Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Geçmiş yazılarımda şarkıcı Gülşen Çolakoğlu'nun sahne kıyafetlerine yapılan saldırılar üzerine şarkıcı kadını savunan yazılar yazmıştım.

        Dün bazıları gerek iletişim mailim üzerinden, gerekse sosyal medya üzerinden "Savunduğun kadını gördün mü, buna da mı evet. Eşin kızın böyle gezsin ister misin!" gibisinden abuk sabuk yorumlar yapmışlar.

        Bunları yazanların gerçek okurlar değil, troller olduğunu biliyorum.

        Sosyal medyadaki hesaplarına bakınca zaten ne mal olduklarını anlıyorsunuz ama yine de kalın kafalarına belki girer diye birkaç şey yazayım.

        Ben kimsenin giyimini savunmuyorum.

        Çünkü haddim değil.

        Benim söylediğim "Kimsenin giyimine, kuşamına karışma hakkımız yok."

        Yarın başı örtülü kızları, kadınları savunmak zorunda kalsak eşimize kızımıza türban giydirmemiz mi gerekecek?

        Ben sadece kadınların giyim kuşamına karışmaya hakkımız olmadığını, herkesin özgürce istediği gibi giyinebileceğini, hele hele sahnede ne giyeceğinin bambaşka bir konu olduğun söylüyorum.

        Gülşen Çolakoğlu o kıyafetleri sokakta giymiyor.

        Kendisini dinlemek ve izlemek için gelenlerin olduğu konserlerde giyiyor.

        Gülşen'in sesini ya da kıyafetlerini beğenmeyen gitmez oraya.

        Çözüm bu kadar basit.

        Ben kadının bedeni üzerinden eleştirilmesini ve kalıplara sokulmak istenmesini eleştiriyorum.

        Gülşen Çolakoğlu'nu takdir etmemin nedeni ise çok farklı.

        Baskıya karşı azimli direnişini ve zorla dayatılan sahte bir muhafazakarlığa karşı baş eğmezliğini takdir ediyorum.

        Baskılara karşı başörtüsünü çıkarmayan kadınla, Gülşen Çolakoğlu arasında hiçbir fark yoktur.

        Tek fark dönem farkıdır.

        Kıyafete karışan rejim ne olursa osun baskı rejimidir.

        Güngör Bayrak'ın ve Bülent Ersoy'un hangi dönemlerde yasaklanmaya çalışıldığını unutmayın.

        Enerjide nasıl dışa bağımlı olduk: Bir Bakan felaketi 2

        Enerjide nasıl dışa bağımlı olduk: Bir Bakan felaketi 2
        0:00 / 0:00

        Sevgili okurlar, madem Türkiye’ye enerji konusunda oynanan oyunları, bu dönemde Türkiye’nin nasıl enerjide tek kaynağa bağımlı hale getirildiğini yavaş yavaş anlatacağım diye söz verdim, anlatmaya devam.

        Dediğim gibi yavaş yavaş.

        Siga siga.

        Dünkü yazımda Türkiye’nin ve Türk şirketlerinin bir Bakan’ın yaklaşımları nedeniyle Akkuyu Nükleer Santrali’nden nasıl uzaklaştırıldığını, santralin bu Bakan tarafından nasıl Rus malı haline getirildiğini, bu santrale 3. Havalimanı’nı da yapan grubun nasıl ortak yapılmaya çalışıldığını, bunların sermaye koymaya yanaşmaması nedeniyle Rusların bunu kabul etmediğini anlattım.

        Eski Bakan Hilmi Güler’in hem yüzde 50 yerli hem de teknoloji transferi şartı ile kotardığı iş, arkasından gelen Bakan tarafından bozulmuş Türkiye’nin başına bugünkü Akkuyu çorabı takipçisi Bakan tarafından örülmüştü.

        Gelelim aynı Bakan’ın, Taner Yıldız’ın bir başka icraatına.

        Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin ihaleye çıktığı dönemde yani bundan neredeyse 15 yıl önce, Enerji Bakanı Hilmi Güler muhtemelen eski bir Enerji Bakanlığı bürokratı olması nedeniyle, enerji yatırımları konusunda tedbirli adımlar atmaya çalışıyor, tek kaynağa ve tek ülkeye bağımlı olmamak için politika geliştiriyordu.

