Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Sinan Ateş.

        Son günlerde adını herkes öğrendi.

        Atadan, babadan “milliyetçi”.

        Milliyetçi Hareketli.

        Babası da ülkücü.

        1980 öncesi ülkücülerden. O da vakti zamanında kurşunların hedefi olmuş.

        Oğlu Sinan’ı da ülkücü yetiştirmiş.

        Sinan Ateş de, babasının yolundan gitmiş.

        Ülkü Ocakları Başkanlığı’na kadar yükselmiş

        Sonra MHP yönetimi ile ters düşmüş.

        Birileri adını “FETÖ ile bağlantılı” diye lekelemişler.

        Parti araya mesafe koymuş. MHP’den uzaklaşmış, uzaklaştırılmış ama bir yere de gitmemiş.

        Ve birkaç gün önce vurulunca herkes adını duymuş, tanımış.

        Bir ülkücünün kılına zarar gelse, gök kubbeyi başlarına yıkma yemini eden ülkücü teşkilatlar, eski bile olsa bir ülkücünün, sokak ortasında kafasına sıkılmasına sesini sedasını çıkarmayınca, İçişleri’nden bir tepki, bir sert söylem, bir söz gelmeyince, iktidar hiçbir şey söylemeyince durum birdenbire tartışılır hale geldi.

        Ben de bu işi biraz bilenlerle konuştum.

        Aslına bakarsanız, Sinan Ateş’in sokak ortasında öldürülmesine pek şaşıran yok.

        Hatta “Kendisi de şaşırmamıştır” diyor Sinan Ateş’i tanıyanlar.

        “FETÖ iftirası ile lekelenmeye çalışıldığı günlerden bu yana kendisine yönelik bir hamle bekliyordu” diyorlar.

        Birkaç gün önce geldiği İstanbul’da dostlarıyla buluşmuş.

        O buluşmada söylediği sözler ilginç.

        “Benim kalemimi kırmışlar. Haberi geldi. Her an bir şey yapabilirler” demiş

        Tanıyanlar “Bu işle kimin görevlendirildiğini bile biliyordu ama umursamıyordu” diye anlatıyorlar.

        Ve Sinan Ateş’in siyasi çevresinde bu işi kimin yaptığına, kimin yaptırdığına ilişkin hiçbir bilgi eksiği yok.

        Herkes her şeyi biliyor.

        Ve herkes susmuş bekliyor.

        Etrafa bakınca eski günlere dönmüşüz gibi hissediyorum.

        Tek fark artık Renault Torosların üretimden kalkmış olması.

        Beyaz Torosların yerini galiba motosikletler almış.

        Boşuna dememişler çağ sana uymuyorsa sen çağa uy diye.

        Yargısız infazlar da artık çağa uymuş.

        Korkum o ki, seçime daha çok var.

        Megakent medeniyetten uzaklaşıyor

        Megakent medeniyetten uzaklaşıyor
        0:00 / 0:00

        İstanbul giderek 1960’ların, 1970’lerin ilk yarısının İstanbul’una dönüyor.

        O yılların İstanbul’unda pek öyle trafik ışıkları falan yoktu.

        Tek tük kavşaklarda olurdu ama pek takan olmazdı.

        Sürücüler bu ışıkları daha çok kentteki renkli aydınlatma süsleri gözüyle bakardı.

        Trafiği düzenleme, kavşaklarda kargaşayı önleme görevli kavşak ortalarındaki “trafikçi noktalarında” idi.

        Buralarda çok şık, pırıl pırıl polis kıyafetli, kolları beyaz kolluklu trafik polisleri dururdu.

        Trafiği onlar idare ederdi.

        Bazı kavşak ya da geçitlerde de Şoförler ve Otomobilciler Federasyonu’na bağlı “kahyalar” olurdu.

        Bunlar genelde engelli hale gelmiş eski şoförlerden seçilirdi. Trafiğin akmasını sağlar, oradan geçen sürücüler de küçük bahşişlerle bu kişilere yardım ederdi.

        Kurallara uyan kimse olmazdı. Ters yol düz yol kimse dinlemez, yol ortasına park edip gitmek vakayı adiyeden sayılırdı.

        Sonra İstanbul ağır ağır medenileşti.

        Kent kültürü oluşmaya başladı.

        Kurallar uygulanır oldu. Kurallara uyulur hale geldi.

        İstanbul kuralsız bir Ortadoğu kentinden, bayağı bir Batılı, medeni şehre dönüştü.

        Şimdilerde İstanbul’da dolaşırken, sanki zamanda geriye gidiyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum.

        Kent yeniden medeni bir Batı şehrinden, kuralsız, kanunsuz bir Ortadoğu ya da Doğu kentine dönüşüyor.

        Bunu pek çok yerde ama asıl olarak trafikte gözlemliyorum.

        Tek yönlü yoldan karşınıza bir araç her an çıkabiliyor.

        Ve fütursuzca, sanki yol babasının malı imiş gibi geliyor.

        İster istemez yol veriyor, hakkınız olan yolda mecburen geri geri gidiyorsunuz.

        Çünkü biliyorsunuz tartışırsanız, hakkını ararsanız en iyi ihtimalle dayak yersiniz, büyük ihtimalle bıçaklanır veya vurulursunuz.

        Her gün geçtiğiniz yoldan evinize gideceksiniz.

        Yolun ortasında bir kamyonet durmuş. Mal indiriyor. “Burası yol” diyorsunuz.

        “Abi aşağıdan git” diye akıl veriyor. Çünkü yol babasının malı. Uzatsan dövecekler.

        Gidiyorsun.

        Kaldırımda yürüyorsan üzerine motosiklet geliyor. Bazen kurye, bazen motor alıp trafikten kurtulduğunu düşünen bir öküz.

        Motosiklet zaten tam bir terör olmuş.

        Trafik akışı onları ilgilendirmiyor. Ters düz her yolu kullanmak en doğal hakları gibi davranıyorlar. Sonra sorsan motosikletliye saygı istiyor terbiyesizler.

        Tabii bir de yeni nesil, modern “ayılık” var.

        Scooter edepsizliği.

        Ters yoldan, düz yoldan, kaldırımdan, yaya geçidinden, merdivenden her yerden üzerinize geliyorlar.

        Yayaya çarpsa öldürür, en azından bir yerini kırar.

        Arabaya çarpsa kendi ölür. Ne kask, ne koruyucu ekipman.

        Torpilleri neredense tüm kuralları alt üst ediyorlar.

        Yetmiyor bir de kaldırımları park yeri yapmışlar. Her gece bip bip sesleri ile milleti uykusuz bırakıyorlar.

        Tam bir rezilliğin içinde debeleniyoruz.

        Kuralsız, kitapsız ve en önemlisi edepsiz bir Ortadoğu kentine dönüyor İstanbul.

        Hem de hızla.

        Göçmenler sayesinde giderek artan bir hızla.

        NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

        NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?
        0:00 / 0:00

        Geri geri giderek ilerideki hedefe varmanın çok zor olduğunu anladığımız zaman.

        Diğer Yazılar