Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Konu ilgimi çekince meseleye derinlemesine bakmak için biraz araştırma yaptım.

        Çok değil ha, sadece biraz.

        Önce ilgimi çekenin ne olduğu söyleyeyim.

        Biliyorsunuz devletin bir bütçesi vardır.

        Bu bütçeyi yeni sistemimize göre Cumhurbaşkanlığı hazırlar, TBMM onaylar.

        Bütçe devletin gelirlerini ne şekilde harcayacağını, nereye harcayacağını gösterir. Bir anlamda devletin öncelikleri de bütçe ile belirlenir.

        Cumhurbaşkanı belirler, TBMM onaylar. Maliye de harcar.

        Anlaşılan o ki, Başkent Gaz adlı şirket kamu bütçesini Cumhurbaşkanı’nın belirlemesinden pek memnun kalmamış.

        Başkent Gaz yönetimi demiş ki, “Benim ödediğim vergilerin nereye harcanacağına ben karar veririm.”

        “Yahu demokrasilerde Magna Carta’dan beri böyle bir şey yok” falan diye düşünmemişler de.

        Vergimi mecburen vereceğim hiç değilse benim istediğim yere gitsin demiş.

        Kızılay’ı da bu işe aracı kılmış.

        Başkent Gaz 2013 yılında özelleştirildi hatırlarsınız.

        2017’da ise halka açılmayı planladı ve bunun için bir izahname yayınladı.

        Oradan edinebildiğimiz bilgiye göre Başkent Gaz’ın bağış sistemini kullanarak vergilerini kafasına göre yönlendirmesi yeni değil.

        Bu şirket 2015 yılında 13.4 milyon

        2016 yılında 16.5 milyon

        2017 yılında da yaklaşık 30 milyon TL “şartlı bağış” yapmış.

        Bu miktar şirketin ödediği vergiyle de hemen aynı miktar.

        Yani Başkent Gaz, vergisinin yarısını devletin harcamasına bırakmış, diğer yarısını da kendi istediği yerlere harcamak üzere “şartlı bağış” mekanizmasını kullanmış.

        Vallahi çok iyi bir fikir.

        Herkese tavsiye ediyorum.

        Bizim gibi ücretliler için de bir küçük değişiklik yapın ve biz de vergilerimizi şartlı bağış olarak Kızılay’a veya benzeri yerlere ödeyelim.

        Mesela ben de vergimi evimin yolunu asfaltlayacak olan kuruma şartlı bağış yapayım.

        *

        Tam dönemin adamı

        Kızılay Başkanı’na kızmıştım ama vazgeçtim kızmaktan.

        Tam zamanın adamı imiş meğer.

        Kendi Kızılay Başkanı.

        Oğlunu Genç Kızılay’a Başkan yardımcısı yapmış. Muhtemelen yakında başkan da yapacaktı, eğitiyordu.

        Memlekette genç işsizliği yüzde 30’lardeyken oğlunu da TRT World’de ayrıca işe de koymuş.

        Görüldüğü üzere tam dönemin adamı. Tüm gereklilikleri yerine getirmiş.

        Bu adama niye kızayım ki!

        Her şeyi dört dörtlük yapmış.

        *

        Telesiyejde siyasi hayat

        “İmamoğlu’nun tatilini niye yazmıyorsun?” diye soruyor bazıları.

        Niye yazmadığımı birkaç şık olarak açıklayayım.

        Beğendiğinizi alın sizin olsun.

        - Yazmadım çünkü herkes yazdı zaten. Üzerine ne yazacaktım ki. Duymayan mı kaldı!

        - Yazmadım çünkü İmamoğlu’nun tatilinin üzerinde tepinenlerin büyük bölümü başkalarının tatillerinden tek kelime yazamıyor.

        - Yazmadım çünkü İmamoğlu bu konu ile ilgili ne diyecek onu bekledim.

        - Yazmadım çünkü tatilin insani bir hak olduğunu düşünüyorum.

        Bu şıkların birini seçebilir veya hepsi birden diyebilirsiniz.

        Fark etmez benim için.

        Bugüne kadar niye yazmadığımı anlatayım.

        İster inanın, ister inanmayın.

        Öncelikle İmamoğlu ne diyecek onu duymak istedim. Çünkü medyaya güvenim neredeyse sıfıra yakın. Kendi instagram fotoğrafı koyana kadar gerçekten kayağa gitti mi, gitmedi mi emin bile değildim.

        Sonra oturup bir yazı yazdım ama hemen hemen aynısını bir başka köşede görünce, genel yayın yönetmenimize telefon açıp “İmamoğlu ile ilgili yazımı sayfaya koyma” dedim. İnternette yazmanın böyle bir avantajı var. Sanki danışıklı dövüş bir yazı gibi görünsün istemedim açıkçası.

        Gelelim bu konuda ne düşündüğüme.

        Tatilin çok gerekli bir şey olduğunu düşünmeme, yöneticilik yaptığım yıllarda çalışma arkadaşlarıma tatil yapma konusunda neredeyse mecburiyet getirmeme rağmen İmamoğlu’nun Bodrum tatillerini ilk gündeme getirip eleştiren kişiyim.

        Daha neredeyse koltuğa oturmadan tatil mi olur, üstelik de halka bu kadar çok söz verilmişken diyen benim.

        Onu bir hatırlatayım.

        Palandöken’deki kayak tatiline gelince.

        Ekrem Bey’in açıklamasını okudum.

        Olmamış.

        Elbette aile önemli, elbette çoluk çocuğa zaman ayırmak lazım. Kim itiraz edebilir.

