Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yıllar önce Yaşar Kemal’in tragedya formunda yazdığı “Kimsecik Üçlemesi”nin ilk cildi olan “YağmurcukKuşu” romanını okuduğumda büyülenmiş, romanda anlattığı gözleri önünde babası öldürülen çocuğun o an dilsiz kesilmesini yazarın kendi hayatından aldığını görmüş, ilk karşılaşmamızda büyük ustaya, “Bu roman sizin hayat hikayeniz mi?” diye sormuştum büyük bir merakla.

        Koca Yaşar, “beni iyi dinle delikanlı” der gibi gören tek gözünü biraz daha kısarak yüzüme bakmış ve ardından “Bir hayat hikayesinden iyi bir roman olmaz, roman dediğin hayatın içinden birkaç anını hikayesidir, bu romanda benim çocukluğumdan da izler var ama asıl bana bu romanı yazdıran şey, babamın Rus saldırısı yüzünden Van’dan Çukurova’ya doğru kaçarlarken, ‘Oğlum, biz yolda kimsesiz kalmış çocuk sürüleri gördük’ cümlesidir. Bu üç cilt roman, işte bu cümlenin ürünüdür” dedi.

        Bu hikayeyi başka yerde de anlattım.

        Ve sanırım biraz da bu yüzden biyografik romanlarla arama bir mesafe koydum.

        Hayat hikayelerinin tekdüzeliği, yazarın elini kolunu bağlar, bu tür eserler veren yazarlar hayatın neredeyse düz çizgisinin dışına çıkamaz, onu yolundan saptıramaz, ona kendi istediği gibi bir biçim veremez. Kahraman neyi yaşamışsa onu yazmak zorundadır, yoksa sonra adamı tefe koyarlar.

        *

        Kütüphanemde, Oğuz Atay’ın külliyatı içinde uzun yıllardan beri duran “Bir Bilim Adamının Romanı, Mustafa İnan” romanı da çokça da bundan, yıllar yılıdır orada, öyle boynu bükük duruyordu.

        Geçenlerde; şimdi büyük bir iştahla yazmaya başladığım iki biyografiden kendimce bir roman yaratma deneyimi için, bu romanı okuyayım dedim. Oğuz Atay’ın okumadığım tek kitabıydı. Şimdiye kadar kitaba elimin gitmemesinin sebebi de, kitabın bana “sipariş” bir romanmış gibi gelmiş olmasıydı.

        Ama önyargı böyle bir şey işte!

        Kıt aklıma getiremedim ki; Oğuz Atay gibi dev bir yazar, “sipariş” bile olsa bir metni kendi beğenmezse yayınlamaz diye.

        O beğendiyse, ben kim oluyorum ki?!

        Okudum ve kendime çok kızdım. Utancımdan yerin dibine girdim hatta.

        *

        Mustafa İnan’ın oğlu Hüseyin İnan, bendeki eski baskıda olmayan, 2013 yılında yapılan yeni baskısına yazdığı “sonsöz”de romanın macerasını da anlatıyor biraz bize.

        Babası ölünce, dostları bir yığın belge toplamış onun hakkında, TÜBİTAK da bu işi üstlenmiş, birisine yazdırmak istiyorlar hikayeyi ama bir türlü uygun kişiyi bulamıyorlar. Bir gün babasının talebelerinden Oğuz Atay’la ortak bir dostlarının evinde karşılaşıyor Hüseyin İnan. Onun, TRT yarışmasında mükafat alan “Tutunamayanlar” romanının yazarı olduğunu biliyor, üstelik babasının talebesi, babasının romanını yazıp yazmayacağını soruyor. Oğuz Atay hiç nazlanmadan seve seve kabul ediyor işi ve işte bu roman böyle ortaya çıkıyor.

        *

        Biz futbolcuların isimlerini biliyoruz. Hatta üçüncü lig takımlarındakiler de dahil olmak üzere. Biz dizi oyuncularının isimlerini biliyoruz, hem de üçüncü sınıf dizilerde oynayanlar dahil olmak üzere. Biz birçok politikacının ismini biliyoruz, hem de üçüncü sınıf politikacılar dahil olmak üzere.

        Ama bazı istisnalar hariç çok azımız çok az alimin adını biliyoruz. (Bilim adamı demiyorum zira kadınlar da bilim alanında çalışıyor, bilim insanı da bana kadınları kızdırmama tınısını taşıdığı için sevimli gelmiyor... Ama işte dilimizde “alim” diye bir kelime var, onu neden kullanmıyoruz ki?)

        Mesela Celal Şengör, dışkıydı, postaldı, asker selamıydı, Osmanlı tarihine olan ilgisiydi falan olmasa onun adını da bilmeyecektik. İlber Ortaylı da hakeza... Bir gazetede yazmasa, haftada bir televizyona çıkıp “cehaletimizi” yüzümüze vurmasa onu da tanımayacaktık.

