Giden dünyaya yeni bir yön önerisi
Alain Badiou 90’ına merdiven dayamış felsefeci, romancı ve oyun yazarı. Paris’te Felsefe Okulu’nda ve Ecole Normale Superieure’de dersler veriyor. Uzun süre Fransız Genç Komünistler Birliği’nin üyelerindendi, şimdi de bugüne uygun bir komünizmi savunuyor.
Değişik yaklaşımları var. Başta Sarı Yelekler hareketi olmak üzere yakın dönem örneklere bakarak bu tür hareketliliklerin her zaman hayra yorulamayacağını savunuyor. Günümüz demokrasilerinin en büyük destekçisiyken günden güne irtifa kaybeden orta sınıfın, içinde konumlandığı dünyanın dışına çıkarılamadığı takdirde despotizme çanak tutan, salt tepkisellikle malûl bir irticai söylemin içine sıkışıp kalacağını ileri sürüyor.
Kitap, Badiou'nun 2016-2020 arasında kaleme aldığı yazılardan oluşuyor. Farklı başlıklar altında çeşitli kavramları irdeleyen yazar, önce dünyanın gidişatına nereden baktığını ortaya koyan teorik bir çerçeve çiziyor. Ardından da güncel yakıcı problemleri yine bu çerçevede, gelecek ufkunu kaybetmeden sorgulayabileceğimiz bir tartışma düzlemi sunuyor.
SİYASETİN BÖYLE SABAHLARI DA OLABİLİR (Alain Badiou / Çev: Alp Tümertekin / Sel Yayınları )“KAPİTALİZM NEOLİTİĞİN ÇAĞDAŞ BİÇİMİ”
“Günümüzde, bildiğimiz haliyle insan türünün sonunu açıklamak türlü nedenlerle sıradan bir iş olup çıktı. Belirli bir ekolojinin yaydığı tipik Mesihçi istikamette, insan denen bu zavallı hayvanın yırtıcı aşırılıkları yüzünden kısa zamanda canlılar âleminin sonu gelecektir. Teknolojinin verdiği coşkunlukla, bizlere bütün emeğin robotlaştığına, dijital teknolojinin ihtişamına, otomatik sanata, katil plastiğe ve insanüstü bir zekânın yarattığı tehlikeye dair yalan yanlış birçok şey anlatılıyor” diyor Badiou. Ona göre bütün öngörüler, insanlığın günümüzde karşı karşıya kaldığı asıl tehlikeyi, küresel kapitalizmin bizi soktuğu çıkmazı karartmayı amaçlayan birer ideolojik çıngırak: “Tümüyle kişisel çıkar anlayışına bağlanıp da doğal kaynakların sömürülerek mahvedilmesine müsaade eden aslında bu toplumsal biçimdir, sadece odur.”
Ekoloji, Badiou’nun özellikle üzerinde durduğu konu. Ama tersten bakıyor. Ekolojik vaazın, abartılı kehanetlerine karşın çoğunlukla ikna edici anlatımlardan beslendiğini ve çoğu zaman da satış rakamlarını artırmak için insanları, ticaretini yaptıkları malların doğadan gelen saflığındaki asalet ve kardeşliğe inandırmak isteyen ulus aşırı şirketlere nasıl yarıyorsa, sevimli görünmek arzusundaki devletlere de yarayan kuru bir propaganda halini aldığını düşünüyor: “Korkarım ki ‘doğa’ sözcüğü bugün daha ziyade villaların, bahçelerin huzurunu, yaban hayvanlarının turistik sevimliliğini, yazın hoşça vakit geçirebileceğimiz kumsallarla dağları anlatmaya yarıyor. Günümüzde, alelade bir galaksinin kıyılarında bulunan ortalama bir güneş sistemi içindeki ikinci dereceden bir gezegende, düşünen bir pireden ibaret insanın Doğa’dan hesabını vermesini kim bekleyebilir?”
Ona göre son dört ya da beş binyıldır insanlık, pek cılız oligarşilerin ellerinde muazzam servetlerin toplanmasına yol açan özel mülkiyet, servetlerin miras yoluyla intikal ettiği aile ve nihayet silahlı kuvvetiyle aileyi ve özel mülkiyeti koruyan devlet üçlüsü tarafından örgütlendi. “Bu üçlü, türümüzün neolitik çağını tanımlar” diyor felsefeci: “Biz hâlâ bu çağdayız, hem de hiç olmadığı kadar. Kapitalizm neolitiğin çağdaş biçimidir: Kapitalizmin rekabet, kâr ve bir yerde toplanan sermaye sayesinde teknikleri kendi hizmetine koşması, sınıf hiyerarşisinin tarihsel egemenliği altında, yeni tekniklerin ortaya çıkışına öteden beri eşlik eden korkunç eşitsizlikleri, toplumsal saçmalıkları, savaşlardaki kıyımları ve muzır ideolojileri doruk noktasına çıkarmaktan başka bir sonuç getirmez.”
