Akdeniz'de ve Adalar Denizi'nde savaş tamtamları çalıyor…
İkinci Dünya Savaşı’nın defterleri kapandı. Avrupa’nın karar verici güçleri kendi aralarında kurdukları paktlar ve Avrupa Birliği ile çatışma riskini en aza çekerken uzlaşı alanlarını kurgulamak üzere de Brüksel’i merkez seçerek II. Dünya Savaşı’nın hesaplarını kapattılar. Ancak I. Dünya Savaşı’nın hesapları kapanmadı. Coğrafyadaki fay hatları yeniden hareketlendi.
Dünyada coğrafi, bölgesel ve siyasi paradigmalar değişiyor, yeni bir düzen inşası söz konusu. Devlet büyüklerimiz bunu zaman zaman dile getiriyorlar ancak ilgili makamların bu dönüşümü çok iyi okuması gerekecek. Zira Çin ve Hindistan gibi Asya’nın diğer devlerinin de yükselmesiyle birlikte ticaret rotaları Amerika’nın keşfinden bu yana görülmedik şekilde değişikliğe uğramak üzere. Akdeniz yeniden merkezi nitelik kazanırken bu sıcak deniz çatışmalarla daha da ısınabilir.
Türkiye’yi çalkantılı bir jeopolitik düzenin içine sürüklemeye çalışanlara inat içeride birlik olmamız gereken bir döneme giriyoruz. Önümüzde en az 10 yıl sürecek zorlu bir süreç var.
DIŞ POLİTİKAYA REEL ÖNEM GEREKİYOR
Son yedi yıl içinde dört cephe açıldı: Suriye, Irak, Libya ve şimdi de Yunanistan. Kaos gibi görünüyor ancak tüm bunların arkasında somut düşünceler var. Var ama, bu süreçler çok büyük dikkat ve konsantrasyon ile yönetilebilecek süreçler. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve diğer karar vericilerin yoğun iç siyaset odaklarını eş zamanlı bu dört cepheye, eş güdümlü bir şekilde kaydırmaları gerekecek.
Akdeniz yeniden merkezi nitelik kazanması küçük bir Yunan adasını önemli bir hale getiriyor mesela. Bu ada, Dino Buzzati’nin Tatar Çölü romanındaki terkedilmiş, herkesin unuttuğu “Bastiani Kalesi” iken her ne pahasına olursa olsun savunulması gereken mevzi haline geldi.
Hangi ada mı? Meis adası…
Geçtiğimiz hafta salı ile çarşamba günleri arasında Ankara ile Atina 10 kadar gemi, özel kuvvetler, F-16’lar, Mirage 2000 savaş uçakları, İHA’lar ve nakil uçaklarını seferber etti. Bölgede hali hazırda olağanüstü bir durum var. Yunanistan’ın herhangi bir tahriki ile bölge kaosa girebilir. AB dönem başkanı Almanya’nın tansiyonu düşürme çabaları ise şu ana kadar hep boşa çıktı.
1974’te Kıbrıs’taki haklarımızın alınmasından, hatta 1923’te Yunanların mağlubiyetiyle son bulan Türk İstiklal Savaşı’ndan beri Türkiye ve Yunanistan, NATO üyesi iki devlet, böyle sert şekilde karşı karşıya gelmemişti.
Her şey Türkiye’nin Akdeniz ve Adalar Denizi’nde kendi haklarının peşinden koşması ile başladı. Araştırma gemisi Oruç Reis’i Kaş ile Meis Adası arasındaki sularda gaz yatağı aramak üzere göndermesiyle başladı. Yunan Başbakan Miçotakis, Yunan ordusunu üst düzey teyakkuza geçirdi.
Ancak bölgedeki hareketlilik nedeniyle Türkiye üç aşamalı bir planlama içinde ve Yunan ordusunun en ufak bir hamlesinde bu plan dahilinde karşılık verilecek.
Özetle en kötü senaryoya hazırız.