        Rahmetli Fuat Sezgin’i kaçımız biliyorduk ki, sürgüne gönderdik onu? Ya Cahit Arf’ı? Büyük fizik alimi Erdal İnönü’yü politikaya girinceye kadar kaçımız tanıyorduk? Peki Aziz Sancar’ı? Nobel almasaydı gavur ellerde bizden böyle bir alimin yaşadığını bilecek miydik? Mesela şu anda dünyanın sayılı tarihçilerinden birisi olarak kabul edilen bizden Prof. Şükrü Hanioğlu üçüncü sınıf bir popçu kadar tanınıyor mu dersiniz memleketinde? Şerif Mardin’i çok azımız tanıdık, Halil İnalcık’ı da öyle... Sokağa çıkalım, saydığım isimlere benzer birkaç ismi ardı ardına dizip sıradan insanlara soralım, eminim büyük çoğunluk “hiçbir dizisini seyretmedim” diyecekler.

        Alimin kaderidir bu; siz bakmayın Mustafa Kemal’in “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” demiş olmasına, alimin bu memlekette bir müteahhit kadar kıymeti yoktur.

        *

        Oğuz Atay’ın hayatını değil, hayatının romanını yazdığı Mustafa İnan pamuklara sarmamız, daha rahat koşullarda çalışsın diye tahtırevanla gezdirmemiz gereken bir alimmiş meğer; ben de bu romanı okuyunca öğendim. İTÜ’de 1944’te başlayıp 1967’deki vefatına kadar, tatbiki mekanik bilim dalındaki bilimsel çalışmaları, eşsiz hocalığı ve kendisi gibi alim yetiştirmedeki ısrarıyla var oldu hayatımızda. “Mukavemet” alanında dünya çapında büyük bir otoriteydi ama bütün hayatı boyunca teknik üniversiteye sefer tasıyla yemeğini götürüp gazocağında ısıtarak yedi, ölümüne yakın bir zamanda başını sokacak bir evi oldu mesela.

        Otuz üç yaşında profesör olmuştu. Hayatı boyunca öğrenci yetiştirdi. Aslında meşhur bir mukavemetçiydi, onu herkes öyle biliyordu.

        “Peki insanlar meşhur bir mukavemetçinin ne işe yaradığını anlayabilir mi? Derler ki meşhur fizikçi Einstein, bir toplantıda Şarlo’ya, ‘Siz büyük bir adamsınız,’ demiş,’, ‘Herkes sizi anlıyor, herkes size hayran.’ Şarlo, ‘Siz daha büyüksünüz’ diye itiraz etmiş: “Size herkes, hiç anlamadığı halde hayran.’”

        “Bir gün taşra şehirlerinden birinde, bir gezide sanıyorum, şehrin ileri gelenleriyle yemek yeniyormuş. Sofrada oturanlardan biri yavaşça arkadaşına eğilmiş: ‘Bak işte meşhur mukavemetçi Mustafa İnan,’ demiş. Arkadaşı sormuş: ‘Meşhur mukavemetçi mi? Kaç koşuyor?’” (s.219)

        *

        Meğerse Mustafa İnan aynı zamanda büyük bir dilciymiş de. Dilin bir matematik olduğunu biliyor çünkü. Türkçedeki birçok kelimenin etimolojisini incelemiş. Ona göre “diploma”, Yunancada iki kere katlanmış anlamına geliyor, defter de yine aynı dilden ‘diphteria’ yani yüzülmüş hayvan derisinin değişik bir biçimi, difteri hastalığı da derinin iltihabıymış.

        “Piyango” İstanbul’da yaşayan bir İtalyan’ın adıydı. Beyoğlu’nda talih oyunlarının imtiyazını “Bianco” adlı bir dükkan sahibi almıştı.

        “Ser-best”, “başı-bağlı” demekti. “Tedbir” gibi akıllı uslu bir kelime, hiç de hoş olmayan “dübür” yani “arka” sözcüğünden türemişti, arkasını düşünmek demekti. “Çocuk” domuz yavrusu demekti. “Müezzin”in kökü “kulak”tan gelir. “Tümen” Özbekçe 10.000 demekmiş. “Kapuska” bir yemek adı değil, Rusçada “lahana” demek.

        Deyimlere gelince...

        “Elinin körü” diyoruz, aslı “ölünün kúrú”, yani “ölünün mezarı” demek. “Kadayıf” tüylü kumaştan geliyor.

        Mesela bütün Batılılara “gavur” diyoruz; halbuki Farsçadan aldığımız bu kelime “ateşe tapan” demektir. Halbuki hiçbir Avrupalı ateşe tapmıyor, o gelenek eski bir doğu geleneği...

        Yine Arapça “hudut” kelimesini beğenmemiş onun yerine “sınır” diyoruz. Mustafa İnan’a göre, Yunanca “sinoros” “hudut taşı” demek.

        “Lahmacun Arapçadır, aslı “lahim maal acim”dir, “lahim” et demek, “maal” da “birlikte, “acim” “hamur” demek. Etli hamur yani...

        *

        Oğuz Atay, romanında kendisinin de hocasıyla ilgili bir iki anısını kayda geçirir.

