çok yakınında yıllar yılı hep sabırla onu eline alıp okunmanı bekler ama o an bir türlü gelmez. Tıpkı çok istediğin halde bir türlü gidemediğin ama hep hayalini kurduğun, uzak ama hep yakınında hissettiğin bir şehre gidememek gibi…

        Tolstoy’un “Savaş ve Barış” romanı, kitap müptelası olduğumu anladığım günden beri, sanırım tam elli sene boyunca okunmak için hep beni bekledi; yakın bir zamanda artık 60 yaşımı devirdiğim bir dönemde nasip oldu okumak bana.

        Umberto Eco gibi bir büyük “bibliyoman” bile onu kırk yaşında okumuşsa, benim durumum mazur görülebilir. Ben de tıpkı Eco gibi kitabı okumadan özünü biliyordum. Ama bu bilgi Woody Allen’in bir sohbet sırasında herkes o kitaptan bahsederken koca kitabı eline alıp bir odaya çekilmesi, odaya girmesiyle çıkması bir olunca soranlara, “Kitabı okudum, olay Rusya’da geçiyor” demesi gibi değil; özüne dair bilgilerimin çoğu romanla ilgili yazılan yazılardan edindiklerime dayanıyordu. İşin bilgi kısmıyla da pek ilgili değilim aslında. Bir kitabı ihtiva ettiği bilgilerden çok bana verdiği “okuma zevki için” okuyorum; tıpkı yaşamak gibi, yaşamak için yaşamak gibi yani.

        *

        Eğer, Tolstoy’a atfedilen “Tüm muhteşem hikâyeler ya bir insanın bir yolculuğa çıkması, ya da şehre bir yabancının gelmesiyle başlar” sözü sahiden de onun sözüyse -ki tartışılıyor hâlâ- tam da bu sözü “Savaş ve Barış” fikrini bulup yazmaya karar verdiği sırada söylemiştir derim size.

        Rusya için 1856 yılı, bizdeki 1908’den sonra başlayan kısa özgürlük dönemine benzer biraz. Hürriyetlerin alabildiğine genişlediği, memleketin selameti için çıkan her sesin baskıyla susturulmadığı, topraktan serfliğin kaldırılması için önerilerin ortaya atıldığı, milliyetçiliğin ortaya çıktığı, Puşkin gibi büyük bir şairin sesinin her yerde duyulduğu, çarın baskıyı alabildiğine hafiflettiği bir dönem. Genel af çıkmış, muhalifler uzak Sibirya buz ve bozkırlarından memlekete dönüyor (1908’de bizde de Prens Sabahattin babasının kemiklerini bir torbaya doldurup getirmiş, uzak Akdeniz havzasına sürülen muhalifler bir vapura doluşarak, çalgı çengi eşliğinde, güle oynaya yurda dönmüşlerdi), “1812 çocukları” diye nitelendirilen, Napolyon kös kös memleketine döndükten sonra titreyip kendine gelen, milliyetçilik fikriyle yeni tanışmış olan liberal soylular çarın yetkilerinin meclise dağıtıldığı bir monarşi fikrini yüksek sesle dillendiriyorlardı.

        İşte bu günlerde, tam tamına otuz yıldan beri; karla, buzla kaplı Sibirya’da insanlık dışı şartlarda bir madende çalışarak sürgün hayatını geçirmiş olan Prens Sergey Volkonski şehre geri döner. Dönen Dekabrist, Tolstoy’un uzaktan kuzenidir. Dönüşü bir efsanenin dönüşüdür.

        Tolstoy, gider hiç görmediği kuzeniyle tanışır. Dostu Herzen’e yazdığı mektupta onun için, “O, yeni Rusya için yüksek idealleri olan coşkulu bir taraftar, bir mistik ve bir Hıristiyan” diye yazar. Tolstoy, soyunun Volkonskilere dayanmış olmasından büyük bir gurur duyar. Üç yaşındayken annesini kaybetmiş, öksüzlüğünü soylu köküne asılarak gidermeye çalışmıştı. Bu yüzden Sergey Volkonski onun çocukluk kahramanıydı. İşte o kahraman otuz senelik sürgün hayatından dönüyordu şimdi. Onun hikayesini yazmak farz olmuştu büyük yazara. Madem “bütün görkemli hikayeler bir insanın şehre gelmesiyle başlıyor”du, işte tam sırasıydı. Volkonski’den daha büyük kahraman mı olurdu?