HAKLARIMIZ VAR…
Atina’nın iddiasına göre denizin o bölümü kendi münhasır ekonomik bölgesine ait. Ancak Türkiye bu sınırlandırmayı kesinlikle hiçbir zaman kabul etmedi. Kendi bölgesinin genişletilmesi konusundaki haklı mücadelesi için de her şeyi göze almış durumda.
Türk dışişleri olayın akabinde şöyle bir açıklama da yaptı: “Oruç Reis gemimizin araştırma yapacağı deniz alanı, ülkemizin Birleşmiş Milletler’e bildirdiği kıta sahanlığı sınırları ve 2012 yılında Hükümetimizce TPAO’ya verilen ruhsat sahaları içindedir...”
Öncelikle Türkiye, Ege’deki kendi kıta kıyısına yakın bir düzineden fazla adanın silahsızlandırılmasını istiyor. Bunlar, Türkiye’ye halihazırdaki boyutlarını kazandıran 1923 tarihli Lozan Anlaşması’nın çizdiği sınırlardır. Türkiye’nin her zaman bir misaki milli hayali vardır ve bu uğurda mücadelesini her zaman çeşitli seviyelerde vermiştir.
Tarihe kısa bir gezinti yaparsak… 1939’da Fransa’dan Suriye’nin bir parçası haline getirilmek istenen Hatay ve İskenderun alındı. 1974’te Kıbrıs’taki hakkımız tüm baskı ve engellemelere rağmen alındı.
Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan ilk kez çok daha belirgin bir dille beklentilerini ifade etti. Osmanlı İmparatorluğu’nun yitirilmiş pek çok toprağından - Suriye’de Halep, Libya’da Mısrata gibi - “kalplerimizdeki ulustan” bahsetti.
Bu Avrupalı dostlarımızın oldukça endişelendiriyor. Zira yıllarca kapısından içeri almamakta ısrar ettikleri Türkiye’yi şimdi karşılarına alıp almama konusunda hem fikir değiller. Örneğin Fransa ile Almanya bu konuda önemli ölçüde ayrışıyor.
Liste uzun ve Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesini de kapsıyor. Nitekim Ayasofya Ortodoks Hristiyanlar için bir yara.
Ege’nin her iki tarafından da rüzgar sert esiyor. Bir başka Türk araştırma gemisi Yavuz da Kıbrıs açıklarında. Ama Türkiye Akdeniz ve Ege’deki temel haklarından asla vazgeçmeyecek. Şimdi Ege’de üçüncü aşamaya giriliyor. Akdeniz’de ilk hamle yapıldı. Ege’de ikinci hamleninse bu hafta hayata geçirilmesi planlanıyor. Kasım - Ocak 2021’de ise üçüncü aşama olarak Girit’in güneyinde ve Libya’daki Tobruk şehrine sadece 160 kilometre mesafedeki Gavdos Adası, Türkiye’nin yeni projeksiyonunda yerini alacak.
VİCDAN BORCU
Ayasofya’nın yeniden aslına uygun yani cami olarak ibadete açılmasını can-ı gönülden destekliyorum. Ancak Atatürk’e beddua edenleri kınıyorum. Bu nedenle, tartışmalara yönelik şu notu düşmesem kendimi vebalde hissederim.
Yunan gazeteleri geçtiğimiz hafta Türkiye’yi hedef alan yazılarında Ayasofya’da yapılan son ayinin 1919 Aralık ayında, İstanbul’un kısa bir süreliğine Yunan kontrolüne döndüğü zaman yapıldığını hatırlattı.
Bu vesileyle, ben de Osmanlı’nın son dönemine önemle vurgu yapan dostlara şunu hatırlatmak istedim: Öncelikle, Fatih’ten bu yana Ayasofya milletimizin gönlündeki yerini korumuştur. Ancak, Atatürk’ü “batıya iyi görünmek için” Ayasofya’yı müze yapmakla suçlayanların şöyle bir dönüp 1919’da Rumların Ayasofya’da ayin yapmasına izin verenlere de iki çift söz söylemesi gerekmez mi?
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde öyle ya da böyle, hiçbir iktidar Ayasofya’da ayin yapılmasına izin vermemiştir.