Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dün gece geç saat.

        Cumhurbaşkanlığı bünyesinde görev yapan bir dostumdan bir mesaj geldi.

        Mesajın ekinde bir mektup.

        Başkan Trump’tan Başkan Erdoğan’a yazılmış bir mektup.

        Kısa süre önce aynı mektup başka bir yerden daha gelmişti. Fox News’da yayınlandı diye.

        Cumhurbaşkanlığı’ndaki dostuma “Muhtemelen palavradır. Böyle mektup mu olur Başkan’dan Başkan’a” diye yanıt verdim.

        Meğer doğruymuş.

        Herhangi bir devlet başkanının ya da başbakanın bir başka ülkenin başkan ya da başbakanına böyle bir mektup yazdığını hiç görmedim de, duymadım da!

        Mektup ilginç.

        ABD Başkanı’nın muhataplarıyla ya da samimi olduğu muhataplarıyla nasıl ilişki kurduğunu, nasıl bir zevzeklik içinde olduğunu göstermesi açısından önemli bir mektup.

        Mektubun Türkiye açısından önemi ise şu:

        Trump, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ile PKK terör örgütünün Suriye’deki başını “eş değer” olarak görüyor.

        “Sizi görüştüreyim” diyor.

        Neredeyse “Çok kıyak çocuktur. Birbirinizi severseniz. Kanka olursunuz” diyecek.

        Türkiye’nin mektuba yanıtı yazılı değil, fiili olmuş.

        9 Ekim tarihli mektuba, aynı akşam Kuzey Suriye’ye operasyon başlatarak yanıt vermişiz.

        Bu açından bir sıkıntı, dertlenecek bir durum yok.

        Ama ortada büyükçe sayılabilecek bir mesele elbette var.

        ABD Başkanı Trump, PKK’nin Suriye kolunun başkanı ile aynı gün telefonla görüşmüş.

        Bizim “ Bu bir terör örgütüdür” dediğimiz örgütün elebaşı ile...

        Yakında Beyaz Saray’da ağırlar ise hiç şaşırmayalım.

        “Kamuflajlı diplomasinin” sonucu diyelim.

        Yine de ben mektupta Türkiye açısından “gocunacak” çok da bir şey olmadığını düşünüyorum.

        Doğrusunu isterseniz bana daha garip gelen “Pence ve Pompeo ile ben görüşmem” denilip, sonra da “Sadece onlarla görüşürüm” denmesiydi.

        *

        Operasyonlarımız

        Barış Pınarı Operasyonu, Türkiye’nin sınır komşularındaki terörist yapılanmalara karşı yaptığı ne ilk operasyon ne en büyük operasyon ne de muhtemelen son operasyon olacak!

        Güneyimizde genelde Batı, bazen Kuzey, bazen de Doğu veya Güney ülkeleri destekli bu yapılanma oldukça biz de operasyon yapacağız.

        Yaşamadığı şeyleri okumadığı için bilmeyenlere, hafızası kuvvetli olmadığı için ya da işine gelmediği için hatırlamayanlara birkaç örnekle “tazeleme” yapayım.

        Türkiye geçmişte PKK’nın yuvalandığı Kuzey Irak’a defaatle operasyon yaptı.

        Kimi küçük kimi büyük.

        100 bine yakın askerle Irak’a girdiği oldu.

        Bunların terör örgütüne en büyük zayiat verdirenleri şöyleydi:

        Ekim 1992 Süpürge Harekatı: 1452 PKK’lı etkisiz hale getirildi.

        Mart 1995 Çelik Harekatı: 568 PKK’lı etkisiz hale getirildi.

        Mayıs 1997 Çekiç Harekatı: 3 bin 145 terörist etkisiz hale getirildi, 114 şehit verdik.

        Eylül 1997 Şafak Harekatı: 902 terörist etkisiz hale getirildi, 31 şehit verdik.

        Zaten bunları takiben 1999 yılında örgütün yenilgisi geçekleşti ve o yıl Öcalan ABD’nin de yardımıyla yakalandı.

        Örgüt bu yenilgiyi hem Öcalan’ın hem de Karayılan’ın kitaplarında kabul eder.

        Barış Pınarı Operasyonu ile geçmişin bu büyük operasyonları arasındaki en önemli fark ise o zaman diplomatik olarak bu kadar zor durumda kalmıyor olmamız.

        Elbette o zaman da “Yapmayın, durdurun” diyenler oluyordu ama BM Anlaşması’nın meşru müdafaa halinde güç kullanımını onaylayan 51. Maddesine uygun hareket ettiğimizi “Monşerlerimiz” dünyaya gayet iyi anlatıyordu.

        Neo Osmanlıcık modası olmadığı için de genişleme hevesi içinde hareket etmediğimize inandırmak mümkün oluyordu.