        Ailesiyle birlikte Rusya’ya dönen “Dekabrist kuzenini” yazmaya başlar. Bu yüzden Dekabristleri derinlemesine araştırır, derken karşısına, Rusya’nın “görkemli kurtuluş savaşı” dedikleri 1812’de Napolyon’a karşı verilen savaşta Dekabristlerin “entelektüel kökleri” çıkar. 1812’de Napolyon’a karşı verdikleri Ulusal Kurtuluş Savaşı’na methiye düzen, bizdeki Turgut Özakman’ın romanlarına benzer didaktik bir roman yazmak da Tolstoy’un işi değildi, daha da gerilere gider, derken 1805 yılına kadar uzanır. Başlangıçta birçok “romantik olay örgüsü ve final uydurmaya” çalışır, ama bunun yöntemi olmadığına karar verir ve ruh verdiği kahramanlarını “kendi bildiği biçimde ve gücü çerçevesinde” anlatmaya başlar, böylece ortaya “Savaş ve Barış” çıkar.

        Ya Dekabrist kuzeni Sergey Volkonski? İşte onun adını değiştirir, Sergey Bolkonski yapar ve romanda başkahraman olarak oynatmaya başlar. Ama ne oynatma!

        *

        Peki Tolstoy’a “Savaş ve Barış” gibi anıtsal bir romanın ilhamını veren Sergey Volkonski kimdi? Tarihe “Dekabrist Ayaklanma” (Aralık Ayaklanması) olarak geçen hareket nasıl çıkmıştı ortaya?

        *

        Sene 1812’nin ağustos ayı. Rusya tamamıyla Napolyon’un çizmeleri altında inliyor. Çar çaresiz, herkesin morali bozuk. Bu sırada orduda üst kademede bir yerde yer alan General Sergey Volkonski İmparator Aleksandr’a bir rapor sunar, raporda “askerlerin hepsi birer fedai, birer kahraman, köylülerin tümü birer vatansever ama aristokratlar yok mu, işte o sınıfa mensup olmak utanılacak bir şey” der...

        1812 savaşı sırasında Volkonski gibi prensler, ilk defa o zamana kadar hiç kıymet vermedikleri, hep ihtişamlı evlerinde ve geniş topraklarında köle olarak çalıştırdıkları, pis kokan, düşünme yetisinden yoksun basit köylülerin “gerçek vatansever olduğunu” keşfettiler. Bu keşif, Volkonski gibi liberal askerler, soylular için büyük bir keşifti. Geleceğin vatandaşları, bu zavallı serfler olacaklardı! O halde bizi bir “ulus” yapacak olan bu yığınların şartlarını değiştirmeli, onlara özgürlük tanımalı, hak ettikleri yere yerleştirmeliydik! 14 Aralık 1825’te; savaş sırasında köylülerin kahramanlıklarını görüp onlara “hayran” olan liberal soyluların başlattığı “Dekabrist Ayaklanma”, yani “Aralık Ayaklanması” işte bu fikir üzerine başladı.

        *

        Sergey Volkonski, Rusya’nın en eski soylu ailelerinden birinde dünyaya gelmiş, çocukluğunda, imparatorun özel dairesine girebilen az sayıda kişilerden biriydi. Yirmi sene sonra, Çar Birinci Nikolay olacak çocukluğunun “oyun arkadaşı”, onu Sibirya’ya sürgüne gönderecekti.

        24 yaşındayken elliden fazla muharebeye katılan ve tümgeneral rütbesine yükselen Sergey Volkonski’nin kendi sınıfında hemen hemen herkeste olan “Fransız yanlısı” fikirleri Napolyon’un ülkesini işgaliyle sarsıldı. Onun yerine birçoğunda, “halkın erdemlerine” dayanan yeni bir “millet” duygusu yavaş yavaş yerleşti. Köylüler, düşman gelince ellerindeki tırpanlarla vatan imdadına koşarken, aristokratların birçoğu kaçacak delik aramıştı. O zamana kadar birer soylu olarak babalarının serfleri olarak gördükleri köylülerin dünyasını savaşta keşfettiler, köylerinde yaşadılar, yemeklerini yediler, müziklerini dinlediler, korkularını paylaştılar, yaralandıkları zaman ilaçlarıyla şifa buldular. Savaş bittikten sonra onları kazanmanın zamanıydı ama aralarında büyük bir engel vardı, o engel de “dil”di. (Savaş ve Barış’ta Nataşa, köylü şarkısını duyunca, doğaçlama bir şekilde, o zamana kadar kimsenin kendisine öğretmediği köylü dansını şakır şakır oynamaya başlar. Demek “o ruh” derinlerde bir yerlerde duruyordu Tolstoy’a göre.)

