Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bir süre önce bir yemekte eski bir tanıdık ile karşılaştım.

        Abdullah Gül’ün ve Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlık günlerinde AK Parti içinde önemli görevler üstlenmiş daha sonra siyaset ile bağını koparmış ama iktidar ile hala yakın bir isimle.

        Önce selamlaştık. Bir süre sonra gelip benim masaya katıldı.

        Belli ki, bir şeyler anlatmak istiyordu.

        “Muhalefetin seçimi kazandık havasına girmesini eleştirerek çok doğru yapıyorsun” dedi.

        Sonra da anlattı:

        “Şu an AK Parti ve Cumhurbaşkanı çok yıpranıyor. Ama yıpratan muhalefetin etkili muhalefeti değil. Şu anda en büyük muhalefet partisi HPP. Yani enflasyonun gaz verdiği Hayat Pahalılığı Partisi. Elbette bunun arkasında iktidarın uzun zamandır yaptığı yanlışlar, hatalı kararlar ve inatlar var. Ama bilmediğiniz bir şey AK Parti’nin ve Erdoğan’ın her an şapkadan tavşan çıkarabileceği. Ve çıkartıyorlar.”

        “Neymiş o tavşan?” diye sordum.

        “Milyarlarca dolarlık körfez ağırlıklı kaynak” yanıtını verdi.

        Anlamadım.

        “Seçime kadar Türkiye’ye çok büyük miktarlarda para sokacaklarını düşünüyorlar ve bunun bir kısmı geldi bile. Dahası da gelecek” dedi.

        "Kim veriyor bu parayı" diye sordum.

        “Büyük bölümü Körfez'den, bir kısmı Uzakdoğu'dan, belki pek azı da Kuzey’den diye konuşuluyor. Ama çoğu İslam coğrafyasından.”

        "Peki kim veriyor" diye ısrar ettim.

        “O kadarını bilemem ama geliyor” dedi.

        “Kaydi para olmalı. Bir yerde izi bulunur” dedim.

        “Nakdi para. Görenlerle konuştum” diye ısrar etti.

        “Peki diyelim ki, haklısın. Geldi. Geri nasıl ödenecek bu para” diye sordum.

        “Seçimi kazanmaya odaklılar. Seçimi kazanmadıktan sonra hiçbir şeyin önemi yok. O yüzden öncelik seçimi kazanmak. Ödemesi kolay. Bu para Türkiye’ye dolar 18 TL iken girer bozulur. Sonra dolar düşürülür bir miktar geri alınır geri gider” dedi.

        Açık söyleyeyim, bu sözlere hiç ama hiç inanmadım.

        O yüzden de 15-20 gündür yazmadım.

        Ama şimdi bakıyorum da gelişmelere.

        Acaba inansa mıydım!

        Kurtuluş Savaşı'nı Vahideddin başlatsa idi Şahbaba'da yazardı

        Kurtuluş Savaşı'nı Vahideddin başlatsa idi Şahbaba'da yazardı
        0:00 / 0:00

        Yine anlamsız, dayanaksız, bilgisiz belgesiz bir tartışma sürüp duruyor.

        Tartışmanın nedeni İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in İzmir’in kurtuluşunun 100. yılında yaptığı konuşma.

        Soyer kurtuluştan söz ederken, Osmanlı içindeki İngiliz yanlılarının hıyanetinden söz edip, İngilizlerin isteği ve onayıyla ülkeyi işgal eden ve yakıp yıkan Yunanlılardan söz etmeyince tartışma başladı.

        Gerçekten de Tunç Soyer’in Yunan işgalinden söz etmemesi garipti.

        Sonuç olarak İngilizlerin isteği ve talimatıyla da olsa Anadolu’nun Batısını işgal edenler, on binlerce Türk’ü katledenler, Atatürk karşısında büyük bir yenilgiye uğradıktan sonra kaçarken geçtikleri her yeri yakıp yok edenler ve kurtuluşu kutlanan İzmir’i ateşe verenler Yunanlardı.

        Kim bilir belki de Tunç Soyer, düşmanın düşmanlığını normal ama içerdeki ihaneti daha vahim bir durum olarak gördüğü için buna vurgu yapmayı tercih etmişti.

