Çok konuşanlar, boş konuşanlar ve susanlar
Pazar günkü yazımda, gazetecilerin nasıl her habere atlamadığını, her frikiği her açığı (fikri ve fiziki) filtresiz vermediğini anımsatmıştım. Orada değinmeyi unuttuğum çok önemli bir gerçekle geçen gün karşılaştım. Kıvanç Tatlıtuğ sayesinde...
Kıvanç'la ilgili "flaş flaş flaş" bir haber görmeyeli, okumayalı ne kadar oldu? Çok değil mi? Belki de son yılların en çok konuşulan, en başarılı isimlerinden değil mi kendisi? Evet. Peki neden özel hayatı hakkında fazla haber okumuyoruz? Çünkü Kıvanç markasını çok iyi yönetiyor.
Özel hayatıyla ilgili sorulara cevaben "sadece gülümsemekle" yetinebiliyor. Gittiği mekânlara kamera çağırmıyor. "Bu konuda çok konuşmak istemiyorum ama... " diye başlayan ve sarpa saran uzun cümleler kurmuyor. Her fırsatta yediğini içtiğini, yattığını kalktığını anlatan demeçlerle gündeme gelmiyor. Hatta bir işiyle gündeme gelse dahi röportaj vermeyi tercih etmiyor. Hal böyle olunca hakkında "asılsız haber" çıkmıyor. Kimse özel hayatını didikleyemiyor, yorum dahi yapamıyor.
Bir markayı doğru yönetmek, o markayı yaratmaktan daha zor bir iştir. Çünkü markanın yaratılması ve ortaya çıkmasında şans gibi etkenler de devreye girer ama markanın yönetimi strateji, istikrar ve bilinç gerektirir.
'76 YAŞINDA ÖLECEĞİM'
İyi yönetilen başka markalardan örnek verirsek aklıma ilk gelen isimlerden biri Tarkan oldu. Hülya Avşar, Cem Yılmaz gibi isimler de bu açıdan önemli.
Mesela bugünkü haberlere bakın; Volkan Konak, gen haritasına baktırdığını ve 76 yaşında öleceğini açıkladı, ortalık karıştı. Gen haritası öyle bir şey midir, kaç yaşında öleceğinle alakası var mıdır, nerede yaptırılır, ne bilgiler alınır?.. Hayda!
Ayrıca kötü yönetilen markalara örnek vermem doğru olmaz ama onların da davranış biçimlerinden örnek vereyim:
■ Albümü çıkmasına yakın çok kilo verip iğne ipliğe dönmek.
■ Filmi vizyona girmesine yakın eski sevgiliyle barışmak.
■ Bilinen bir siyasi görüşü olduğu halde "dönem öyle gerektiriyor" hissiyatıyla "dönmek".
■ Kullanamadığı halde Twitter, Facebook üzerinden önemli meselelere değin(eme)mek.
■ Evlilik, boşanma, çocuk bekleme dönemlerinde çok konuşmak ve ailelerin çok konuşmasını önleyememek.
■ Ekran karşısındaki deneyimine güvenip fazla rahat davranayım derken pot üzerine pot kırmak.
■ İyi bilmediği konularda ahkâm kesmeye çalışınca zor duruma düşmek.
Ben/biz ve onlar
Çok özel ve çok başka bir insan olduğuma inanıp da hiç de öyle olmadığını, herkesin de benim kadar özel ve benim kadar sıradan olduğunu idrak etmem üniversite yıllarıma denk gelir. Ki o dönem de çok uzun sürmemiştir.
Misal Cemal Süreya, Edip Cansever, Hermann Hesse, Sartre, Woody Allen okuyorum diye (sanki benden başka kimse onları fark etmemiş, değerini bilememiş de) kendimi "diğerleri"nden başka, farklı, özel hissederdim. En ulvi gerçeklere ben "ermiştim", derin ve zekiydim, meseleleri aşmıştım (yazarken bile gülüyorum) diğerleriyle pek paylaşacak şeyim yoktu. Maalesef! Böyle olunca herkes de onları "diğerleri" olarak gördüğümü hissediyordu. Ben bir şey demesem de, kendimce belli etmesem de...
Yurttaki oda arkadaşlarımdan biri de benim gibiydi de "biz" olmuştuk. Biz, ranzanın tepesinde elimizde çay fincanları, önümüzde şiirler ve yüksek siyasi görüşlerimiz sayesinde dünyanın geri kalanından başkaydık işte.
Ama dediğim gibi bu "körlük" uzun sürmedi. Daha çok baktıkça gördük, daha çok dinledikçe duyduk; kalbimiz nasır tutmadan büyüdük, kibrin pençesinde çirkinleşmeden geçtik o evrelerden. Çok şükür.
Darısı insan yöneten, kitleleri kucaklamakla görevli olan, işi insana hizmet olan, altındaki koltukla özdeşleşen, çirkinleşen, ötekileştiren ve kendisine benzemeyen her şeyi yakmak isteyenlerin başına. Bunun yaşı yok. Ve benim hâlâ umudum var. "Diğerleri" olan bizler için değil, kendisi için... Çünkü gün olur devran döner, ne yönetim kalır ne de koltuk...