Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        "İnsanın iyilik ve kötülük üzerine adamakıllı düşünmesini sağlayan bu romandaki katili bulmak zor, çünkü..."

        Doğu Ekspresi, gece yarısından sonra artan şiddetli tipi yüzünden ücra bir yerde durmak zorunda kalır. Ertesi günkü kontrollerde tüm yolcuların sağ ve salim olduğu anlaşılır. Sadece bir yolcunun kompartımanı içeriden kilitlenmiş ve yolcu bıçaklanarak öldürülmüştür. Cinayeti çözmek, o sırada trende yolculuk etmekte olan Hercule Poirot’ya düşer. Fakat dedektifimiz bir süre sonra bazı yolcuların cinayetin izlerini yok etmeye çalıştığını fark eder...

        Şu sıralar beyazperdede boy gösteren “Doğu Ekspresi’nde Cinayet” böyle başlıyor. Film bence iyi, ama ne yalan söyleyeyim, romanı harikulade. “Roger Ackroyd Cinayeti” kadar çığır açıcı kabul edilmese de Agatha Christie’nin yazdığı bu maceranın da manyak bir hikâyesi, müthiş bir finali var. En güzel yanı da, Poirot’nun çözüm anındaki ünlü konuşması. Gerçekten ama gerçekten bir polisiye roman finali olarak daha iyisini, daha adaletlisini, daha fiyakalısını hatırlamıyorum. İnsanın iyilik ve kötülük üzerine adamakıllı düşünmesini sağlayan bu romandaki katili bulmak zor, çünkü... Neyse söylemeyeyim. Anlatmak için ölüyorum ama hevesinizi kaçırmamak adına kendimi tutacağım. (Böbürlenmek gibi olmasın, ben ilk okuduğumda katili doğru tahmin etmiştim. Tabii burada “katili” demek ne derece doğru, o da ayrı mesele.)

        Madem kitaptan uzun uzadıya söz edemiyorum, o halde kahramanımızı anlatayım: Agatha Christie’nin ilk kez “The Mysterious Affair at Styles”da karşımıza çıkardığı Hercule Poirot en sevdiğim roman dedektifidir. Hoş, bugüne dek gerçek bir dedektifle tanışmışlığım da yok. Neden seviyorum, orası da muamma. Ne yazık ki kendisinin sinir olacağım sayısız özelliği var. En basitinden kendisi, kütüphanesindeki kitapları incelik ve kalınlıklarına göre dizen bir şekilci. Dahası egosu had safhada şişkin ve çok kibirli. Bunlar negatif özellikleri. Peki bu şahsın hiç mi iyi özelliği yok? Arayalım...

        Aşırı nazik ama gerektiğinde açık sözlü ve sert olmaktan çekinmiyor. Bulunduğu yerdeki en zeki ve entelektüel kişi daima o. Üzerine konuşamayacağı, bizi aydınlatamayacağı konu yok. Geçmişi hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, her daim yapayalnız. Saf ve temiz kalpli Hastings olmasa arayanı soranı kalmayacak. Bu kısa boylu ama karizmatik adamın kömür karası saçları, insanın içini okuyan yemyeşil gözleri ve eh, yumurta biçimli bir kafası var. (Siyah saçlarının sebebi hikmetini “Ve Perde İndi” adlı son macerada öğreneceğiz ama burada o konuya hiç girmeyelim.) Bıyıkları da incecik ve muntazam. (Neden, çünkü balmumuyla tarıyor.) Başka? Pahalı deri ayakkabılar giyiyor. Lükse düşkün, kalite seviyor. Egzotik içeceklere, pahalı restoranlara bayılıyor. Evi var mı bilmiyorum, zaten otel odalarında yaşamayı tercih ediyor. Nizam ve intizama aşırı önem veriyor. Yediklerinin şekli şemali bile önemli. (Misal, sabah iki yumurta yiyecekse aynı büyüklükte olmalılar, yoksa o sofrada bir dakika bile durmaz.) Bir de hatırladığım kadarıyla, güçlü karakterli kadınları çekici bulan flörtöz bir adam. Tabii alışılmış çapkınlardan değil, kendi garip usulleriyle kur yapıyor. Hem onu bir kadınla âşık ya da eş olarak görmedik. (Christie’nin Poirot’yu eşcinsel olarak tasarladığı yolunda rivayetler de dolaşıyor ama buna dair kanıtımız yok.)

        Peki, peki, Poirot’nun iyi özelliklerinin de çok şahane özellikler sayılmayacağının farkındayım. Yani bu özellikler kimseyi sevmenize yetmez, olsa olsa bu sayede onu ilgi çekici bulursunuz, hepsi o kadar. Fakat Poirot şaşırtıcı şekilde tam sevilecek adamdır. Şakacı, iyi kalpli, adaletli, hadi daha ileri gideyim, büyüleyicidir...