        Ama işgalcinin adını anmaması bana göre de eksiklikti.

        Tartışma bu nedenle başladı ve bambaşka yerlere evrildi.

        İş o hale geldi ki, bir grup Kurtuluş Savaşı’nın Padişah Vahideddin’in başlattığını, Mustafa Kemal’i Anadolu’ya Kurtuluş Savaşı'nı yürütmek ve yönetmek üzere Vahideddin’in yolladığını söyleyecek noktaya geldiler.

        Sultan Vahideddin’in hayatı ile ilgili en kapsamlı kitabı, padişahın şahsi belgelerine dayanarak en iyi anlatan hatta belki de tek kitap Murat Bardakçı’nın kaleme aldığı Şahbaba’dır.

        Şahbaba, Sultan Vahideddin’in hangi şartlarda tahta oturduğunu, nasıl bir felaketle karşı karşıya olduğunu, Osmanlı’nın o sıralarda nasıl bir vaziyet içinde bulunduğunu, Padişah’ın ruh halini, oturduğu makamı nasıl gördüğünü çok iyi anlatır.

        Ve kitabın hiçbir yerinde Padişah Vahideddin’in bir Kurtuluş Savaşı başlattığından, başlatma niyetinden, bu savaşa destek verdiğinden söz edilmez.

        Tam aksine Padişah’ın nasıl bir İngiliz hayranı olduğunu, İmparatorluğu ancak ve ancak İngilizlerle iyi geçinerek kurtarabileceğine inandığını anlatır.

        Eğer Vahideddin, Kurtuluş Savaşı'nın başlatıcısı olsa idi Murat Bardakçı Şahbaba’da bunu anlatırdı.

        Belki Kuvayı Milliye Ordusu’nun Anadolu’da elde ettiği zaferlerden gizli gizli memnuniyet duymuştur, orasını bilemeyiz ama Mustafa Kemal için bir idam fermanı imzaladığı da gerçektir.

        Bugün tezlerini Murat Bardakçı’nın yazdıklarına dayandıranlar var.

        Yanılgıları şurada.

        Bardakçı, Mustafa Kemal’in yani Atatürk’ün Anadolu’ya gönderilmesinin bir devlet operasyonu olduğunu yazdı.

        Ancak bu, Padişah’ın çevresindekilerin değil, padişahın İngilizlere güvenerek imparatorluğu kurtarma politikasının yanlışlığına inanan bir kısım Paşa’nın yani üst düzey bürokratların ve askerlerin Mustafa Kemal Paşa’nın bu işi yapabilecek tek komutan olduğunu düşünmesi sonucunda ortaya çıktı.

        Bu Saray’ın fikri değildi.

        Dönemin tarihini okursanız, Sultan Vahideddin’in bir hain değil, çok zor durumda bir padişah olduğunu ama çevresinde ihanet derecesinde yanılgıya düşmüş birtakım adamlar bulunduğunu görürsünüz.

        Ülkeyi terk etme nedeni ise korkudur. O günkü zafer coşkusu ve devrim ruhu içinde, canından korkmuş ve hayatını kurtarmak istemişti.

        Kaçmasaydı da büyük ihtimalle sürgün edilecekti.

        Tabii benim açımdan ilginç olan tüm bunlar değil.

        Asıl ilginç nokta, dün kadar “Keşke İngilizler kazansaydı daha özgür olurduk” diyen siyasal İslamcıların ve daha düne kadar “Kurtuluş Savaşı diye bir şey yok” diyen soytarıların peşinde koşanların bugün bir Kurtuluş Savaşı olduğunu kabullenmeleri ama bu savaşın kazanılmasını savaşın başkomutanının idam fermanını imzalayanlara mal etmeleridir.

        Bu kadar utanç verici manevralar ancak dini ve tarihi siyasete alet edebilenler tarafından yapılır.

        NOT: Bu akşam Teke Tek’te Murat Bardakçı ve İlber Ortaylı konuğum olacak ve bu konuya da değiniriz.

