Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Sanatçı Gaye Su Akyol şahane bir kampanya başlattı.

        Kadınları sosyal hayatta geride tutmak için kullanılan saçma sapan ne kadar deyiş var ise hepsini erkeklere uyarlayarak sosyal medyadan paylaşmaya başladı.

        Onun bu tavrı bir anda yayıldı, şimdi siyasi partiler de bu kervana katıldı.

        Gaye Su Akyol’un bu yaklaşımı aslında bana yabancı değil.

        Çünkü ben de kızım ve eşimle yaşadığım evde yıllardır bu tip sözlere muhatap oluyordum.

        Elimin hamuru ile kadın işine karışmamayı öğrenmiştim mesela.

        Ama kampanyadaki yaratıcılık yer yer güldürdü, yer yer gözlerimi yaşarttı.

        Hiçbir şey kadına karşı uygulanan şiddeti bu kadar net anlatamazdı.

        Lancet araştırmayı geri çekti

        Türkiye’nin pandemi mücadelesi ile ilgili gerçekçi haberler Batı medyasında da yer almaya başladı.

        İki hafta önce BBC’de Türkiye’nin salgın karşısındaki başarısını anlatan detaylı bir yazı çıktı.

        Londra Büyükelçimiz sevgili Ümit Yalçın’la birkaç hafta önce uzun uzun konuşmuştuk.

        İngiliz basını ile ilgili olarak epey bir çaba sarf ediyordu. Gazetelerin editörleri ile bire bir ilişkisi vardı.

        “Yalnız bizimle ilgili değil, hiçbir ülke ile ilgili olumlu bir haber yapmıyorlar” demişti.

        Elbette basının görevi methiye düzmek değil ama Türkiye ile ilgili kötü öngörüleri yayınlayıp, öngörüler tutmayıp, işler iyi gidince bunu saklamak edepsizlikti.

        Türkiye’nin corona ile mücadelesindeki başarı nedenlerini anlatan BBC yazısını sabahın erkeninde yolladı Ümit Yalçın, çok keyif almıştı belli ki!

        Şimdi artık pek çok yayında Türkiye nasıl daha iyi sonuçlar elde etti konulu yayınlar görmeye başladık.

        Bunun turizm sezonunda sınırlı da olsa yararını göreceğiz mutlaka.

        Sağlık sektörü ile ilgili yazılar ise sağlık turizmi olarak geri dönecektir diye umuyoruz.

        Bu arada önemli bir de bilgi vereyim.

        Hatırlayacaksınız, saygın bilim dergisi Lancet’te bir süre önce 100 bine yakın denekle 61 ülkeyi kapsayan bir Covid-19 araştırması yayınlanmıştı.

        Araştırmaya göre hiçbir tedavi uygulanmayan hastaların iyileşme oranı Hidroksiklorokin tedavisi yapılan hastalardan yüzde 50, antiviral ilaç ve klorokin verilen hastalardan ise iki kat daha fazlaydı.

        Yani Lancet’teki makaleye göre ilaçlar öldürüyordu.

        Ben de bu makaleyi sizlere aktarmış ve “Bu makale gerçekçi değil. Ya şişirme ya rakip ilaç firmaları tarafından destekleniyor ve karalama maksatlı ya da aceleye getirilmiş. Türkiye verileri bilimsel biçimde doğru düzgün paylaşsaydı bu makale yazılamazdı” demiş ve makaleye inanmadığımı ve güvenmediğimi belirtmiştim.

        Ve şöyle bir gelişme oldu.

        İki saygın tıp dergisi, Lancet ve NEJM veri değerlendirilmesi yöntemindeki güven sorunları nedeniyle bu araştırmayı geri çektiklerini duyurdular.

        Cezalar

        Tam sayıyı bilemiyoruz ama salgın döneminde kimine göre 300 bin, kimine göre 1 milyona yakın kişiye yasaklara ve kurallara riayet etmeme cezası kesildi.

        Şimdi tipik bir Türkiye yöntemi olarak “Salgın geçti, cezalar affedilsin” kampanyası başlatıldı.

        Bütçenin paraya ihtiyacı olmasa muhtemelen edilirdi ama mevcut ekonomik durumda sanki etmezler ama belli de olmaz.

        Seçmene hoş görünme dönemi başladığının hep birlikte farkındayız.

        Zaten etmesen ne olur, o cezaların kaçta kaçı ödenecek.

        Mesela Antalya’da şahit olduğum bir olayı aktarayım.

        Antalya’nın uyuşturucu satıcıları ile ünlü bir mahallesinde Covid vakası çıkınca mahalle polis tarafından çevrilmiş ve karantinaya alınmış.

        Giriş çıkış yasak.

        Uyuşturucu müptelası bir vatandaş ise mahalleye girmek istiyor. Mal alacak.

        Polis sokmayınca yer altına inmeye karar veriyor ve kanalizasyondan mahalleye sızmaya çalışıyor.

        Ancak kanalizasyon şebekesi içinde yolunu kaybedince paniğe kapılıyor ve “Kurtarın beni” diye bağırmaya başlıyor.

