Dün Celal Şengör’le konuşuyorduk telefonda.
“23 Nisan’da sana yazdığım mektubu okudun mu?” dedi.
“Ne mektubu, görmedim” dedim.
Telefonu kapatır kapatmaz açtım baktım ki, rezalet.
Celal Hoca bana çok hoş bir mektup yazmış ama binlerce mail arasında nasıl olduysa gözümden kaçmış.
Okudum.
Çok hoşuma gitti.
Paylaşayım dedim:
“Sevgili Fatihciğim,
23 Nisan’ı düşünürken aklıma sana tüm öğrencilerime yaptığım bir tavsiyeyi yazmak geldi. Öğrencilerime diyorum ki, eğer bilim insanı olmak istiyorsanız çocukluktan alsa çıkmayınız, elinizden geldiği kadar çocuk kalmaya özen gösteriniz.
Bunun sebebi şudur: Çocuk henüz önyargılarla ve toplum baskısıyla yüklenmemiş bir beyine sahiptir ve onun için hürdür, özgürdür.
Büyüklere sık sık çocuğun sorduğu sorular saçma, aptalca, gereksiz görünür. Halbuki, aslında aptal olan büyüklerdir. Kendilerinin bilgi zannettiği önyargıları, normal davranış sandıkları toplum baskıları onların elinden düşünme özgürlüklerini büyük ölçüde almıştır, onları bir yerde aptallaştırmıştır.
Çocuk kinayeden, mecazdan anlamaz, her duyduğunu olduğu gibi kabul eder. Bu durum aspergerli kişilerde de böyledir (ben kişisel tecrübemden biliyorum) ve bu ‘her şeyi olduğu gibi görme’ özelliği aslında keşif yapmak için ideal ön şarttır. Herkesin ‘normal’ sandığı şeylerde anormallik görmek büyüklere verilen öğreti ve toplum baskısının dışında düşünebilmek ile mümkündür.
Meselâ, Einstein’in ışığın hızının toplanamamasını bir doğa yasası olarak kabul etmesi o zamana kadar gelen ‘normal’ fizikçiler için bir delilik gibiydi, çünkü Newton’un yanıldığını gösteriyordu ve üstelik aklıselime karşıymış gibi görünüyordu ki bunu kabul etmek bir bilim insanı için fizikteki kariyerini tehlikeye atmak olabilirdi.
Einstein işte bu ‘saçma’ kabulü yaptı ve ortaya meşhur izafiyet teorisi çıktı. Öğrencilerime hep şunu söylüyorum: Soru sormaktan çekinmeyin!
Aptalca soru yoktur. Sorduğunuz bir soruyu aptalca bulanın aslında kendisi aptaldır. Bugün hepimize ‘saçma, aptalca’ gelen bir soru, aslında çok önemli bir anormalliği görmemize sebep olabilir. Şunu unutmayın, tek otorite tabiattır; onun dışında hiç kimsenin otoritesi kabul edilemez: Ne ananız ne babanız ne dedeniz ne öğretmeniniz ne din adamları ne hakim ne polis... Kısaca hiç kimsenin düşünceniz üzerinde otoritesi, kısıtlayıcılığı olamaz.
Olursa o toplumda bilim yapma imkânı kalmaz. Nasıl ki çocuğun cezaî ehliyeti yoktur, bilim insanı da aynı kategoride olmalıdır. Onun için çocuk kalın. Büyürseniz aptallaşır ve bilim insanı olma imkânını büyük ölçüde kaybedersiniz. Benim meslek yaşamımda gördüğüm en başarılı öğrenciler hep bana bile bazan saçma gelen soruları soran öğrenciler olmuştur. Hemen aklıma şimdi çok kaliteli birer bilim insanı olmuş olan Saniye ile İstem geliyor. Hemen herkes (kendi annesi dahil) İstem deli yahu diyordu (Saniye için de aynı şeyi söylüyorlardı). Hattâ bir gün İstem’in annesi beni ziyaret ederek kızından bu konuda şikâyetçi oldu. Ben de kendisine şikâyetçi olduğu sebebin aslında çok sevinilecek, iftihar edilecek bir sebep olduğunu anlattım ve sonra bir diploma töreninde tüm İTÜ öğrencilerine söylediğimi söyledim: Hanımefendi, İTÜ bir tımarhanedir; ama başka türlü olmasını istemiyoruz. Herkesin akıllı, uslu dediği kişiden orijinal düşünce çıkmaz, dolayısıyla bunlardan bilim insanı olmaz, olsa olsa koyun olur.’ Gerçekten de daha sonraki öğrencilerimden Sena, Nalan, Nazik gibi çok başarılı çocuklar hep en dik kafalı olanlar olmuştur (ne hikmetse kızlar bu konuda erkeklerden daha iyiler; ne yazık ki Sena hariç bu saydığım çocukların hiçbiri Türkiye’de kalmadı. İTÜ İstem’e kadro teklif ettiği halde gelmedi.)
Onun için çocuk kalmak çok ama çok önemli. Atatürk de bir yerde çocuk kalmış bir insandı. Onun için herkesten iyi düşünüyordu. Onun için de belki en büyük başarısının simgesi olan 23 Nisan’ı çocuklara hediye etti.
Sevgiler, arkadaşım,
Celal”