        Savaş bittikten sonra bu subayların tümü “başkalaşmış” olarak cepheden döndüler. Hepsi serflere karşı yeni bir sorumluluk duygusuyla doluydu. Volkonski gibi birçok subay, babaları savaşta öldürülmüş yetim köylü çocuklarının bakımını üstlendiler. Birçok subay kılık kıyafetini değiştirdi, köylü esvaplarına büründüler. Dillerini değiştirdiler, o zamana kadar özellikle kullandıkları Fransızca kelimelerden vazgeçip köylü Rusçasını konuşmaya başladılar. Askerleriyle aynı tütünü içip, orduda var olan sakal yasağını çiğneyip sakal uzattılar. Savaş bitmiş ama ülkede hâlâ Napolyon askerleri vardı. 1813-14’te Volkonski, köylülerden oluşan gerilla birliğinin komutasını alıp Napolyon birliklerini Paris’e kadar kovaladı.

        Savaş sonrasında evlerine dönen subaylar artık eski subaylar değildi. Hepsi Avrupa görmüş, değişmişlerdi. Ama ülkeleri bıraktıkları gibiydi. Onlar için Rusya’ya dönmek, “tarih öncesine dönmek gibi” bir şeydi. Hemen işe koyuldular. Her biri birer “kaba köylü” olup çıkmıştı savaşta. Sanatsal zevkleri, siyasi fikirleri tamamen değişmişti. Balo salonlarındaki eğlencelere sırt çevirdiler, hepsi ciddi arayışlara giriştiler. Adeta bir üniversite oldular. Halkbilim, tarih, arkeoloji, matematik ve doğa bilimlerine yöneldiler, araştırmalar yapıp kitap yazdılar, şiir ve edebiyatta varlık göstermeye başladılar. Yanlarında Puşkin gibi dev bir şair vardı. Çaykovski gibi dahi bir müzisyen de… Puşkin’e göre geçmişin değerlerini “on sekizinci asrın yaşlı çocuklarına” bırakmış, geleceğin Rusya’sına koşuyorlardı şimdi. Dekabristlerin “onlarla yaşamalı, onların dilinde konuşmalı, onlarla yemeli, bayramı onlarla kutlamalı, onlarla ormanda ayı avlamalı ve pazara onların arabalarıyla gitmeli” dedikleri köylülerin dilinden görkemli bir şiir yaratan Puşkin, onlarla ilk bağı kuran adamdı. Puşkin, yavaş yavaş gelişmekte olan “milliyetçilik” fikrine paralel olarak bir “milli dil” yaratan ilk şairdi.

        *

        “1812 çocukları” Rusya’da anayasal monarşi ve parlamentoyla gelecek olan sivil özgürlük peşindeydiler. Bu amaçla gizlice örgütlenmişlerdi. Sergey Volkonski de grubun içinde önemli bir yer tutuyordu, bir görevi de şair Puşkin’i “ayaklanmanın neferi” haline getirmekti. (Gelin görün ki Volkonski, şairin boşboğazlığının sorun yaratacağını anlamış, onu harekete katmak için fazla ısrarcı olmamıştı. Ancak Puşkin, ayaklanmaya katılmak için yola çıktığında, yoluna yabani bir tavşan çıkıp onu ürkütmeseydi (uğursuzluk işareti) kendisi de Petersbur’ta ayaklanan arkadaşlarının arasında yer alacağını söylemişti herkese.) Volkonski, Kiev ile Petersburg arasında gidip gelerek “ayaklanmaya” destek topluyordu. Halkı despotluktan kurtaracağı için hayatının en mutlu anlarını yaşıyordu. Bir süre önce Marya Rayevski adlı bir kadına aşık olmuş, onunla görkemli bir düğünle evlenmiş, onu her gün özlediği halde “siyasi faaliyetlerinden” dolayı onu çok az görüyordu. Bir generalin kızı olan Marya, Volkonski’yle tanıştığında henüz 17 yaşındaydı. Olağanüstü güzel ve zarif bir kadındı. Koyu renk saçları ve teni nedeniyle Puşkin ona “Ganj’ın Kızı” adını takmıştı. Puşkin, Marya’nın babasının dostuydu, onunla birlikte Erzurum’a kadar gelmişti. Bazıları der ki, Puşkin Marya’ya aşıktı! (Zaten Puşkin’in aşık olmadığı güzel kadın o sırada Rusya’da yoktu!)

