Mü'minin en büyük korkusu...
KIYMETLİ dostlar! Cenâb-ı Hakk’ın bizlere bahşettiği nimetlere ne kadar şükretsek az. O sebepten; kendisine bunca ihsan ve ikramda bulunan Rabb’ine karşı, kıyamet gününde mahcup olmak mü’minin en büyük korkusu olmalıdır.
Dostlar! Korku türlü türlüdür. Mesela, günahkârların korkusu cehenneme girmek, zâhitlerin, ibadetle meşgul olanların korkusu cennete girememek, ariflerin, velilerin korkusu ise Cenâb-ı Hakk’tan ayrı kalmaktır.
Rabb’imiz olan Allah Teâlâ’dan korkmamız icap eder elbette ama bu korkmak, eli kanlı, insaf bilmez, hak tanımaz, adaletten nasibini almamış bir caniden, zalimden korkmak gibi de olmamalıdır.
Allah Teâlâ bizi bu dünyaya başıboş olarak göndermemiştir. Evet hesap soracağını duyurmuştur ama neden, niçin o hesabı soracağını ve o hesabı kolayca vermenin yollarını da Efendimiz (SAS) vasıtasıyla bizlere bildirmiştir. Affedici olduğunu, hatta tövbe edilirse tüm günahları affedeceğini de müjdelemiş, dünya hayatını bizler için kolaylaştıran, güzel ahlaka kavuşmamıza vesile olan kurallar koymuştur. Yani yoldan çıkmamak ve olur da çıkarsak tekrar salimen o yola dönebilmek için ihtiyaç duyacağımız her şey bizlere bildirilmiştir.
Bütün bunlara rağmen, yoldan çıkmakta, emri tutmamakta, yasağı çiğnemekte ısrar edenler için de elbette bir ceza vardır. Yani durup dururken bir kimse Allah’ın cezasına, gazabına uğramaz, uğramayacaktır. Çünkü Allah Teâlâ kullarına zulmetmez, zulümden münezzehtir.
Allah Teâlâ’dan korkunun ölçüsünü en iyi bilen kişi olan Efendimiz (SAS), bir hadis-i şeriflerinde mealen, “Kul Rabb’inin affediciliğini bilseydi haram işlemekten çekinmezdi. Azabının ne kadar şiddetli olduğunu bilseydi hep ibadet eder, hiç günah işlemezdi” buyurmuşlardır. Yani Efendimiz (SAS) azabın şiddetini tek başına zikretmemiş, affın, mağfiretin büyüklüğünü de müjdelemiştir. Yine başka bir hadis-i şerifte, “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip peşinden tövbe eden kullar yaratırdı” buyurulmuştur.
Rabb’imiz, Efendimiz’in (SAS) mübarek lisanından mü’minlere her fırsatta bir kurtuluş kapısı işaret etmiş, günahtan samimiyetle dönenin hiç günah işlememiş gibi olacağını müjdelemiştir.
KORKU İLE ÜMİDİN DENGESİNİ NASIL KURACAĞIZ?
Korkuyla beraber ümidin de bir mü’minde olması şarttır. Bunların ölçüsü de bellidir. Çünkü kişide korku ağır basarsa, dünyayı bırakır alnını secdeden kaldırmaz. Ümit ağır gelirse bu sefer de haram-helal ayırmaz, ibadete fırsat bulamaz. Peki bunun sağlıklı şekli nasıl olmalıdır?
İslâm âlimleri bunu şöyle açıklamışlardır... Bir kişide korku hali hâkim geldiğinde, o kul “Artık bu isyanla, günahla Allah’ın (CC) rızasını, Efendimiz’i (SAS), cenneti, cemâli görmem mümkün değil” diye düşünmeye başlar. İşte tam o anda kişinin “Allah (CC) merhamet edenlerin en merhametlisidir, hangi günahım onun affından büyük olabilir ki! Ben namazıma, orucuma, güzel ahlaklı bir mü’min olma mücadeleme elimden geldiğince gayret ederim, elbet o beni nefsime, şeytana bırakmaz, tutar elimden kurtarır” diye düşünmesi gerekir.
Bu durum tam tersi için de geçerlidir. Bir kişi, “Allah’ın merhameti nasıl olsa benim günahımdan büyük. Şunu içmişim ne var canım!” derse veya “Şu vakit namazını da kılmadan yatayım, bir kereden bir şey olmaz” diye aklından geçirirse, “Bunun bir de hesabı var, şu an Allah’ın (CC) yasaklarını çiğniyorum, dilerse hesaba çeker, hesaba çekerse bunun altından kalkamam” deyip derhal kendini toplaması icap eder. Kulun vazifesi, Cenâb-ı Allah’ın emir ve yasaklarını elinden gelen en üst gayretle tutmaya çalışmaktır. Bunun için de ne sadece korku ne sadece ümit tek başına yeterli bir motivasyon kaynağı olamaz. Her ikisinin kişide dengeli bir şekilde, beraberce bulunması gerekir.
DUA SAMİMİ OLMALIDIR
KIYMETLİ dostlar! Hepiniz “Nasıl dua etmeliyiz?”, “Dualarımızda neleri istemeliyiz?”, “Neden bütün dualarımız kabul olmaz?” gibi sorular sormuşsunuzdur.
En başta şunu söylemeliyiz ki mü’minin her işinde olması gerektiği gibi duada da niyet ve elbette samimiyet çok önemlidir. Kul; Rabb’ine niyaz ederken samimi olmalıdır, fakat kişi, ahmakça ve cahilce dua etmemeli, -hani derler ya- ağzından çıkanı kulağı duymalı, olur olmaz şeyleri istememeli. Bu sebeptendir ki duanın adabı, erkânı hususunda Kur’an-ı Kerîm, hadis-i şerifler ve âlimlerin sözleri bizlere rehber olmuştur.
Kişinin Rabb’i ile arasında samimi bir irtibatı olmalı. Allah Teâlâ’nın kuluyla konuşmasına vahiy, kulun Rabb’iyle konuşmasına ise dua denir. Aklın ve maddenin yoğunluğu altında sıkışıp kalan ve bundan dolayı muhabbetten zerre kadar nasiptar olamayanlar için belki bunlar beyhude sözler sınıfında görülebilir. Bu durum dahi Allah muhabbetinin nasıl sırlı bir güzellik olduğunun alâmeti ve tasdikidir.
İnsanların çoğu, dualarında kendi arzu ve isteklerinin çabucak olmasını niyaz ederler. Bunun için de tabiri caizse yakaladıkları fırsatların kaçmaması yahut kendilerine fırsat verilmesi için duada bulunurlar. Öyle ya, uyanık hatta biraz da kurnaz olmak lâzımdır. Biz, hayatta hep uyanık olmakla bir şeyler elde ettiğimizi düşünürüz. Parasına para katan, işlerini ustalıkla halledenlere “uyanık” tabirini kullanmaktan da çekinmeyiz.
Uyanıklık güzeldir, fakat kişi gaflet uykusundan uyanmışsa güzeldir. Dünya hırsına, mal ve servet muhabbetine, gadaba, hırsa, şehvete karşı uyanık olmak kişiye zarar mı yoksa fayda mı getirir? Varın gerisini siz düşünün dostlar.