Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        REKLAM

        Bugün insanoğlunun en büyük adımının 50. Yıldönümü.

        Tam 50 yıl önce bugün Neil Armstrong Eagle’ın merdivenlerinden ağır ağır inerek ayın tozlu zeminine ayak bastı ve tarihi cümlesini söyledi.

        Onun için küçük, insanlık için büyük bir adımdı.

        Ay'a ayak basacak ilk insanları taşıyan Apollo 11’in komuta modülünde 3 kişiydiler.

        Bu üç kişiden ikisi Eagle ay mödülüne geçerek, Ay'a ayak basacak ve tarihe geçecek, biri ise Ay yörüngesinde turlayarak onları bekleyecekti.

        Aldığı komut şu idi: “Eğer Ay'a inen Eagle aydan kalkamazsa, kalkıp da komuta mödülü ile birleşmeyi başaramazsa komuta modülündeki astronot onları orada bırakıp Dünya’ya dönecekti."

        Bugün Dünya, Ay'a ilk ayak basan Neil Armstrong’u, onun ardından Ay'a ayak basarak tarihe geçen Edwin Buzz Adrin’i çok iyi hatırlıyor.

        Neil Armstrong, Michael Collins ve Edwin Aldrin (Soldan sağa).

        Ama komuta modülünde kalıp onları bekleyen 3. Astronotun adını pek anan yok.

        O astronotun adı Michael Collins.

        Yukarıda söylediğim “Gerekirse bırakıp dönme” durumunda olan kişi o.

        Ay görevi sonrası MIT’de katıldığı bir söyleşide kendisine bu soru sorulduğu zaman “Aldığım emir buydu. Bırakıp dönecektim. Bunu aramızda da bir kez konuştuk ve konuyu kapattık. Yapılması gerekeni herkes biliyordu” diyen Collins.

        Michael Collins ile ilgili çok önemli bir sır var ve bu pek bilinmiyor.

        Bu sırrı benimle paylaşan kişi ise Apollo 11 görevi sırasında NASA’da görevli olan ve Ay'a gidiş değil aydan dönüş programında çalışan Prof. Arsev Eraslan.

        Başkan Kennedy’nin 1961 yılında verdiği “Bu 10 yıl sona ermeden Ay üzerine insan indirip, onu güvenle geri getirmeyi başarmalıyız” sözüyle yola çıkan ve bu uğurda o günün parasıyla yaklaşık 50 milyar dolar harcayan NASA’nın “Ay Görevinin” iki Türk çalışanından biri.

        Ay'a ayak basan ilk astronot Neil Armstrong.

        Arsev Hoca’nın anlattığı dedikodu şu:

        “Michael Collins gerek eğitim, gerekse tecrübe olarak Neil Armstrong’dan daha önde görünen bir astronot. Collins’in askeri okul sonrası MIT’de doktora yapmış olması da ona ayrı bir değer katıyor. Ve Ay'a inecek ilk insanın Michael Collins olması üzerinde NASA’da bir kararlılık var.

        Ancak bu Collins’in önüne beklenmedik bir engel çıkıyor.

        Tip engeli.

        Collins, tipik bir Amerikal değil. Gözleri mavi değil, açık kumral değil, Hollywood yıldızlarını andıran, Dünya’da nam salmış Amerikalı tipolojisine uymuyor. Tam aksine hafif kavruk, neredeyse Asyalı gibi görünen bir genç adam.

        NASA halkla ilişkiler birimi üç astronotun da tipine bakıyor ve karar veriliyor.

        “Neil Armstrong, Amerika'yı daha iyi temsil eden bir tipe sahip, Ay'a o inecek.”

        Ve galiba bir neden daha var. Arkadaşlarını ayda bırakıp gelmek zorunda kalırsa, çok da Amerikalı'ya benzemeyen birisi bu pis işi yapmış olacak.

        Yani Michael Collins, tarihe geçme şansını tipten kaybediyor.

        Yakışıklı oğlan, jön prömiye Neil Armstrong kazanıyor.

        Acaba bugün Türkiye’nin bir Ay programı olsa ve Ay'a inecek ilk Türk astronotu seçmek durumunda kalsak.

        Türkiye’yi kim daha iyi temsil eder.

        Kenan İmirzalıoğlu mu, Kıvanç Tatlıtuğ mu?

        Ya da acaba Recep İvedik mi?

        ***

        Naziler olmasa Ay’a gidilemez miydi!

        Sorunun yanıtı “Elbette gidilirdi ama 1969’da gidilemezdi” diye özetlenebilir.

        Gidilirdi fakat çok daha geç gidilirdi.

        V2 roketlerinin mucidi Alman mühendis Wernher Von Braun’un, 2. Dünya Savaşı sonunda Amerikalılar tarafından kapılarak ABD’ye götürüldüğü ve NASA’nın roket ya da itki teknolojisinin bu Alman’ın önderliğinde geliştirildiğini hemen herkes bilir.

