Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Şenol Güneş basın toplantısı yaptı, söylediklerinden onun adına ben utandım.

        “Tüm sorumluluk benim” diyen teknik direktör basın toplantısı sırasında kendinden başka herkesi suçladı ve sütten çıkmış ak kaşık gibi toplantıyı noktaladı.

        Kendisine doğru düzgün soru bile sorulmadı.

        Birkaç düzgün soruya ise sinirlendi ve bu kez de soru soranları suçladı.

        Bakın Sayın Güneş, neredeyse favorilerden biri olarak gittiğiniz bir turnuvadan, 0 puan ve turnuvanın en kötü takımı unvanı ile geri dönüyorsanız yapacağınız tek şey onu bunu suçlamak değil adam gibi istifa etmektir.

        Senede 30-35 milyon TL gelir iyi bir şeydir ama zaten kurda kuşa muhtaç olacak bir durumda değilsiniz.

        Hadi istifa etmediniz.

        Bari ne yazık ki elinize düşen bir güzel futbolcu jenerasyonunu suçlamaktan vazgeçin.

        “Oyuncular İtalya maçındaki skorun altında ezilmişler.”

        Hayır Şenol Bey, skorun altında onlar ezilmedi.

        Siz ezildiniz.

        Suçladığınız, ezildi değiniz çocuklar Avrupa’nın en iyi liglerinin, en üst düzey takımlarında oynuyorlar. Siz onların kaldırdığı temponun onda birini bile kaldıracak kapasitede olmadığınız halde onları suçlayamazsınız.

        Futbolculara hatalarını gösteren notlar hazırlayıp dağıtmışsınız.

        Yapmayın ya!

        Peki birisi de kalkıp size kadro tercihinden olmayan oyun anlayışınıza kadar kağıtlara yazıp elinize verdi mi!

        Siz sizden çok çok daha üst düzey teknik direktörlerle çalışan futbolculara ne anlatabilirsiniz!

        O çocuklar muhtemelen sizin taktik diye anlattığınız şeylere gülmüşlerdir.

        Sorumluluğu gerçekten üstünüze almayı, gerekeni yapmayı öğrenin Şenol Bey.

        Bırakın bu kaliteli futbolcu neslimiz, kendilerine uygun bir hoca ile başarı arasınlar.

        İnin artık onların sırtından Şenol Bey.

        Havada da ifrat ve tefrit

        Havada da ifrat ve tefrit
        0:00 / 0:00

        Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan ile ana muhalefet partisi Genel Başkanı arasındaki “uçak tartışması” Türkiye’deki pek çok mevzuda hatta siyasetteki hemen her konuda olduğu gibi ifratla tefrit arasında gidip geliyor.

        Kemal Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanlığı tarafından kullanılan uçakları ve devlete ait uçak filosunu “fuzuli ve çok masraflı” bularak iktidara geldikleri anda tamamını satacaklarını söylüyor.

        Buna yanıt veren Erdoğan ise “Neymiş gelince uçakları satacakmış. Bir defa devlet yönetmenin ne anlama geldiğinden haberin yok. Uçakları sattığın zaman devleti yönetmiş mi oluyorsun! Dünyayı dolaşacaksın, neyle, tarifeli uçaklarla mı?” diyor.

        Önce isterseniz özel uçak niye kullanılır ona bir bakalım.

        Yıllar önce Türkiye'de bir özel uçak furyası henüz başlamamışken, çok uluslu bir şirketin yönetim kurulu başkanı ile sohbet ediyorduk.

        Şirketine ait bir özel uçak vardı ve bunun gerekçesini şöyle anlatmıştı:

        “19 ülkede yatırımımız, 40 ülkede ortaklığımız var. Üst düzey yöneticilerimiz ortalama haftada bir bu ülkelere seyahat ediyorlar. En az 5 en fazla 11 kişi oluyoruz. Bu seyahatleri first class uçuşlarla yaptığımız zaman ortalama bilet fiyatımız kişi başı 8 bin dolar civarında oluyor. 10 kişi 80 bin dolar demek. Özel uçakla da hemen hemen aynı paraya uçuyoruz. Buna karşın zamanı çok önemli olan üst düzey yöneticilerimiz zaman kaybetmemiş oluyor. Üstelik nasıl uçarsak uçalım bunu gider olarak vergiden düşebiliyoruz ama zaman kaybını vergiden düşmek mümkün olmadığı için kazancımız oluyor” diye anlatmıştı.

        REKLAM

        Türkiye’de özel uçaklar bu rasyonel ile mi kullanılıyor bilmiyorum ama Erdoğan’ın da Kılıçdaroğlu’nun da tam olarak haklı olmadığını biliyorum.

        Kılıçdaroğlu haklıdır.

        Bir devletin tüm bakanları ve hatta neredeyse tüm üst düzey yöneticileri neredeyse helaya bile kiralık veya devlete ait özel uçakla gitmezler.