        Bir gün bir derdini anlatmak için hocasının odasına girer. Aslında ondan çekiniyor. Bu hocaların eşref saatine güven olmaz, üstelik ikinci sınıfta hocasından azar işitmişti. Şundan:

        “Yazın ders çalışırken sakal bırakmıştım. Hoca da imtihanda fırsatı kaçırmadı tabi: “Ne o hacca mı gidiyorsun?” Biz de fırsatı kaçırmadık tabi: “Yok hocam, şu imtihanı bir vereyim, doğru berbere gideceğim.”

        Şakası hocasının hoşuna gitmemişti.

        O gün hocasının yanından çıkmadan, bir de fıkra dinledi ondan:

        Profesör arkadaşlarıyla bir Avrupa gezisine çıkmışlar, trende giderken bir şehir adı üzerine tartışmışlar. Arkadaşı bir isim söylemiş o itiraz etmiş. Arkadaşı iddiaya var mısın demiş, Mustafa İnan, “Kesinlikle iddiaya girmem, çünkü bu ahlaksızlık olur” demiş. Arkadaşı “Neden ahlaksızlık olsun ki?” deyince, “Çünkü söylediğim ismin doğru olduğunu kesinlikle biliyorum,” demiş.

        *

        27 Mayıs darbesinden sonra Cemal Gürsel, Mustafa İnan’ı Ankara’ya çağırmış, ona bayındırlık bakanlığını teklif etmiş. O da, “Ben mühendis yetiştiriyorum, bayındırlığa böyle bu yönde hizmet ediyorum, orada daha yararlı olurum,” diye ret etmiş. Cemal Gürsel de, “Şimdi daha mühim işler var burada Mustafa Bey, önce şu bakanlıkta güzel bir temizlik yapmak lazım” deyince, bakan olmaktan büsbütün vazgeçmiş.

        Bir gün, TÜBİTAK Bilim Kurulu'nun toplantısından çıktıktan sonra Karpiç Lokantası’nda eski öğrencisi Süleyman Demirel’le karşılaşmış. Demirel’in hocasına çok saygısı var. Demirel’in yanında kardeşi Şevket Bey de var. Masalarına çağırmış, oturmuşlar yemeğe. Demirel o günlerde DSİ’den ayrılmış müteahhitlik yapıyor. Siyasete atılacağı söyleniyor. Mustafa Bey, eski öğrencisine, “Yahu Süleyman, duydum ki sen siyasete atılacakmışsın. Sakın ha. Ben seni akıllı bir adam bilirim” der. Demirel gülümsemiş, “Böyle bir şeyi benden umar mısın hocam” demiş.

        Meşhur fıkralarına duymuş olan Prof. Erdal İnönü ilk karşılaşmada Mustafa İnan’a, “Makine mühendisliğinde iki şey önemlidir; titreşim ve maaş sözü sizindir diyorlar, doğru mu hocam?” diye sormuş. Belli ki hoca fıkralarıyla meşhur olmak istemiyor, konuyu hemen değiştirmiş, Erdal beye şunları söylemiş:

        “Sizce ‘yaşantı’ kelimesi doğru mudur?" Sorusuna yine kendisi karşılık vermiş.

        “Değildir, çünkü yaşantı müspet bir kavramdır. Halbuki ‘ntı’ son eki, küçültme anlamı taşır, olumsuz kelimeleri türetmekte kullanılır: Bulantı, çöküntü, sıkıntı, kuruntu, üzüntü, kırıntı, serpinti gibi.”

        Haksız mı?

        *

        Romanın sonuç kısmında, biyografinin içinde hayali bir kahraman olarak yerleştirdiği genç bilim adamı adayı ile yaşlı profesör kitabın başından itibarın yaptıkları gibi konuşuyorlar. Yaşlı profesör, Erdal İnönü’nün deyimiyle, “Her şeyden önce sanatçı olması gereken bilim adamları, eski korkuları yüzünden (fakirlik, açlık zamanları) renksiz kokusuz bir kalabalık haline geliyorlar. Durmadan satın almaktan, yani elde etmekten, yani biriktirmekten ve satın alınabilecek şeylerden söz eden ruhsuz bir kalabalık sarıyor çevremizi, nerede eski dalgın profesörler?” deyince genç adam, “Ama sen böyle bir adam olmayacaksın değil mi?” diye sorar.

        Profesör kızar, “Kaç gündür boşuna mı nefes tüketiyoruz yani? Mustafa İnan gibi bir adamı sana boş yere mi tanıtmaya çalıştık? Hiç bundan utanmayacak mısın? Bence sen böyle bir romanın kahramanı olmaya özenmişsindir. Derler ki, insan roman yazmaya, başka romanları okuyarak özenirmiş; hayatı roman gibi olduğu için, sırf bunun için roman yazmış biri görülmemiş.” “Ne romanı bu bahsettiğimiz?” der genç adam.

        “Bir bilim adamının romanı.”

        *

        Bir hayat hikayesinden iyi bir roman yaratmak zordur.

        Oğuz Atay’ın deyimiyle, “İyi bir hayat hikayesi yazmak ise, bir hayat yaşamaktan çok daha zordur.”

        Diğer Yazılar