        NOT: Bunlar Türkiye’nin yaptığı onlarca hatta belki yüze yakın sınır ötesi operasyonun en büyükleri.

        *

        Üç büyük bilim insanına doktora

        İki gün önce İstanbul Teknik Üniversitesi’nde çok keyifli bir törene katıldım.

        İTÜ, kendi alanlarında en büyük üç bilim adamına “fahri doktora” verdi.

        Diyeceksiniz ki, “Ne var bunda, verir”.

        Doğru verir.

        Önemli olan karşı tarafın bunu kabul etmesidir.

        Görmemişler, bu nevi doktoraları nereden gelirse gelsin büyük bir keyifle koşa koşa gider alır.

        Hakiki bilim insanları ise bu doktorayı verenin nasıl bir kurum olduğuna bakar.

        “Bana doktora verecek kalitede mi” diye alır meseleyi ele.

        İTÜ’nün doktora verdiği isimler Oxford Üniversitesi Profesörü, Dr. John F. Dewey, Cambridge Üniversitesi Profesörü Dr. Dan McKenzie ve College de France Profesörü Dr. Xavier Le Pichon.

        Bu isimler sıradan profesörler, sıradan jeologlar değil.

        Bunlar modern jeolojinin kurucuları, bugün dünyayı ve dünyanın içinde olup bitenleri anlamamızı sağlayan kanıtlanmış pek çok teorinin sahipleri, bunlar dünyayı evleri zanneden kendi milliyetlerini aşmış adamlar.

        Jeolojinin Nobel’i sayılacak ödülleri kazanmış isimler.

        Onlara “onursal doktora”, “Doctor Honoris Causa” vermek onlar için onur değil, bir üniversite için onur.

        Ben de bu törene dostum Prof. Le Pichon’un davetlisi olarak katıldım.

        İTÜ kendi geleneklerine uygun şahane bir tören düzenlemişti.

        Üniversite Rektörü Prof. Mehmet Karaca, törende “Bu isimlere onursal doktora vermek onlar için değil üniversitemiz için onurdur” diyerek durumu özetledi. Bu İTÜ’ye evrensel bilim ile bu denli iç içe kalmayı başardığı için teşekkür ediyorum.

        Başta dostum Le Pichon olmak üzere bu üç büyük bilim insanına da bu doktorayı kabul ettikleri için.

        Şunu da ekleyeyim.

        Modern jeolojinin bu üç kurucu babası Pazar akşamı Teke Tek Bilim’de olacaklar.

        Tahmin edeceğiniz üzere yaklaşan Marmara depremini konuşacağız.

        Çünkü 5,8’lik depremden sonra Le Pichon bana “Bu çok kötü bir işaret. Kilit açıldı” demişti.

        Ne demek istediğini Pazar akşamı Teke Tek Bilim’de anlatacak.

        *

        Galatasaray’a ihanet

        Pazartesi akamı Spor Saati’nde Galatasaray Spor Kulübü’nde Divan başkanı ile Yönetim Kurulu Başkanı arasındaki gerginliğe değinerek “Bu Galatasaray’a zarar veriyor. Bunu yapmak Galatasaray’a ihanettir. Dostum Eşref Hamamcıoğlu eğer muhalefet lideri olmak istiyorsa Divan Başkanlığını bırakıp Başkan adayı olarak liderliğe soyunsun ve kulübü seçime götürsün” dedim.

        Ertesi gün aradı.

        “Fatih, tüm eleştirilerine saygı duyarım. Katılmasam da saygı duyarım ama bana hain diyemezsin. Beni Galatasaray’a ihanetle suçlayamazsın” dedi.

        Ben de bilerek yapılmasa bile bunu kulübe ihanet olarak gördüğümü, ama açıklamasını programda aynen yayınlayacağımı söyledim.

        Bu tavrının Galatasaray değerlerini bilmeyen ve anlamayan Başkan’ın işine geldiğini de ekledim.

        Daha sonra yönetim kurulu bir açıklama yaparak Hamamcıoğlu’nu istifaya davet etti.

        Bu yakışıksız bir taleptir.

        Divan Kurulu da yönetim gibi seçilmiş bir organdır.

        Birbirlerinin istifasını isteyemezler.

        Ben isterim, üyeler ister ama seçilmiş organlar isteyemez.

        Ve şimdi de Divan yönetime yanıt verdi.

        Ben ise giderek haklı çıkıyorum.

        Her iki taraf el birliği ile Galatasaray’a ihanet ediyor.

        Ayıptır.

        Yazıktır.

        Tepemi attırmayın.

        *

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Bazıları rahmetli Ecevit’ten özür dilediği zaman.

        Diğer Yazılar