        Yer altından gelen sesler üzerine önce polise haber veriliyor.

        Polis gelip mazgalın altında 3 metre derinde adamı buluyor ve itfaiye çağrılıyor.

        Sonunda adam yer altından çıkarılıyor.

        Perişan.

        Kılık kıyafet dökülüyor.

        Beş kuruş parası yok.

        Adam kurtarılınca ilk iş olarak kendisine karantinayı ihlalden 3 bin 100 TL para cezası kesiliyor.

        Uyuşturucu müptelası ise “Arkadaşım aşağıda kaldı. Kayboldu onu da bulun” diye yalvarıyor.

        Ama uzun aramalara rağmen aşağıda başkasının olmadığı, vatandaşın uyuşturucu yoksunluğu nedeniyle halüsinasyon gördüğü kararına varılıyor.

        Şimdi sizce bu vatandaş o cezayı öder mi!

        Meşru müdafaa

        Dün Uğur Dündar’ın ABD’de Halil Bezmen’in evine girip, çalışanını dövmesinin suç olduğunu ve doğru bir iş olmadığını yazdım ya...

        Bazıları “Ne Uğur Dündar’ı suçluyorsun, sen de Roma’da PKK’lılarla kavga edip dövmedin mi!” diye saldırıya geçmiş.

        Ben Uğur Dündar’ı suçlamadım.

        Yasalar suçladı. Onu peşinen söyleyeyim de, sonra PKK’lı dövme meselesine bakalım.

        Doğru, 1999 yılında Apo krizi sırasında bir grup PKK’lı ile kavga ettik.

        Daha doğrusu etmek zorunda kaldık.

        Ama kendimizi korumak için.

        Öcalan İtalya’ya kaçtığı zaman, bir grup gazeteci Roma’ya gittik.

        Roma’da ERNK Bürosunun bulunduğu sokağın karşısındaki meydanda PKK’lılar gösteri yapıyordu.

        Biz de izliyorduk.

        PKK yanlıları bizim oradan gitmemizi istediler.

        İtalyan polisi de onlara destek verdi ve biz meydandan uzaklaştırıldık.

        Ben polisle tartışınca polis beni, yanımdaki Metehan Demir ve Hayrettin Karateke’yi tutuklamakla tehdit etti.

        Biz de mecburen uzaklaştık.

        Meydanın başka bir yerinde beklemeye başladık.

        O sırada 5-6 PKK yanlısı bize doğru gelmeye başladılar.

        Özür dileyeceklerini ve işimizi yapmamıza karışmayacaklarını tahmin ettik büyük bir iyi niyetle.

        Ancak tam aksine bize saldırdılar.

        Ben birini itince yere düştü.

        Bunun üzerine daha kalabalık bir grup bize doğru koşmaya başladı.

        Biz de kaçmak istedik.

        Hayrettin bir dükkana sağınmış, Metehan otele doğru koşmuş.

        Ben de diğer yöne doğru gittim.

        PKK’lılardan birkaçı benim peşime takıldı.

        Sonunda bir yerde ikisi ile karşı karşıya kaldık ve birinin dizine tekme attım, diğerinin de suratına elimdeki takoz gibi Ericsson 388 telefonla patlattım.

        Tamamen meşru müdafaa idi.

        PKK’lılar ise bir hafta önce kalp ameliyatı olmuş babaları yaşındaki Faruk Zabcı’yı döverek hastanelik ettiler.

        Tüm bunlara o gün Roma’da görev yapan onlarca gazeteci tanıktır.

        Bu ikisine aynı şey diyorsanız, aklınıza şaşarım.

        Zenginin saati fakirin çenesi

        Dün magazin basınının dilinde Acun’un saati vardı.

        Saatten başka aksesuar kullanmayan Acun’un kolundaki saat 1 milyon 700 bin TL değerinde imiş.

        Merak edip Acun’un kolunu inceledim.

        Doğru.

        Televizyon starı ve sahibinin kolundaki saat bir Richard Mille RM35-02 Rafa Carbon.

        Markanın Rafael Nadal adına çıkardığı karbon gövdeli bir saat.

        Daha önce de yazdım, Richard Mille kendi markasını yaratan bir saat ustası.

        Geçmişi olmayan, geleceği olup olmayacağı belirsiz ama teknik olarak çok çok iyi bir saat.

        Rus zenginler, Amerikalı rapçiler, basketbolcular ve futbolcular arasında popüler.

        Ama emin olun, Türkiye’de en pahalı saatleri takan kişi Acun Ilıcalı değil.

        İşadamları bir yana, şov dünyasında da pahalı saatlere meraklı birçok tanınmış isim var.

        Mesela Acun’un kolundaki Richard Mille’nin RM052 kodlu “Skull Tourbillon” diye efsane bir saati vardır.

        Liste fiyatı 1 milyon avro yani yaklaşık 7,5 milyon TL olan bu saati ben yıllar önce Aşkım Kapışmak’ın kolunda görmüş ve gözlerime inanamamıştım.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Sempatiden çok empatiye ihtiyacımız olduğunu gördüğümüz zaman.

        Diğer Yazılar