        *

        Dekabristlerin düşündüğü bir ayaklanmadan çok bir “askeri darbeydi.” Şartlar, ayaklanmayı erkene çekti, darbeye 20 binin üzerinde askerin katılmasını planlamışlardı ancak üç bin kadar asker katıldı. 14 Aralık’ta imparatorun ani ölümü üzerine tahta geçen Çar Birinci Nikolay’ın sadakat yemini sırasında olay patlak verdi, üç bin asker yemin etmeyi ret etti, ellerinde bayraklar ve çaldıkları davullarla Senato Meydanı’na doğru yürüyüşe geçtiler. Meydanda Çara bağlı askerler, darbecilerin üzerine ateş açtı. Altmış asker vuruldu, diğerleri etrafa dağılıp kaçtı. Sürek avı başlamıştı.

        Volkonski iki gün sonra son bir kez karısı Marya’yı görmek için Petersburg’a giderken yolda tutuklandı. Duruşmada 121 darbeci asker vatan hainliğinden suçlu bulundu, unvanları ellerinden alındı ve kürek cezalıları olarak Sibirya’ya sürüldü. İki elebaşı, üç kişiyle birlikte asıldı.

        Dekabristlerin içinde saraya en yakın olanı Volkonski’ydi. Sarayda dul imparatoriçenin hizmetinde çalışan annesi araya girdi, ölüm cezasından kurtardı oğlunu. Cezası Sibirya’da 20 yıl kürek mahkumluğu, akabinde de orada yaşadığı sürece zorunlu ikametti. Asalet unvanları elinden alında, topraklarına el kondu.

        *

        Volkonski Sibirya’ya doğru yola çıktığında karısı Marya yeni doğum yapmıştı. Eğer kocasının arkasından Sibirya’ya gidecekse, bebeğini de beraberinde götürmesine izin verip vermeyeceklerini bilmiyordu. Marya çok düşündü, oğlundan vazgeçerek kocasının yanına gitmeye karar verdi. Her şeyi geride bıraktı, Sergey’in peşinden Sibirya’ya doğru yola çıktı. Oğlunu nasıl geride bırakabildiğini soran Çara bir mektup yazarak, “Oğlum burada mutlu ama kocam mutlu değil ve bana ihtiyacı var” dedi.

        Marya, Sergey’in peşinden giderse, tıpkı onun gibi bir daha Rusya’ya geri dönemeyeceğini başta bilmiyordu; bu durum Sibirya sınırındaki İrkutsk’a vardığında kendisine söylendi, bunu da kabul etti. Nihayet kocasının gümüş madenlerinde kürek mahkumu olduğu Rus-Çin sınırındaki ceza kolonisi Nerçinsk’e varması tam iki ayını bulmuş, üstü açık bir arabayla, kar kaplı steplerden geçerek tam 6 bin kilometre yol kat etmişti. Bütün bunları ancak tutkulu bir aşık göze alabilirdi.

        Marya, Sibirya’ya varmasından iki sene sonra, henüz bebek olan oğlu Nikolenka’nın ölüm haberini aldı. Uzun bir hayatın sonunda, otuz yıllık korkunç şartlarda geçen bir sürgün cezasının sonunda, acısını hiç unutamadığı oğlunun ölümü hakkında neler hissettiğini soranlara şu cevabı verdi:

        “Bildiğim tek anayurt oğlumun yattığı bir avuç çimendir.”

        *

        1826’da sürgüne gönderilen 121 Dekabrist’ten sadece 19’u hayatta kalarak Rusya’ya geri dönebildi. Sergey Volkonski, çökmüş, sağlığı bozulmuş harap haldedir. Bu sırada kendisini sürgüne gönderen Çar Birinci Nikolay öldü, oturdu, çocukluk arkadaşına çocuklar gibi gözyaşı döktü. Volkonski, döndükten sonra gençler arasında bir ilah mertebesine ulaştı. 1864’te karısı Marya öldü, iki sene sonra 1865’te de o öldü. Ölmeden önce anılarını yazıyordu. Anılarında, “Seçtiğim yol beni Sibirya’ya, anavatanımdan uzak otuz yıllık bir sürgüne götürdü ama inançlarım değişmedi, yine aynısını yapardım,” dedi. (Orlando Figes, “Nataşa’nın Dansı”, YKY, s.93-152)

