
Adam gibi adamlar: Fenerbahçeli Rüştü, Ümit ve Fatih Terim
Meğerse ne kadar özlemişim Rıdvan’ın dar alanlarda yaptığı muhteşem çalımları…
Fenerbahçe’ye ilk sevdalandığım; Brezilyalı, siyah tenli sevimli direktörümüze tribünlerden “Didi” diye var gücümle seslendiğim çocukluk günlerimde, İnönü stadında muhteşem gollerini seyrettiğim Cemil’i… Oğuz’un akıl dolu asistlerini…
Fenerbahçe’nin 100’üncü yılında şampiyonluk kupasına kavuştuğu sarı-lacivert gecede
şöhretler karmasının maçını izlerken birden eski günlerde buldum kendimi.
Babamın elimden tutarak Fenerbahçe’nin maçlarına götürdüğü çocukluk günlerime döndüm önce… Hiç unutmuyorum, Bir Galatasaray maçıydı. O yıllarda tribünde Fenerbahçeliler ile Galatasaraylılar birlikte oturuyordu. “İlk korneri kim atacak? İlk taç kimden çıkacak” diye önümdeki sırada kumar oynayan koca adamlara fena halde sinir oluyordum. Zaten 2-1 mağlup durumdaydık! Derken bir gol daha yemez miyiz!” Koluna dokunarak “Hadi, baba kalk gidelim hemen! Artık dayanamıyorum” dedim. Bendeki koyu Fenerbahçe taraftarlığını
fark eden bir Galatasaraylı amca tribünden çıkarken yanağımı sıkıp “Nereye bakalım ufaklık” demez mi? Adamın sarı-kırmızılı kaşkoluna pispis bakıp “Cehenneme” dediğimde, bu sözlerimi duyan tüm Fenerbahçeliler ile Galatasaraylılar kahkahalara boğulmuşlardı. Babam da dahil! O yıllarda, şiddet ve fanatizm esir almamıştı tribünleri daha.
Oğuz’lu Fenerbahçe 20’li yaşlarımın son dönemine gelmişti. Bir ilkbahar akşamıydı. Trabzon deplasmanında Rüştü’nün kalede devleşip, Abdullah’ın, Ogün’ün füze gibi şutlarına adeta bir duvar ördüğü anlarda Avni Aker Stadyumu’nun üstüne çöken sis, sanki bordo mavili takım için hüzünlü anların habercisiydi. Oğuz ve Aykut’un golleriyle maçı kazandığımızda arkadaşlarla maç seyrettiğimiz kafeden çıkarak sarı-lacivert bayraklarımızla kaldırımda şampiyonluk dansı yapmıştık çılgınca.
Rıdvan’ı seyretmek tüm Fenerbahçeliler, hatta tüm futbolseverler gibi, benim için de büyük bir zevkti. Futbol zekasına, hızına, rakibin belini kıran çalımlarına hayrandım. Bir de afacan çocukları anımsatan gözlerinin üzerine düşen mısır püskülü kahküllerine.
Fenerbahçe formasını giyen eski futbolcuların kendi aralarında yaptığı maçı izlerken, Lefter’i seyretme mutluluğunu yaşayan babamı düşündüm. Ne kadar şanslıydı babam! Keşke, zaman makinası olsaydı da, Lefter gibi kalplerimizde yer eden sarı lacivert formayı giyen tüm eski futbolcularımızı yeşil sahada bir arada izleyebilseydik.
Futbolu bıraktıktan sonra kimi spor yazarı olmuştu, kimi teknik direktör… Kimi de ticaretle uğraşıyordu. Yıllar bazılarına öyle acımasız davranmıştı ki, seyrekleşen, kırlaşan saçları, artan kiloları ve yağ bağlayan göbekleriyle yeşil sahada uzaktan tanımak imkansızdı. Tribündeki çoğu kişi, birbirine “şu kim, bu kim” diye soruyordu. İmdadımıza, Sarı-Lacivert Derneği’nden
Burak’ın annesinin bana uzattığı şık dürbün yetişti. Böylelikle herkesi tanıyabildik.
Her şeye rağmen yeşil sahada sarı-lacivert formayı farklı dönemlerde giyen futbolcuları
bir arada seyretmenin tadı bir başkaydı. Hele Rıdvan’ı… Rıdvan’ın rüzgarı kıskandıran hızı, futbol zekasıyla verdiği mükekmel pasları ve ortaları futbol oynadığı yılları aratmayacak güzellikteydi dersem abartı olmaz. Rıdvan, topla her buluştuğunda, tribünler gene hop oturup, hop ayağa kalktı gene.
40’lı yaşlarımın ilk dönemimde ise Fenerbahçe’nin 100’üncü yılında kazandığı şampiyonluk kupasının mutluluğunu yaşadım. Maytaplar eşliğinde 55 bin Fenerbahçeli hep
birlikte “Samanyolu”nu söylerken mutluluk gözyaşları süzülüverdi yanaklarımdan aşağıya.
