Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bizim gibi ülkelerin sürekli bir “deja vu” hali içinde yaşamaları sıkıcı bir durum olsa da, bilgi toplumu haline gelmeyi başaramamış grupların böyle bir durumda olması kaçınılmaz.

        Gözaltındaki amirallerin durumu bunun çok açık göstergesi.

        Bu amirallerden birinin darbe girişimi akşamı, silahı eline alıp, ön safta FETÖ’cülere karşı savaşanlardan olduğunu anlatmayacağım.

        Bu adamların daha önce FETÖ’cü savcıların tutuklama, gözaltı kararlarına yurt dışından gelerek teslim olan askerler olduğunu da anlatmayacağım.

        Bu amirallerin Deniz Kuvvetleri’ni etkisizleştirme için uydurulan casusluk davası gibi davalarda çeşitli kumpaslarla içeri atılan askerler olduğunu da anlatmayacağım.

        Ancak bir şey dikkatimi çekiyor.

        Ne zaman ABD bizim buralarda bir şey yapacak olsa kabak bizim Deniz Kuvvetleri’nin ve Denizcilerin başına patlıyor.

        2000’lerin ilk 10 yılında ABD, Gürcistan ve Ukrayna’da birtakım faaliyetlere girişti.

        Turuncu devrimler organize etmeye başladı.

        Ardından Montreux’den bu yana neredeyse 0 çatışma görmüş Karadeniz karışmaya başladı. Amerikan savaş gemileri Karadeniz’e geçebilmek için Boğazların önüne dizildi, her ne hikmetse tam da o günlerde Deniz Kuvvetlerimize karşı peş peşe kumpas olduğu sonradan ortaya çıkan davalar açılmaya başlandı.

        Şimdi bir kez daha tarih sanki tekrarlanıyor.

        Bir yandan emekli amiraller gözaltına alınıyor.

        Diğer yandan Amerikan savaş gemileri Karadeniz’e girmeye başlıyor.

        Sanki yarım kalmış bazı işler yeniden tamamlanmaya çalışılıyor.

        Bu kez umut verici olan ise çevresindeki kuşatılmışlığa rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu defa biraz daha temkinli olduğunu gösteren konuşması.

        Yoksa çevresindekilere kalsa amiraller çoktan asılmış, yarım kalan işlerin çoğu tamamlanmış olacaktı.

        Tek tuşluk iş

        Tek tuşluk iş
        0:00 / 0:00

        Merkez Bankası’nın çok hızlı tüketilen rezervleri muhalefetin haklı bir biçimde konusu oluyor.

        Buna kızmak ve bunu gündeme getirenlere dava açmak falan son derece anlamsız.

        Çünkü bu konuyu gündeme getiren muhalefet değil iktidar partisi oldu yıllar boyu.

        AK Parti ve lideri son 15 yıl boyunca sürekli olarak Merkez Bankası rezervleri ile övündüler.

        “Biz geldiğimizde 26 milyar dolar olan Merkez Bankası rezervleri, bizim dönemimizde…” diye başlayan nutukları açık arttırma gibiydi.

        "70 milyar dolara yükseldi… “

        “100 milyar dolara yükseldi…”

        “130 milyar dolara yükseldi…” diye çok ama çok övündü AK Parti.

        Hatta buna bağlı olarak da “IMF’e borcumuzu kapattık, IMF bizden borç istedi” söylemleri de az kullanılmadı.

        Şimdi bu rezervlerin yerinde yeller esiyorsa muhalefetin de bunu kullanmasından daha normal bir şey olamaz.

        Üstelik bildiğimiz kadarı ile Merkez Bankaları ciddi kurumlardır.

        Bu rezervin nasıl harcandığı, kimlere satıldığı, hangi yöntemlerle satıldığı kayıt altındadır.

        “Şu kadar dolar şu şu şu tarihlerde şu yöntemle şu kişi veya kurumlara satılmış” diye açıklarsınız olur biter.

        Çok zor bir iş değildir.

        Bir tuşla önünüze gelir.

        Kemal Bey'in sindirim sorunu

        Kemal Bey'in sindirim sorunu
        0:00 / 0:00

        Ne zaman muhalefet aleyhine tek kelime yazacak olsak, “Muhalefete muhalefet yapılır mı?” diye başlıyor bazıları.

