"Aşk dediğin, aşk diye yorumladığındır"
Aşk neden bu kadar zordur ve yine de nasıl mümkün olur? Aşkın hâlâ icabı ve gereği var mı? Aşkta sadakat nasıl mümkün olur?
İnsanlık tarihinin en eski kavramlarından biri aşk. Arkadaş sohbetlerinin, romanların, filmlerin vazgeçilmez konusu. İyi de hayatımızda bu kadar geniş yer kaplayan bu duyguyu yaşarken ne kadar başarılıyız? Alman felsefeci Wilhelm Schmid, bu kitapta bu konu üzerine kafa yoruyor.
“Birisi bana aşkı açıklayabilir mi? Bu soru nicedir dudağımın ucundaydı” diyor Schmid; “Ama sorabileceğim kimseyi tanımıyordum. Benim sorunum, bir şekilde her şeyin ters gitmesiydi. Bir yandan da aşkın ne olduğunu gayet iyi biliyordum: Hep içten kucaklaşmalar, hep iyi duygular vardır, hiç gam kasavet yoktur. İyi de, âşık olma hali geçmeye görsün, her seferinde akamete uğramıştır bu durum. Bunda, bizzat benim mesafeye ihtiyaç duymamın ve aslında bunu istemememe rağmen hır çıkartmamamın da payı az değildir.”
Aşkı daha iyi anlayabilmek için felsefe öğrenimi görmeye karar vermiş Schmid. Söz konusu olan aşksa, en uygunu buymuş zira. Bilgelik sevgisi olan felsefenin aşk gibi bir fenomene esaslı bir şekilde ve azami itinayla yaklaşacağına güveniyormuş. Ama felsefe de mantığa yakın durduğu için başka araştırmalara da ihtiyaç duymuş. Kendini bunlara adamış. 30 yıl boyunca, teorik ve pratik alanda en azından öznel açıdan daha fazla berraklık kazanmaya çalışmış. Ve bu çalışma, daha büyük bir kitabın temelini oluşturan bu küçük kitabı meydana getirmiş.
AŞK (Wilhelm Schmid / Çev: Tanıl Bora / İletişim)“ASLA TAM OLARAK BİLEMEYECEĞİZ”
Peki hangi sonuçlara varmış Schmid? Aşkın, hakikatini asla tam bilemeyeceğimiz bir şey olduğunu anlamış. Kuşkusuz bir tür yakınlık ve sevgi söz konusu olan; fakat bunun nasıl olacağı sadece kimle karşılaşacağımıza ve nasıl bir tecrübe yaşayacağımıza değil aynı zamanda aşkı nasıl tasavvur ettiğimize ve buna göre ondan ne beklediğimize, umduğumuza ve nesinden endişe ettiğimize bağlı. Bu tasavvur veya yorum öylesine önemli ki, “aşk dediğin, aşk diye yorumladığındır” bile denebilir. Hakikat bu mu peki? “Hayır, bu bir yorumdur. Yorumuna göre aşk hoş bir duygu olarak da acı bir hayal kırıklığı olarak da, serinkanlı bir hesap olarak da, delice bir tutku olarak da görünebilir. Bir geceliğine veya ömürlük isteriz onu, sadece bedensel veya saf manevi olarak, ruhani olarak, aşkın olarak isteriz, birisiyle veya birçok başkalarıyla yaşayalım isteriz” diyor yazar. Her yorum da yine karşılaşmalara ve tecrübelere etki eder: “Aşkın, safi uyum olduğunu tasavvur ediyorsam, bir ilişkiden tam bunu beklerim –bunun sonucu hayal kırıklığı olacaktır. Buna karşılık aşkın esasen uyum demek olduğunu ama ara ara dargınlık ve münakaşayı da içerdiğini tasavvur edersem, hayal kırıklığı sınırlı kalır. Eğer sorun çıkarıyorsa aşk, neden yorumunuzu değiştirmeyesiniz? Yorumunuz doğru görünüyorsa da, sevme tarzınızda bir şeyleri değiştirmeyi düşünmez misiniz?”
Yorumları birbirini tıpatıp tutan iki insan bulmak zordur elbette: Aşkın hakikatinde ne kadar çok çehrenin saklı olduğunun bir göstergesidir bu. Şu da var ki, birçok insan yorumlarının bir yorum olmayıp gerçeğin bir tasviri olduğunda ısrar eder. Aşkın hakikatini bildiklerine inanır ve bunu ancak dinle ilgili tartışmalarda rastlayacağımız kadar ısrarla savunurlar. Onu kendilerine din yapanların gözünde aşk “mutlak bir şeydir,” hiçbir şekilde sorgulanamaz. Ötekiler, bunun aksine burada da ateizme değer verirler: Onlara bakılırsa “arkasında hiçbir şey yoktur” aşkın –olsa olsa biraz biyokimya vardır. Bu iki zıt yorumun da aşkın kavranamaz hakikatinde yerleri vardır, ne var ki bunlar farklı noktalara varırlar. Aşkın mutlaklığında direten, fazlasıyla yüksek beklentilere yetmeyen pratikten ötürü kolaylıkla hayal kırıklığına uğrayabilir. Bu işi sadece bir yanılsama olarak gören de, güzel bir yanılsamanın sağlayabileceği yaratıcı potansiyeli feda eder.
DÜNDEN BUGÜNE NASIL DEĞİŞTİ?