        *

        Tolstoy, işte bu adamı “Savaş ve Barış”ın en önemli kahramanı yaptı. “Volkonski” olan adını “Bolkonski” diye değiştirdi. Ama bu olayların hiç birisini anlatmadı. Sadece Austerlitz savaşında, kaçan Rus askerlerini görünce, yere düşen bayrağı kapıp Fransız birliklerinin üzerine koşmasını, yaralandıktan sonra Napolyon’a esir düşmesini Volkonski’nin gerçek hayatından aldı. Romanda Prens Andrey Bolkonski’nin yaralı bir halde düşman saflarına götürülürken sedye üzerinde aklından şu sözleri geçirdi:

        “Bu dünyada kurtuluşun nerede olduğunu ve sonra orada, ölümden sonra bizi neyin beklediğini bilmek ne iyi olurdu! Şimdi ben, ‘Merhamet et bana Tanrım,’ diyebilseydim ne kadar mutlu olurdum... Ama bunu kime söyleyeceğim? Ya, belirsiz, ulaşılmaz bir varlıktır, ki ben ona seslenemem, seslensem de söyleyecek söz bulamam; ya da bir hiçtir,’ diye konuşuyordu kendi kendine, ‘ya da o, buraya Prenses Mariya’nın şu muskaya işlediği Tanrı’dır. Anlaşılır şeylerin hiçliğinden ve anlaşılamayan ama her şeyden önemli olan bir şeyin yüceliğinden başka gerçek olan hiç, hiçbir şey yok!” (“Harp ve Sulh”, Can Yayınları, s.269)

        Şair Nazım Hikmet, bu sahneyi “Memleketimden İnsan Manzaraları”nda şöyle tasvir eder:

        “Karşı kaldırımdaydı Üniversiteli

        (bırakmamıştı peşini mahkumların)

        baktı Melahat'ın baktığı yere

        bulutu ve gökyüzünü gördü,

        hatırladı Tolstoy'un ‘Harp ve Sulh’ünü:

        Toprağın kavgasını yüreğinden at,

        bul ki gökyüzünü, ordadır bahtiyarlık,

        kuşkusuz,

        sefaletsiz,

        geniş,

        yüksek,

        rahat,

        büyük sırrını orda çözer hayat...”

        (N.Hikmet, a.g.e, Adam Yayınları, s.256)

        “Harp ve Sulh”ü Bursa Hapishanesi’nde Türkçeye çevirmiş olan şair Nazım Hikmet, yıllar sonra yurt dışına kaçmışken, 28 Mart 1962’de, Prag-Berlin treninde, “Severmişim Meğer” diye bir şiir yazar bu kez. Uzun şiirin bir yerinde Andrey Bolkonski’den şöyle bahseder şair:

        “(….)

        gökyüzünü severmişim meğer

        kapalı olsun açık olsun

        Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gökkubbe

        hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın

        kulağıma sesler geliyor

        gökkubeden değil meydan yerinden

        gardiyanlar birini dövüyor yine.

        (…)”

        Karısı öldükten sonra Nataşa’ya duyduğu aşkı Andrey Bolkonski’yi bambaşka bir insan yapar. Bu aşk edebiyat tarihinin belki de en temiz, en saf aşkıdır. Durgun, sessiz hayatına neşe katar Nataşa, şarkı söyler, dans eder, adeta yeni bir hayat katar Prens’in hayatına. Aralarında on dört yaş bulunan Nataşa’dan hayatı yeniden öğrenir. Ama gelin görün ki Nataşa Anatol’la yakınlaşır, düello derken gerisi deniz derya bir anlatımdır ki bunu ancak Tolstoy ayarında bir yazar yazar.

        Borodino savaşında aldığı ölümcül yara ölümüne sebep olur Andrey Bolkonski’nin. O ne muhteşem ölüm sahnesidir! O sahneyi anlatmak için de yine Tolstoy ayarında bir yazar olmak gerek.

        *

        “Savaş ve Barış”ta “Herkes yalnızca kendi vicdanıyla savaşmış olsa savaş olmazdı,” diyen Tolstoy, hayatı bütün veçheleriyle kelime kelime beyaz bir kâğıda geçirme becerisini göstermiş, bütün zamanların gelmiş geçmiş tek yazarıdır.