Öte yandan yapayın doğala, robotun insana galebe çaldığını anlatmak bugün savunması olanaksız bir gerileme, tam bir saçmalık: “Bu dehşet verici söylentilere, bu kehanetlere şöyle itiraz edelim: Geçtim işaretlerle dolu bir papirüsü, basit bir balta ya da eğitilmiş bir at bile zaten şu halde numunelik bir insan ötesi veya sonrası varlıktır. Bir çörkü dahi elin parmaklarından çok daha hızlı hesap yapmayı sağlıyordu.”
FİNANSAL SERMAYENİN YOĞUNLAŞMASI
Badiou’nun fikriyatına göre çağımızın meselesi, ilkelciliğe dönmek, tekniğin yol açtığı “yıkımlar” karşısında Mesihçi bir dehşet değil, zaferden zafere koşan robotlarla dolu bilimkurguya marazi bir hayranlık duymak da değil. Asıl mesele belirli bir yöntem izleyerek neolitikten acilen çıkabilmek: “Bu binyıllık düzen yalnızca rekabete ve hiyerarşilere kıymet verir, milyarlarca insanın yaşadığı sefaleti hoş görür. İşte bu düzenin her ne pahasına olursa olsun üstesinden gelmek gerekiyor, yeter ki, sırrını ortaya çıktığı günden beri neolitiğin bildiği savaşlar patlak vermesin; teknolojik açıdan kökleri, on milyonlarca kurbanın verildiği 1914-1918 veya 1939-1945 yıllarındaki savaşlara dayanan olası bir çatışma bu sefer çok daha fazla cana mal olacaktır.”
Ne teknikler ne doğa, asıl önemli olanın toplumların bütün dünya ölçeğinde örgütlenmesi olduğunu düşünüyor o. Neolitik olmayan bir toplumsal örgütlenmeden bahsediyor tabii. Şöyle ki: “Müşterek olması gereken şeyde özel mülkiyet olmayacak, yani insan hayatı için lüzum görülen her şey, insan hayatının bedelini oluşturan her şey gibi üretilecek. Vâris soyu son bulacak, mülkler tek bir elde toplanmayacak. Oligarşileri himaye eden ayrı bir devlet olmayacak. Emek hiyerarşisi sona erecek. Milletler, kapalı ve düşman kimlikler ortadan kalkacak. Kolektif bir yazgıyı paylaşan her şey yine kolektif biçimde örgütlenecek.”
Gelelim “kriz” söylemine, krizlere. Krizin en göze çarpan yönlerinden biri, özellikle de gençlerin yeni dünyada kendilerine yer bulmakta ve sermayenin şenliklerine katılmak ya da bunaltıcı bir nihilizm içinde başıboş dolaşmak dışında başka bir çare aramakta son derece, üstelik de giderek artan bir oranda zorlanması.
Ona göre asıl kriz bu. Sebebi de finansal sermayenin yükselişi değil, yoğunlaşması. Ve bu tüm dünyaya yayılıyor. Verdiği rakamlar çarpıcı: “Sermaye yoğunlaşması gibi tamamen nesnel bir açıdan bakarak, ne durumda olduğumuzu gelin bir hatırlayalım. Bugün dünya nüfusunun yüzde 1’i mevcut sermayenin yüzde 46’sını ve aynı nüfusun yüzde 10’u yine aynı sermayenin yüzde 86’sını elinde bulunduruyor. Buna karşılık, dünya nüfusunun yüzde 50’sinin ise kesinlikle hiçbir şeyi yok: Yüzde sıfır. Geriye kalıyor yüzde 14. Neredeyse her şeye sahip yüzde 10’un hiçbir şeyi olmayanlarla karıştırılmayı hiç istememesinin nedenini anlamak zor değil. Zenginler alacaklarını aldıktan sonra kalan yüzde 14’lük ince dilimi bölüşenlere gelince, onların da büyük bölümü ellerinde olanı korumak için azgın bir arzu duyuyor. Kesinlikle hiçbir şeyi olmayan yüzde 50 içerisinde hissettikleri korkunç tehdide karşı sayısız baskıcı engele çoğu zaman arka çıkmalarının, bunu yaparken de milliyetçilik ve ırkçılıktan yardım almalarının nedeni budur.”
Önümüzdeki dünyaya yeni bir bakış açısı için tavsiye edilir…
*
İKİ TAVSİYE
Önceden kendi romanlarını yazan karı-koca, Joona Linna serisini yarattı ve seri uluslararası çok satanlar listesine girdi. Türkçe’de bugüne kadar seriden beş kitap yayımlanmıştı. Bu altıncı polisiye-gerilim. Diğer kitap bambaşka bir siyasi gerilim. Kaliforniyalı girişimci parasının çoğunu kriptoya yatırır. Bir kazada ölünce servetini bulmak için müthiş bir av başlar. Ancak o, hazineyi çok iyi saklamıştır…
Tavşan Avcısı (Lars Kepler / Çev: Solina Silahlı / Doğan) Monte Kripto (Tom Hillenbrand / Çev: Duygu Bolut / Kırmızı Kedi)