        Polis mektubu: Göçmen mafyası ile mücadele çok zordur

        Polis mektubu: Göçmen mafyası ile mücadele çok zordur
        0:00 / 0:00

        Dün İstanbul’un nasıl bir şiddet ve suç şehrine dönüştüğünü. Sokakta yürümeye korkar hale geldiğimizi, dünyanın en güvenli büyük metropolünün nasıl bir korku şehri haline doğru gittiğini yazdım.

        Elbette ki, yetkililerden ses gelmedi.

        Ama bir Emniyet mensubu çok hoş bir mektup ulaştırdı.

        Buyurun birlikte okuyalım:

        “Sn. Altaylı

        Elbette sizin de bir kanaatiniz vardır ama ben yine de bir polis olarak şu anda size Adli sistemin nasıl yürüdüğü konusundaki gözlemlerimi anlatmak isterim. Mesela bugün bir kişi darp (kasten yaralama) suçu işlese en az 2 ay dosya kollukta oyalanır. ardından 6 ay savcıda hazırlığı sürer. En iyi ihtimalle az 2 yıl mahkemesi devam eder. Hadi diyelim delil-tanık ve taraflar adresinde hemen bulundu mahkemeye getirildi ve neticede şahıs ceza aldı. Sonrasında en az 1 yıl istinaf sürer. Oradan dosya Yargıtay’a gider en az 3 yıl da Yargıtay sürer.Yani ben bugün bir kişiyi darp edersem (en iyi ihtimalle) en az 5-6 yıl yargılama süreci devam eder. Bu eylemin karşılığında alınan cezanın yatarı da olmaz, denetim uygulanır falan. Arada zaten bir de af çıkar. Hadi geçmiş olsun.

        Çok açık ki, suç işleyen kişilerin başına adli anlamda uzun süre bir yaptırım gelmediğini gören suça yatkın gençler suç işlemekte cesaretleniyorlar.

        Mevcut Adli sistemde yaptırımlar caydırıcı olmamak bir yana teşvik edici oluyor. Kuvvetli endişem suç oranlarının artacağı yönündedir. Ayrıca bazı suçların işlenmesi karşıt görülen sosyal gruplara yönelik olunca toplumca kutsanıyor o da ayrı bir sorun.

        Suç işleyen göçmenler ise ayrı bir sorun.

        Suç işlediklerinde birbirlerini koruyorlar polisle bilgi paylaşmıyorlar.

        Çoğu zaman faili bulmak çok zor. Gettolarda yaşıyorlar polis için failin ulaşılması bulunması ciddi bir problem.

        Kayıtlı olanların bile nüfus sistemleri yok, adres bilgileri yok, varsa da genelde yanlış, güncel değil.

        Bazen isimleri bir gerçek değil. Ayrıca birbirlerini saklıyorlar.

        Dil sorunu olduğundan sağlıklı bir tanık beyanı alınamıyor zaten ırkdaşları ile dayanışma içindeler.

        Yargı ve infaz sisteminde yukarıda bahsettiğim sıkıntılar nedeniyle Türkiye’de suçun bir karşılığı olmadığını görüp cesaretleniyorlar.

        Türk mafyası ile mücadele kolay fakat yabancı uyruklu Suriyeliler gibi devlet tarafından 'vatandaş plus' muamele gören bir suç organizasyonu ile mücadele kolay değil.

        Ayrıca Emniyet gücümüzü mülteci oluşumlu suç organizasyonları ile mücadele için insan kaynağı açısından donanımlı değil. Amerikan tarihine bakmak yeter yabancı mülteci mafya en zor mücadele edilen suç oluşumu türüdür.

        Şunu da belirteyim, mevcut suç oranları geçeği yansıtmaktan çok uzak samimi bir polise rastlarsanız sorun aspirin vermek denen bir olay var. Pek çok vatandaş nasılsa bir sonuç alamam, yıllarca boyuna uğraşırım diyerek bazı suçları bildirmiyor bile. Bunlar da istatistiklere girmiyor haliyle. Gerçek suç aslında çok çok daha yüksek. Onu da bilin."

        NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

        NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?
        0:00 / 0:00

        Bir işi yaptırmak için her seferinde o işi en yapamayacak olanı bulmadığımız zaman.

        Diğer Yazılar