        Ancak Alman roketbilimcileri kapan tek ülke ABD değildir.

        2. Dünya Savaşı sonunda hem Rusya hem de ABD, Alman bilim adamlarını kapışmıştır.

        Sadece ABD’nin değil, Sovyet Uzay programının çalışmalarında da Alman bilim adamları hep kilit roldedir.

        Her iki ülkenin roket programları, Almanya’yı ele geçirdikten sonra buldukları V2 roket projelerinin detaylarına dayanır.

        İki ülke de roket motorlarını Nazilerden aldıkları teknoloji ile üretmişlerdir.

        Fotoğraf​

        Ay görevi sırasında Ay'a gitmeyi başaran iki de Avrupalı var.

        Bunlardan biri İsveçli fotoğraf makinası üreticisi Hasselblad, diğeri ise İsviçreli saat üretici Omega.

        Hasselblad, Ay görevi için iki özel kamera üretiyor.

        Astronotların kalın uzay giysileri ile Ay soğuğunda ve sıcağında kullanabilecekleri iki özel kamera.

        Mümkün olduğunca hafif, olabildiğince fazla filmi tek seferde içine alabilen özel kameralar.

        Ne kadar doğru bilmiyorum ama Neil Armstrong’un Ay yüzeyinde çok az fotoğrafı var çünkü fotoğraf makinası onda olduğu için fazla fotoğrafı çekilememiş.

        Diğer makine ise iyi bir açıya yerleştirilmiş uzaktan kumanda ile çalıştırılmış.

        Neil, Buzz’un çok fotoğrafını çekmiş ama Neil’in sadece tek fotoğrafı var Buzz tarafından çekilmiş.

        Ve dönüşte her iki fotoğraf makinesinin film magazinleri alınmış, makineler ise Ay'dan kalkışta ağırlık yapmasın diye Ay yüzeyinde bırakılmış.

        REKLAM

        NOT: YARIN AKŞAM TEKE TEK BİLİM’DE AY'A SEYAHATİN 50. YILDÖNÜMÜNÜ KONUŞACAĞIZ. BEKLERİZ.

        ***

        Davutoğlu cephesinde yeni bir şey yok

        Ahmet Davutoğlu ile hayli konuşulan bir röportaj yapan üç gazetecinin, program yaptıkları radyodaki programlarına son verilmiş.

        Yavuz Oğhan, Akif Beki ve İsmail Saymaz.

        Programı canlı canlı izlemiştim.

        Açıkçası çok da hoşuma gitmişti.

        Üç gazeteci arkadaşımız iyi soruların sormuştu.

        Davutoğlu ise geç kalmış bir şekilde de olsa kaçamak olmayan, AK Parti içindeki tartışmaları gayet iyi anlatan yanıtlar vermişti.

        İyi programdı.

        Kaçamak olmayan, gazetecilik yapıldığı hissi veren, iyi işti.

        Davutoğlu biraz daha sıkıştırılabilirdi belki kendi icraatları ile ilgili.

        O bölümü biraz zayıf kalmıştı.

        Yine de keyifle izleyip, çok şey öğrendiğim bir iş oldu.

        Bu nedenle gazeteci arkadaşların işine son verilmesi normal.

        Davutoğlu’na gelince.

        AK Parti içindeki tartışmaları ve kendisine yapılan haksızlıkları çok iyi anlattı. Çok iyi bir fotoğraf görmemizi sağladı.

        Ne var ki, kendi özeleştirisi konusunda aynı oranda başarılı değildi.

        Ve hâlâ çok yüksek perdeden bir “kibirle” konuşuyor.

        “Beni eleştirin, beni vurun, beni öldürün ama“ diye başlayan cümlelerindeki kibir dozu eksilmemiş artmış.

        Dış politikada Türkiye’yi nasıl bir batağa sürüklediği konusunda bir özeleştirisi yok.

        “Çok hata yaptım elbet” derken bir mütefekkir edası ile konuşuyor ama hatalarını ve bunların nasıl düzeltileceği konusunda bir açıklaması ve gelecek vizyonu yok.

        Yani Davutoğlu cephesinde değişen bir şey yok.

        Ancak yine de Davutoğlu’nun AK Parti’nin entelektüel çevrelerinde hâlâ bir karşılığı, bir potansiyeli var.

        Toplumda ise bir karşılığı yok.

        Yani Babacan ile tam ters konumdalar.

        REKLAM

        ***

        Bir anı yapıcının anıları

        Dostlarım kitap yazınca alır okurum.

        Ama Allah biliyor ya, sıkılırsam da hemen bırakırım.

        Son olarak okuduğum sevgili dostum Mustafa Oğuz’un “Nehir Söyleşi” şeklindeki kitabı “Yorma Birader”

        Ama önce size Mustafa Oğuz’u anlatayım biraz.

        Benim Mustafa Oğuz’la ilk karşılaşmam tam tarihi hatırlamıyorum ama 1980’lerin başına denk gelir.