        Gerçi Türkiye’deki muhalefete bakanlar bu eleştirilerdeki haklılığı görüyorlar artık ama yine de her şeye rağmen “İktidarı eleştirmek yemiyor o yüzden muhalefeti eleştiriyorsunuz” diyen aymazlar mevcut.

        İktidarı eleştirme konusunda eksiğimiz olmadığı için, muhalefeti eleştirme konusunda da hakkım olduğunu düşünüyorum.

        Çünkü siyaset tarihi bu denli kötü bir muhalefeti 1. Dünya Savaşı sonrası Almanya’sından bu yana muhtemelen görmemiştir.

        Bugünkü iktidar 18 yıllık varlığının çok önemli bir süresini muhalefete özellikle de ana muhalefete borçludur.

        Ana muhalefet şöyle düşünmelidir:

        “Benim iktidara yönelik tüm eleştirilerim doğru ise, bu iktidar ülkeyi iç ve dış politikada bu kadar kötü yönetiyor ise, dış politikada dostumuz kalmadıysa, iç politikada özellikle ekonomi bu kadar kötü gidiyor ise, Merkez Bankası’nın 128 milyar doları kayıp ise, enflasyon AK Parti’nin iktidarı devraldığı günden daha yüksek hale geldi ise, birkaç yıl içinde yüzde 200'ü aşan devalüasyon gerçekleşti ise, AK Parti çevreleri zenginleşirken halk kitleleri fakirleşiyor ise, pudra şekerlerinin de havada uçuştuğu bir ortamda iktidar partisi hala benden fazla oy alıyorsa kabahat iktidar partisinde ve ona oy verenlerde mi yoksa bende mi?”

        Bugün AK Parti’nin oyu hala yüzde 30’lar civarında ise ortada ciddi bir muhalefet sorunu var demektir.

        Buna da şaşırmamak gerekir.

        Seçim öncesi kendisi ile dalga geçen, eleştirmeye bir şey diyemeyiz ama kendisiyle açık açık alay eden bir televizyon programcısına konuk olan ve bundan da son derece mutlu görünen bir liderin, partisini bir yere götüremeyeceği aşikardır.

        Böyle bir programa katılmayı içine sindiren birinin, partisinin mevcut durumundan rahatsız olmayacağı da nettir.

        Ama Osman Korutürkleri, Faruk Loğoğluları, Namık Tanları harcayıp yerine Davutoğlu’nun alnından öptüğü Öztürk Yılmaz’ı alan ve partisinin dış politikasını belirleme görevini Musul Başkonsolosu'na veren bir genel başkanın, sindirim sorunu olduğunu düşünmek bile abesle iştigaldir.

        Senin adın Yusuf olsun

        Senin adın Yusuf olsun
        0:00 / 0:00

        Bir zamanlar Türkiye’de bir mafyamatik organizasyon ve bu organizasyonun başında “botokslu mafya” diye anılan biri vardı.

        Ben ne zaman aleyhine bir şeyler yazsam ne kadar düzgün, ne kadar vatansever biri olduğunu anlatmaya başlar, karanlık yandaşları da bana tehditler savururdu.

        Ben bu tehditlerden şikayetçi olunca da “Ben seni öldürmek istesem çoktan ölmüştün zaten” gibi savunma açıklamaları yapardı.

        Vatanseverliğini, bu topraklar için neler yaptığını, müthiş cesaretini anlatırdı hep.

        Sonra ortalıktan kayboldu.

        Dediler ki, “Korktu kaçtı.”

        Şaşırdım.

        Sürekli cesaret martavalları atan biri korkup kaçar mıydı?

        İnanmadım.

        Sonra öğrendim ki gerçekten kaçmış.

        Şimdi de öğreniyoruz ki kaçmakla kalmamış.

        Bir de başka ülkenin vatandaşlığına da geçmiş.

        Onunla da yetinmemiş.

        İsmini de değiştirmiş.

        Djadin Ademovski yapmış adını.

        Ama yine yanlış yapmış.

        Yanlış isim seçmiş.

        Bence seçmesi gereken isim Yusuf Yusufovski olmalı idi.

        En azından Dede Korkut hikayelerindeki gibi herkese hak ettiği isim veriliyor olsa idi.

        Adı kesin bu olurdu.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
        0:00 / 0:00

        Kendi koyduğu yasağa uymayanlara ceza kesebildiğimiz zaman.

        Diğer Yazılar