        Bu gereksiz bir şatafat, manasız bir lüks, arsızca bir harcamadır. Hele hele o ülke ekonomik olarak çok da parlak bir durumda değilse.

        Her şeyin bir oluru, bir makulü vardır.

        Ama bunun çözümü devletin elindeki tüm özel uçak filosunu satmak değildir.

        Doğru düzgün bir yönetmelik ile kimin hangi şartlarda devlete ait özel uçağı kullanabileceğini belirlersiniz ve bunun dışındaki kullanımları engellersiniz.

        “Bakan bey özel uçak emretti”nin önüne geçersiniz.

        Elbette ki, büyük devletlerin devlet başkanları hem güvenlik hem de zaman kaybı açısından özel uçaklar kullanırlar.

        Ama hiçbir yerde de Türkiye’deki kadar ölçüsüz bir durum görülmemiştir.

        Mesela Almanya’da Başbakanlık ve bakanların resmi seyahatleri için kullandığı bir Airbus A 340 vardı. Uçak sık sık arıza yaptığı ve Merkel bu nedenle G20 Zirvesi dahil bazı toplantılara geç kaldığı için 2019’da iki yeni Airbus siparişi verildi. Bunlardan biri Airbus A 350.

        İngiltere Başbakanı’nın da kullandığı bir Airbus A 330 ve bir Airbus A 319 var ama bu uçak Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin envanterinde ve Kraliçe ile Başbakan ortaklaşa kullanıyorlar.

        Fransa cumhurbaşkanlarının da bir Airbus A 330’u ve Fransız devlet filosunun 2 Falcon 7X ve 2 Falcon 900’ü var.

        Çin Devlet Başkanı’nın bir Boeing 747’si var.

        ABD Başkanı’nın 2 Boeing 747’si var.

        Türkiye’de ise Cumhurbaşkanlığına tahsis edilmiş bir Boeing 747, bir Airbus A 340, bir Airbus A 330, bir Airbus A 319 ve bildiğimiz kadarı ile 3 adet de Gulfstream uçak var.

        REKLAM

        Bu da ekonomisi Türkiye boyutlarında bir ülke için oldukça büyük ve lüks bir filo anlamına geliyor. Yani milli gelirine oranla en büyük filonun Türkiye’ye ait olduğunu söylemek mümkün.

        Elbette Türkiye’nin başbakanlarının ya da cumhurbaşkanlarının devlet görevlerinde kullandığı bir özel uçakları olacak.

        Ama bunun da bir makul tarafı, bir izanı olacak.

        Ne tüm uçaklar satılacak ne de her şeyin en büyüğünden birer tane alınacak.

        Baykal ve çevresi

        Baykal ve çevresi
        0:00 / 0:00

        Deniz Baykal 80 küsur yaşında hala siyasi tartışmaların göbeğinde.

        Kişisel menfaatleri için AK Parti’nin ve Erdoğan’ın yolunu açmakla suçlanıyor yine.

        Zülfü Livaneli de kendisine çok ağır eleştirilerde bulundu.

        Baykal’ı yıllardır çok sert biçimde eleştirmiş olsam da Livaneli’nin hafif ırkçı, biraz mezhepçi ifadelerine katıldığımı söylemem mümkün değil.

        Muhtemelen Zülfü Bey de kendi sözlerini okuyunca “Keşke bunları söylemeseydim” demiştir.

        Livaneli, cümlelerindeki ırkçılık ve mezhepçilik kokan gereksiz cümleleri ayıkladığımız zaman şunu kast ediyor:

        “Baykal aslında solcu falan değil, tipik bir sağ politikacıdır.”

        Bu tespit büyük oranda doğrudur.

        CHP içinde Türkiye için sol ama evrensel tanım olarak bakıldığında sağcı hatta bazen aşırı sağcı sayılabilecek pek çok isim vardır.

        Bunların bazıları çok da saygın ve iyi politikacılardır.

        Ama hepsinin bir duruşu, sağlam bir siyasi pratiğini görmek mümkündür.

        Baykal’ın bunlardan farkı siyasi pratiğinin de sağlam olmamasıdır.

        Baktığınız zaman mesela Hikmet Çetin de sağa yakın bir politikacıdır ama taş gibi bir duruşu, sağlam ilkeleri vardır.

        Deniz Baykal'da eksik olan budur.

        Ve Deniz Baykal’ın genel başkanlığının son döneminde en yakınında olan üç isimden ikisinin, genel başkanlıktan ayrıldığı gün gözyaşları döken çalışma arkadaşlarından birinin bugün AK Partili belediye başkanı, diğerinin ise Cumhurbaşkanlığı kurullarında görevli olması Deniz Baykal için bence iyi bir göstergedir.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
        0:00 / 0:00

        Çağdışı kaldığımızı anlayacak kadar aklımız varken bırakmayı bildiğimiz zaman.

        Diğer Yazılar