        Bu adımlardan biri de, enerjide dışa bağımlılığı azaltmak için farklı ve yerli kaynaklara yönelmekti.

        Eldeki en büyük kaynak ise Afşin Elbistan’daki linyit yataklarıydı.

        2008 yılında Afşin Elbistan’da her biri 1200 Mw gücünde iki santralin YİD yöntemiyle inşa edilmesi için ihaleye çıkıldı.

        Çevreye zararı çok daha az olan ve Batı’da halen yapılmakta olan akışkan yatak teknolojili iki santral kurulacak, bu santraller sayesinde doğalgaz faturası yıllık 5-6 milyar dolar azalacaktı.

        İhaleyi iki Türk firması kazandı.

        Ancak Hilmi Güler gidip, yerine Taner Yıldız geldikten hemen sonra bu ihale de iptal edildi.

        Peki ne mi oldu!

        Onu da anlatalım.

        İki Türk firmasının ihalesi iptal edildi, Afşin Elbistan rezerv sahası ve üzerinde bulunan santraller ve yeni santraller yapma hakkı yaklaşık 13 milyar dolarlık bir anlaşma ile Birleşik Arap Emirlikleri’ne, BAE’nin devlet şirketi TAQA’ya özel bir anlaşma ile devredildi.

        Tabii ki ihalesiz. (Buna bir süre önce yine değinmiştim.)

        Yerli firmalar yine devre dışıydı. İş yine yabancılara verilmişti.

        Yine de hiç yoktan iyiydi. En azından kaynak çeşitliğine gidiliyor ve yerli kaynaklar yabancılar eliyle de olsa devreye sokuluyordu.

        Birleşik Arap Emirlikleri firması Türkiye’de işe girişti.

        Yeni yapılacak santraller için köklü bir Türk inşaat firması ile ön anlaşma imzaladı.

        Bu sırada ilginç bir gelişme oldu.

        Arap firmasına bir talep iletildi.

        Türk firmalarla yapmış olduğu anlaşmaları iptal edecekti. O firmalar makbul firmalar değildi. Onların yerine bir başka firma önerildi. Adını gayet iyi bildiğiniz, son dönemin popüler firmalarından biri ile anlaşma yapmaları önerildi.

        Arap firmasının yetkilileri, bu firmanın patronu ile İstanbul’da bir toplantı gerçekleştirdiler.

        Görüşmenin ardından iktidara bir mektup yazıp, teminatlarını da yakarak çıkıp gittiler.

        13 milyar dolarlık anlaşma çöp oldu, Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkiler o gün koptu.

        Türkiye’nin tek ülkeye ve tek kaynağa enerji bağımlılığı o gün bir felakete dönüştü.

        Dün anlattığım olay da, bu olay da ülkeye yapılmış büyük kötülüklerdir.

        Hukuki hesabını bilemem ama vicdanı hesabı ağırdır.

        Elbette dahası da vardır.

        Ama siz önce bunları bir hazmedin.

        Bu konuda bilgisi olanlar, tanıklığı olanlar biraz konuşsunlar.

        Sonra gerisini de yazarız.

        Ama hazmede hazmede.

        Bakan Özer: Mülakat olmasın diye sınav yapalım dedim

        Bakan Özer: Mülakat olmasın diye sınav yapalım dedim
        0:00 / 0:00

        Dün “Bakanlar da sınava girsin o halde” deyince Bakan Mahmut Özer aradı.

        Yemin ederim aradığı sırada ben yazımın yayına alındığını dahi bilmiyordum.

        Sürate şaşırdım.

        Bakan Özer lafa şöyle girdi, “Ah Fatih Bey ah, bilgiye bilime bu kadar önem veren siz bile bu sınava böyle karşı çıkıyorsanız, ben artık ne diyeyim, derdimi kime anlatayım” diye.

        Ben de “Mahmut Bey, ben sınava karşı çıkmadım ben adaletsizliğe karşı çıktım” dedim.

        “Peki nasıl yapacaktık, öğretmenlere verdiğimiz ara eğitimlerin sonuçlarını nasıl ölçecektik, siz söyleyin” dedi.