        O sıralarda Galatasaray’ın bir işi için, ya mektebin kültür haftası gibi bir organizasyonu ya da kulubün 80. Yıl kutlamaları falan gibi bir şey için mektepten büyüğüm, abim Egemen Bostancı ile bir araya geliyoruz.

        Daha doğrusu yardımını istemek için Egemen Ağabey’e gidiyoruz.

        Egemen Abi bizi genelde gözü dönmüşler tarafından yakılan Şan Tiyatrosu’nun altındaki ofisine çağırıyor.

        Orada bir bale stüdyosuna benzeyen bir yer var, Egemen Bostancı orayı bir bara çevirmiş sanki orada oturuyoruz.

        Sanatçılar, gazeteciler, iş dünyasından tanıdık simalar gelip gidiyor.

        Mustafa Oğuz’u ilk görüşüm orada.

        Egemen Abi’den daha genç. Kendine güvendiği belli, biraz ukalamsı bir tip. Hafiften gıcık bir hali var.

        İlk görüşüm o.

        Birkaç yıl sonra İstanbul’da her taşın altından o çıkmaya başlıyor. Mustafa Oğuz.

        İyi organizasyon, yüksek kaliteli konser, büyük sanatçı falan dedin mi hep o.

        İstanbul’un kültür ve sanat çıtasını yukarı çekmeye çalışıyor.

        Gıcık ama bir o kadar saygıdeğer işler yapan bir adam olarak görüyorum onu.

        Çok yakın çevrelerde geziyoruz aslında ama uzak duruyorum.

        Sonra televizyonda yöneticilik yıllarım başlıyor.

        Ortak dostlar çok. Ben yine Mustafa Oğuz’a yaklaşmıyorum.

        Çünkü huysuzluğu, kıllığı ile ünlü.

        Birkaç kez bir araya geliyoruz iş için ama o kadar.

        Mesafemizi koruyoruz.

        Belli ki o da bana hafiften kıl.

        Ardından birkaç yıl önce Hande’nin çok satan kitabı Kahperengi için birkaç televizyon yapımcısı Hande’ye teklifte bulunuyorlar.

        Kitabı dizi yapmak için.

        Hande sektörün yabancısı. Bana soruyor, “Sen bu adamları tanıyor musun? Hangisi ile daha iyi iş yapılır” diye.

        Biri o günlerde fırtına gibi esen bir yapımcı. Diğeri ise Mustafa Oğuz.

        Genelde ne Hande benim işime karışır, ne de ben onun işine.

        Ama fikrimi söylüyorum.

        “Bu adam arkadaşımdır ama sen onunla çalışamazsın. Mustafa Oğuz’u yakın tanımam ama huysuz bir adamdır fakat işini çok iyi yapar. Teklifi daha kötü bile olsa ben olsam Mustafa Oğuz’u tercih ederim” diyorum.

        Meğer Hande’de de aynı kanaatte imiş.

        Mustafa Oğuz ve hayatımda tanıdığım en şahane kadınlardan biri olan eşi Gül Oğuz’la beraber çalışmaya başlıyorlar.

        Kısa sürede arkadaş oluyorlar.

        Ancak ben yine de mesafeliyim.

        Ve sonunda ben de Oğuz boyu ile bir araya geliyorum.

        Geliş o geliş.

        Ulan böyle şahane bir çift olabilir mi?

        Mustafa müthiş ama müthiş adamın arkasında ondan da müthiş bir kadın var.

        Bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji. Yaşamın her alanında bir kalite arayışı.

        Ruhu organizatör.

        Ama biz ona “Anı yapıcı” diyoruz.

        Çünkü her anını, çevresindeki insanlara, sevdiklerine inanılmaz anılar ürütecekleri ortamı sağlamak için uğraşıyor.

        Huysuz değil.

        Tam aksine huylu.

        Her şeyden huy kapıyor.

        Ama müthiş bir karakter.

        Cinsin önde gideni.

        Arkasında ise Gül Oğuz onu çaktırmadan çekip çeviriyor.

        Ve işte bu Mustafa Oğuz, Selin Ongun’la oturup günlerce konuşmuş ve ortaya müthiş bir kitap çıkmış.

        Türkiye’nin bir döneminin eğlence, kültür ve sanat hayatı.

        Hayatımızda derin yer etmiş sanat insanlarının perde arkasındaki halleri.

        İnanılmaz bir açıklıkla ve dürüstlükle anlatılmış.

        Bu kadar dürüst ve açık otobiyografi Türkiye’de pek olmaz.

        Ama olmuş.

        Bir solukta okudum.

        Çok şey öğrendim.

        Gülmekten kırıldığım, ağlamaktan katıldığım anlar oldu.

        O gıcık adamla dost olduğum için sevindim.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        "Çevremizdekilerin ortalaması olduğumuzu unutmadığımız zaman."

        Diğer Yazılar