        Yine de onu bir dedektif olarak farklı kılan şey, cinayetleri çözmek için kullandığı yöntemdir. Kıpırdamadan oturup saatlerce düşünür ve bu şekilde beyninin “küçük gri hücrelerini” çalıştırır. Bütün suçların altında psikolojik nedenlerin yattığına inanır. Adalet söz konusu olduğunda kanun dışı yöntemlere başvurabilir; kimi zaman bir perdenin ardına gizlenip mahrem bir konuşmayı dinler, kimi zaman bir kadının yatak odasını karıştırarak neler sakladığına bakar. Bir keresinde katilin –daha doğrusu katillerin- gitmesine izin vermişti. (Bunu hangi kitapta yaptığını izninizle söylemeyeyim, siz keşfedin.) Bir keresinde de katili öldürmüştü ama onu hiç söylemem. Bulup okuyun.

        Son notum: Bu son filmde Poirot en önemli özelliklerinden biri olan siyah saçlarından vazgeçmiş görünüyor ki fanatik okurlar açısından bu korkunç bir hata. Öte yandan, ‘Poirot mutlaka Peter Ustinov gibi çirkin adamlar tarafından canlandırılır’ kuralının nihayet yıkılmasına çok sevindim. Kenneth Branagh yeterince cazibeli bir Poirot olmuş. Eh, çirkin olmasındansa gri saçlı olması iyidir, haksız mıyım?

        POLİSİYE

        Everest Yayınları’nın Sait Faik’ten Bilge Karasu’ya, Oktay Rifat’tan Nurullah Ataç’a, Oktay Akbal’dan Tahsin Yücel’e Türk edebiyatının büyük ustalarının çevirdiği Simenon dizisinin ilk kitabı, “Yaşamak Hırsı”. 1950’de “Geceyarısı Trenleri” adıyla tefrika edilen ve kitap olarak ancak 1954’te yayımlanabilen romana Sait Faik’in düşündüğü ilk isim, “Geceleri Yalnız Yatamayan Adam” olmuş.

        Romanın kahramanı Popinga’yı, Sait Faik’in bu romanı okumadan çok önce yazdığı “Lüzumsuz Adam”a benzetenler de yok değil.

        Bırakalım Sait Faik’in Georges Simenon çarpılmasını Özdemir Asaf anlatsın: “Bir gün baktım, elinde Simenon’un bir romanı var. ‘Hayrola’ dedim. ‘Lautréamont’un pabucu dama mı atıldı?’ Lautréamont en sevdiği yazarlardan biriydi. Eline nereden geçmişse, Simenon’u okumuş, beğenmiş. ‘Çok iyi yazar’ dedi. Kumkapı’ya indik, Kör Agop’ta oturduk. ‘Bu kitabı çevireceğim’ dedi, destekledim. Çok zaman geçmedi, baktım çeviri bitmiş. Öyle uzun uzun masa başında oturmayacağını iyi biliyordum, şaşırdım. Gülümseyerek dedi ki: ‘O kadar sevdim ki tuttum bir forma kadar okudum, sonra başladım yazmaya. Baktım, üç dört formalık yazmışım. Biraz daha okudum, gene devam ettim. Atlaya atlaya biraz daha okudum ve yazdım. Kitap bitti.’”

        POLİSYE

        Algan Sezgintüredi yeni romanında Kurt Vonnegut’ı rehber ediniyor, Asimov’u, Le Guin’i, H.G. Wells’i oturtuyor sofraya ve zamanın, geçmişin, geleceğin imkânlarını dil aracılığıyla sorguluyor. Sicim teorisi, paralel evrenler, kara delikler, klonlama, yapay zekâ, bilinç yaratma... Schrödinger’in kedisi, Omega Bulutsusu, yedi kız kardeş... “Süperben”, çağın sorunlarıyla meşgul hatta onlara kafa tutan bir roman. Kısmen bilimkurgu, daha çok da “dilsel” kurgu.

        O zaman görmemiştim ama Sezgintüredi’yle yıllar önce yaptığım bir röportajda bu son kitabın ipuçları da varmış gibi geliyor bana. “Her cümlenin birden fazla şekilde kurulması, her fikrin pek çok farklı tarzda söylenmesi mümkün elbette. Dil son derece acayip bir şey. Zaman gibi. Kuantum fiziği gibi. Matematiği de var, şiiri de. Hem sınırlı hem sınırsız. Muazzam bir silah dil. Eğitimin, kitleye yönelik sanatın, eğlencelerin, sığ tutulmasının amacı da bu silahı köreltmek.” Algan Sezgintüredi çevirilerinde ve polisiyelerinde hep çok iyiydi, bu romanındaysa şahane. Görmek için April Yayınları etiketli “Süperben”i okuyun.

        İKİ TAVSİYE

        Biri Güney’den biri Kuzey’den iki sıkı polisiye.,

        Her Günün Derdi Kendine Antonio Fusco Yapı Kredi Yayınları

        Deniz Kızı Camilla Lackberg Doğan Kitap

        Diğer Yazılar