        “Sizinle daha önce yaptığımız bir sohbette siz bir örnek vermiş ve eğitimde başarılı ülkelerde öğretmenler arasında lisansüstü eğitim ve doktora derecelerine sahip öğretmenlerin oranının çok yüksek olduğunu belirtmiştiniz. Sizin bu önermenizden yola çıkarak böyle bir sınav yerine öğretmenlerin lisansüstü eğitim ve doktoraya yönlendirilmesi çok daha doğru olmaz mıydı, uzman öğretmen ve başöğretmen olmayı bu eğitimlere bağlamanız tüm bu tartışmaları bitirmez miydi? Üstelik doktora yapmanın bir yaşı da yok” dedim.

        REKLAM

        Bakan Özer yine derin bir “AH” çekti.

        “Biz de tam bunu düşündük. Ama ne yazık ki, öğretmen sendikaları ayağa kalktı. Kabul etmeyiz dediler. Bu sizin söylediğiniz yine de var. Eğer lisansüstü eğitiminiz var ise, doktoranız var ise, bu lisansüstü eğitim ve doktoranız öğretmenlik yaptığınız branş ile yüzde yüz alakalı değilse bile bu sizi sınavdan muaf tutuyor ve lisansüstü eğitimle uzman, doktora ile doğrudan başöğretmen oluyorsunuz. Ama ya gerisini ne yapacağız. Burada sayı yetersiz kalıyor” dedi.

        Bakan Özer Kamu Personel Kanunu’nda olmayan bir şeyi icat etmediklerini söyleyip başka meslek alanlarında yükselmek için sınavlar yapıldığına değindi.

        “Bu sınav başından belli idi. Uzaktan eğitimle 180 saatlik eğitim ve bu eğitimin sonuçlarını ölçmek için bir sınav yapacaktık. Burada ne ayıp var? Bakın Fatih Bey, mülakat da yapabilirdik. Ama mülakatlar ile ilgili Türkiye’de durumu siz de biliyorsunuz. Bitmek tükenmek bitmeyen spekülasyonlar olacaktı. Bu yüzden mülakat istemedim. Mülakatı kaldırdım. Adil, tartışmasız bir sınav yapılsın dedim. Eğitim verdiğimiz öğretmenlerin bu eğitimden ne aldığını ölçmenin başka yolu var mı, varsa birisi söylesin. Anlamadığım, bir öğretmen nasıl olur da ölçme ve değerlendirmeye karşı çıkar.”

        Sonra ilginç bir cümle ekledi Bakan Özer.

        “Bugüne kadar eğitim sistemimizin başarısını veya başarısızlığını ve kalitesini hep öğrenci üzerinden ölçtük. Yani çıktıya baktık. Bunca yıldır bu yöntemle eğitim kalitemizi artırdığımızı söyleyemeyiz. Demek ki, farklı bir bakış açısı gerekiyor. Eğitimdeki tüm bileşenleri ölçmek lazım. Yani okul ve öğretmen üzerinden de ölçmemiz lazım. Öğretmenlerimiz ne kadar yeterli, öğretmenlerimiz gelişen bilgiye ne kadar adapte olabiliyor ve bizim de bakanlık olarak fiziki altyapısını, okulların eğitim verme biçimindeki yeterliliği ölçmemiz gerekiyor. Çıktı üzerinden yaptığımız ölçümler bize sorunu tam göstermedi.”

        REKLAM

        Bakan Özer’e “Bu cümlenize katılırım. Çok katılırım” deyince yine bir “Ah” çekti ve “Peki Fatih Bey sizin gibi biri nasıl olur da bu ölçüme karşı çıkar” dedi.

        Güldüm ve Bakan Bey’in lafını kestim.

        “Hocam sınava karşı çıkmadığımı bir kez daha hatırlatayım. Ben adaletsizliğe karşı çıkıyorum. Her yerde hatayı çıktı ile arıyoruz. Sorumlu makamlara gelecek herkese sınav yapalım diyorum. Bir makama müdür atarken de sınav yapalım diyorum” dedim.

        Anlattıklarını yazacağımı söyledim.

        Kapattık.

        NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

        NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?
        0:00 / 0:00

        Özgürlüğü sadece kendimiz için istenen bir şey zannetmediğimiz zaman.

        Diğer Yazılar