Bir de dünden bugüne aşk var bakılması gereken. Schmid’e göre aşk her zaman zorluydu, fakat her çağın zorluğu kendine özgü oldu. Bir zamanlar, duyguların bir rol oynamaması gerektiği konusunda kafalar açıktı; belirleyici olan, serinkanlı hesap, maddi güvence, toplumsal yükselme olanakları ve bereketli üremeydi: Mümkün olduğunca çok çocuk yapmak bir görevdi. Modern çağda aşk, duyguların büyük bir rol oynaması gerektiği için zorlaştı: Mümkün olduğunca hesapsız olmak gerek, maddi güvence ve kariyeri düşünmek romantik değil, üremek de bir zorunluluk oluşturmuyor; çocuk yapmak tercihe bağlıdır, bir veya iki tanesi yetiyor. Peki ama ya duygular devre dışı kalırsa? “Duygulara, öncelikle de arızalara ve gündelik hayata yer vermeden sadece iyi duygulara yaslanan romantik aşkın sorunu budur” diyor Schmid. “Romantik aşkın mucitleri bile, sadece duygulara güvenen aşkın pek birlikte yaşanabilir bir şey olmadığını tecrübe etmişlerdi. Onların ilişkileri korkunç biçimde çuvallamıştı ve o zamandan beri bu sorunda herhangi bir şey değişmiş değildir.”
Aşkın romantik yorumu gökten düşmedi, bir tarihi var bunun: 18. yüzyılın sonları ilâ 19. yüzyılın başlarında Batılı ülkelerde genç insanlar, “erken romantikler”, ayarlanmış evliliklerdeki burjuva aşkın duygusuzluğuna karşı direnişe geçtiler. Meydana çıkmakta olan, rasyonelliğe, bilime ve teknolojiye dayanan modern çağı da hissizlikle itham ediyorlardı. Bu dünyanın soğuğunda insan sıcaklığının kaybolacağından endişe ediyorlardı, bu endişeleri de sebepsiz değildi. Romantik duygularla bir karşı-dünyanın yaratılabileceğini umuyorlardı. Bu tasavvur modern çağın akışı içinde giderek daha fazla taraftar buldu ve şimdilerde yeniden önem kazanıyor. Çalışma hayatında stres, sıkıntı ve belirsizlik arttıkça, ev yaşantısının o oranda uyumla, anlayışla ve kesinlikle dolu bir selâmet dünyası olması isteniyor.
“Ne var ki bu aşk da, bütün duyguları sararıp solduran gündelik hayat, onun karşısında dikildiği için zordur” diyor Schmid: “Artık yalnızlığa olanak tanımayan samimi beraberliğe olan özlemin önüne çok defa bizzat benlikler dikildiği için de zordur: Benlik, aşkı insanın kendini teslim edebileceği güvenilir bir bağlanma olarak ister ama diğer yandan özgürlüğünde ve kendi ayrı hayatında ısrar eder. Başka çağlarda insanlar özgürlüğün en fazla düşünü görürlerdi, modern çağdaysa özgürlük, insanları daimi huzursuzluğa sevk eden bir kazanıma dönüştü: Ben neredeyim burada, özgürlüğüm nerede kaldı? Beni fazla daraltan bir şey var mı? Bundan kendimi nasıl kurtarabilirim?”
MUTSUZLUK TEHDİT Mİ, İTİCİ GÜÇ MÜ?
Aşk, birçok olanağa kavuştuğu için de zor. Mesela romantizmi gerçekleştirmeye dönük sürekli yeni hamlelerin yapıldığı çok sayıdaki ilişki suretinde ortaya çıkan olanaklardır bunlar. Ne var ki bu girişimlerdeki her gerçekleşme kuvvete ve zamana mal olur ve diğer olanaklardan feragat etmeyi gerektirir, bu da insana acı verebilir.
Aşk öğrenilebilir mi? Belli kurallara uyarak mutlu bir aşk ilişkisi yürütmek mümkün müdür? Uzun süreli ilişkilerde flörtün yeri var mıdır? Sadakat, kıskançlık, güç ve para, aşka nasıl etki eder? İlişkilerde cinselliğin rolü nedir? Aşka nefes aldırmak ne demektir? Uzun soluklu birlikteliklerde dostluk ve aşk dengesini nasıl kurmak gerekir? Mutsuzluk aşk için bir tehdit midir, yoksa onu mümkün kılan itici bir güç mü? Bir de, sahiden, aşkın herhangi bir anlamı var mıdır?
Wilhelm Schmid bu sorulara cevap arıyor. Felsefeyi psikolojiyle buluşturan ve bu karmaşık konuyu gündelik bir dille anlatan Wilhelm Schmid, aşkı arayanlara, onu bulup korumak isteyenlere önemli ipuçları veriyor.
***
İKİ TAVSİYE
Bremen Mızıkacıları’ndan Uyuyan Güzel’e, Hansel ile Gretel’den Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’e çocukluğumuzun en güzel masallarının mimarı Grimm Kardeşler. Peki bu masallar 18. yüzyılda nasıl doğdu ve nasıl dönüştü? Bu kitapta. Diğeri erken cumhuriyet döneminin eğlence politikasını analiz ediyor. İçki siyasetine, balolara, tiyatrolara, konserlere, müsamerelere, halk oyunlarına bakıyor. Taşrada eğlenceyi “kurumlaştırma” çabalarına ve buna eşlik eden sorunlara göz atıyor
Grimmlerin Mirası (Jack Zipes / Çev: Nuray Önoğlu / Alfa) Eğlencesiz Eğlence (Mehmet Kendirci / İletişim)