Sarı-lacivert renklere gönül verenlerin mutluluk gecesiydi o gece. Şükrü Saraçoğlu’na kimi eşi ve çocuğuyla, kimi sevgilisiyle, kimi arkadaşlarıyla gelmişti… Üzerlerindeki Fenerbahçe formalarıyla, kaşkollarıyla elele, kolkola sarı-lacivert mutluğu fotoğraflarla ölümsüzleştiriyordu çoğu kişi.
O gün işsizliğini, aşk acısını, hastalığını, parasızlığını, yalnızlığını unutmuştu tüm Fenerbahçeliler. Anın bize sunduğu doyumsuz mutluluğu yaşıyorduk sadece. Herkesin içindeki çocuk ortaya çıkmıştı bir anda. Ağzına pek içki sürmeyen ben tarifsiz bir
zafer sarhoşluğu içindeydim. Çirkin, tiz sesimi komşular duymasın diye evde bile şarkı söylemeyen bendeniz, bağıra bağıra Fenerbahçe marşları, şarkıları söylüyordum. Bir yandan da elimdeki sarı-lacivert kaşkolu sallayarak dans ediyordum. Tribündeki babalar omuzlarına aldıkları çocuklarıyla Kıraç’ın 100’üncü Yıl Marşı’nın ritmine sağa sola sallanarak eşlik ediyorlardı. Önümdeki genç anne kucağındaki çocuğuyla olduğu yerde sanki vals yapıyordu. Şükrü Saraçoğlu Stadı, bir karnaval yeri gibiydi o gece… Havai fişek gösterisiyle, herkesin ellerinde ışıldayan maytaplarla.
Kutlama töreninde tribündeki kadınların ve çocukların fazlalığı göze çarpıyordu. Tribündeki babalar için en büyük zorluk, erken saatlerde başlayıp gece yarısına kadar süren şampiyonluk kutlamasında kalabalığı yararak, çocuklarını tuvalete götürebilmekti. Altı saatlik sarı-lacivert şölen boyunca çocuğunu en aşağı üç kez tuvalete götürdüğüne tanık olduğum ön sıradaki baba
bile halinden hiç de şikayetçi görünmüyordu. Lig şampiyonluğu elde edilmiş, stres dolu günler son bulmuştu ne de olsa…
Gecenin en olumsuz notunu ise kadınlar tuvaletinde oğluyla birlikte sıra bekleyen kızıl baçlı genç anne aldı benden, Oğlunun tuvalet ihtiyacını karşıladıktan sonra, ne sifonu çekti, ne de klozeti temizledi. Dakikalarca kuyruk bekledikten sonra çirkin bir manzarayla karşılaşmak hiç de hoş değildi. Üstelik kılığından kıyafetinden eğitimli ve en aşağı orta gelir düzeyine sahip olduğunu tahmin ettiğim genç annenin, büyük emeklerle yapılan Şükrü Saraçoğlu’na bir
bir Fenerbahçeli kadın taraftar olarak umursamaz davranması da işin bir başka acı noktasıydı.
Şampiyonluk kutlama gecemizde, beni en çok etkileyen anlardan biri de Ümit’in vedasıydı.
Taraftarla, takım arkadaşlarıyla vedalaşan Ümit’in duygu dolu anlarına kayıtsız kalamadım. Ümit yeşil sahada gözyaşlarına hakim olamıyordu, ben de tribünde. Gerçekten de söylediği gibi “adam gibi gelmişti ve adam gibi gidiyordu”
Sıra, şampiyonluk kadrosunun takdimine geldiğinde, gözlerim Rüştü’yü aradı. O da bana göre her zaman adam gibi adamdı. Kalesinde devleşip, şampiyonluktaki en büyük pay sahiplerinden biri olduğu yıllarda bile asla şımarmadı. Evinden çok zaman geçirdiği kulübünde, çok sevdiği sarı-lacivertli taraftarlardan birkaçının saldırısına uğradığında da efendiliğini bozmadı. Yedek kaldığında ise kulis faaliyetlerine asla girmedi. Sadece son zamanlarda oldukça şansızdı Rüştü. Barcelona’ya gittiğinde takımın teknik ve yönetim kadrosundaki değişimin, Türkiye’de ise beklenmedik anda gelen sakatlığın kurbanı oldu.
“Rüştü, üçüncü kalecimizdir” diyen Zico beyefendiye, en güzel yanıtı Fatih Terim verdi.
“Rüştü her zaman birinci kalecimizdir” Hakan Şükür’ü acımasızca eleştiren bazı spor yazarlarına, yöneticilerine, hatta onu yok sayan ay yıldızlı takımın eski hocası Ersun Yanal’a rağmen, ünlü golcüye her zaman destek olduğu gibi, şimdi Rüştü’nün arkasında duruyor Fatih Terim. Teşekkürler Fatih Hoca, sporcularını satmadığın, onları kucakladığın için. Adam gibi adam olduğun için.