        Ama bir milletin karşısına çıkıp “çalışma sözü” vermişken, her özelliğini eleştirsek bile çalışkanlığına hiç kimsenin laf edemeyeceği bir liderin karşısına çıkacak aday olarak görülür, gösterilir ve öyle davranırken, belediye başkanlığında daha 6 ayı yeni doldurmuşken, hele bir de deprem felaketinde gidip halka yakın olma gayreti gösterilmişken, oradan ayrılıp kayak tatiline gidemezsin.

        Eşin, çocukların, yakınların gider.

        Eminim şu anda başka önemli politikacıların çocukları da kayak cennetlerinde kaymakla meşguldür, bizi hiç ilgilendirmez.

        Ama bir siyasetçi deprem bölgesinden kayak bölgesine atlamaz.

        Programı 25 gün önceden yapmışmış.

        Olabilir.

        Kamu görevi böyledir.

        Programı yaparsın, bir olay olur program mrogram kalmaz.

        Elbette hiç kimseye ailesine vakit ayırmaması söylenemez.

        Ama o zaman böyle kamu görevlerine talip olmazsın. Ailenle ne istiyorsan yaparsın. Kimse de karışmaz.

        Ama büyük siyasi hedefler koyarsan o zaman kusura bakma ailen 80 milyondur. Onlara karşı sorumlu hale gelirsin.

        “Ben böyleyim, yerse” deme hakkına da kimse sahip değildir.

        Bakın Avustralya Başbakanı’na.

        Ülkede yangınlar varken tatile çıktı diye uğramadığı hakaret kalmadı.

        Memleketinde sokağa çakamaz hale geldi.

        O yüzden kimseye kızmayacaksın Ekrem Başkan; “Başkanım ne işimiz var şimdi Palandöken’de kayakta. Siz burada kayarsanız siyasi hayatınız da kayar” demeyen danışmanlarından başka!

        *

        Suudi’ye yapılana bak

        Onurlu dış politika falan diyoruz ama acaba işin aslı gerçekten öyle mi!

        Ya da dış politika dediğimiz şey sadece dış politikada bağırıp çağırmak mıdır!

        Ne kastettiğimi, niye dertlendiğimi anlatayım.

        Haksızsam, “Haksızsın” deyin.

        Suudi Arabistan diye hukuksuz bir devlet var biliyorsunuz.

        Hani şu Türkiye’de adam öldürtüp parçalayan veliahtın ülkesi.

        Bu ülke Birleşik Arap Emirlikleri ile beraber uluslararası alanda Türkiye’ye her türlü hainliği yapıyor ama bununla da kalmıyor.

        Kendi içinde de Türkiye ve Türklere karşı bir tutum içinde.

        Suudi Arabistan’daki Türklerin iş yapması engelleniyor, bu ülke ile ticaret yapan işadamlarımıza kısıtlamalar getiriyor, Suudi Arabistan’da çalışan Türklerin çalışma izinleri iptal ediliyor, pek çoğu haklarını bile alamadan ülkeden deport ediliyor.

        Dünyada erişebildikleri her koldan Türkiye’nin ticari çıkarlarını zedeliyorlar.

        Buna karşın Türkiye ne yapıyor?

        Allah var yüksek sesle bağırıp çağırıyoruz, orada bir eksiğimiz yok ama somut olarak yaptığımız hiçbir şey yok.

        Tam aksine kendi ülkemizi bunlara peşkeş çekiyoruz desek yeridir.

        Son olarak duyduğumuz kabul edilebilir gibi değil.

        Bir Suudi şirket İzmir’de Çeşme, Alaçatı, Urla üçgeninde bir arazi almış.

        Burada büyük bir proje yapıyor.

        Hadi diyelim ki, bu ülkede hak var hukuk var buna bir şey diyemiyoruz.

        Bu yetmezmiş gibi, Suudi şirketin arazisi daha da değerli olsun diye kamu kaynaklarıyla buraya bir de “Kanal İstanbul” benzeri bir küçük kanal yapılıyor, Suudilerin yapacağı marinalara değer üzerine değer kazandırılıyor.

        Ama onurlu bir dış politikamız var.

        Bağırıp çağırıyoruz.

        Yeter de artar bile.

        Onlar yapıyor, biz bağırıyoruz!

        *

        Cezayir

        Her şeye kızıyorum gibi görünse de aslında her şeye kızmıyorum.

        Sadece gazetecilik unutulduğu için ben her şeye kızıyormuşum gibi görünüyor.

        Hoşuma giden şeyler de olmuyor değil.

        Mesela son günlerde beni en mutlu eden gelişmelerden biri Cezayir ile ilişkilerimizin belki de tarihte ilk kez bu kadar iyi hale gelmesi oldu.

        Çünkü Cezayir’in bağımsızlığını kazanmasından bu yana bu ülke ile asla iyi bir dostluğumuz olamadı.

        Çünkü Menderes hükümeti büyük bir aymazlıkla Cezayir’in bağımsızlık mücadelesi sırasında Cezayir’e değil, Fransa’ya destek verdi.

        Emperyalist güce karşı bağımsızlık savaşı verenden değil, sömürücüden yana oldu.

        Bir anlamda kendi geçmişini inkar etti o dönem Türkiye.

        İlişkiler de o gün bugündür bu ahlak ve akıl dışı tavrın gölgesi altına kaldı.

        Şimdi ilk kez düzelme yolunda. Bu da benim çok doğru bulduğum bir iş.

        *

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        7.4’lük bir depremin 6.5’lik bir depremden 1 puan değil 10 kat büyük olduğunu bilmeden yorum yapmadığımız zaman.

        Diğer Yazılar