Korona Günleri Defteri'nden-2
Söylendiği gibi dünyanın en zor işlerinden birisi yazarlık değildir. Bütün mesleklerin kendine has zorlukları vardır. Yazarlığın diğer mesleklerden farkı, yazarın kendi işinin zorluğunu yazıyla anlatabilmesi, diğer meslek sahiplerinin ise bundan mahrum olmalarıdır.
*
Bütün büyük yazarlar, mutsuz çocukluk yaşamış olanlardır. Mutlu bir çocukluk geçirmiş birisi kolay kolay büyük yazar olamaz.
Hemingway’e sormuşlar:
“Bir yazar için erken yaşta olabilecek en iyi eğitim nedir?”
“Mutsuz bir çocukluk...” cevabını vermiş.
*
Nuri Bilge Ceylan gelmeden önce sinemamızda bilgece laflar etmiş ender yönetmenlerden birisidir Lütfi Ö. Akad. Önemli filmler yaptı ama “Işıkla Karanlık Arasında” adını verdiği hatıratı en az filmleri kadar önemli bir kitaptır. 6-7 Eylül olaylarını anlattığı bir bölüm var ki kitapta, büyük bir sinemacının kaleminden çıktığı belli. O korkunç yıkımdan sonra Beyoğlu’nda dolaştığını söyler, sonra da şu paragrafta anlatır o büyük faciayı:
“İstanbul tarihinin hiçbir döneminde şen şakrak bir kent olmamıştır. Belki bir zamanlar Lale Devri dedikleri bir dönemde... Onun da Nedim’in şiirlerinde verdiği kadarını biliyoruz. İstanbul ve İstanbullu genellikle dingin, onurlu ve fakirdir. Çok acılar çekmiştir. Birkaç paşanın saray yavrusu konaklarındaki debdebe, Batılı sanayici, banker burjuvalarına kıyasla ‘fukara köftesi’ ölçüsünde kalır ancak. İstanbul’un, ağır başlı bayramlar dışında, alışılmadık bir çılgınlığa yılda ancak bir tek günü vardır, 5 Mayıs Hıdrellez. Hepsi bu. Yapılan yıkıma bakıyorum da, yüzyıllar boyu omuz omuza kardeşçe bir arada yaşayan dingin, onurlu ve fakir insanların, birbirlerine böyle bir şey yapabileceklerine, İstanbul’a hak etmediği bu acıyı verenlerin onlar olabileceklerine, kim ne derse desin beni asla inandıramaz. Tarihe, ‘Altı Yedi Eylül Olayları’ diye geçen o iki günden bu güne İstanbul bir daha asla o İstanbul olmadı.”
*
“Biz ki İstanbul şehriyiz,
Seferberliği görmüşüz:
Kafkasya, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
bir de İttihatçılar,
bir de uzun konçlu Alman çizmesi
1914’ten 18’e kadar
yedi bitirdi bizi.”
Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları
*
“Ben ki ne halkın alın terinden on para çalmışım
Ne de bir şairin cebinden bir satır.”
Nazım Hikmet
*
Nimet Arzık’ın, “Tek At Tek Mızrak Anılar” adlı kitabından not etmişim defterime şunları:
“Cengiz Han, şahları, padişahları kırk adım diz üstü süründürürmüş çadırına varıncaya kadar. İçeri girince de eşit muamele edermiş.”
“İsmet İnönü tiyatro ve konserlere gitmekten zevk alan bir politikacıdır. Kulakları ağır işittiğinden, Halkevi’nde kulaklıklı bir koltuğu varmış. Atatürk tarafından başbakanlıktan alınıp gözden düşünce, ilk iş o koltuktan o kulaklığı sökmüşler.”
“İnönü, el şakalarını severmiş. Özellikle gazetecilerin burunlarını sıkar, kulaklarını çekermiş. Bu tür şakaları iltifat sayarmış.”
*
Carlus Fuantes’in, “Deri Değiştirmek” romanından şu satırların altını çizmişim:
“Bir kenti, benim Prag’ı sevdiğim gibi seversen, sonunda onu senin yarattığına, bırakıp giderken de yok olduğuna inanırsın.”
*
Bahçede dolaşıyordum, yalnızdım, düşünüyordum, gökyüzü kadar uzaktı bana gençliğim, o sırada gördüm:
Daldan bir yaprak koptu
Yaprağın koptuğu yer koktu
*
“Tanrım, siz Anadolu’yu çocukluk
günlerinizde mi yarattınız.”
Cemal Süreya
*
İlhan Erdost’un Mamak Askeri Cezaevi’nde, Raci Tetik’in emriyle işkenceyle öldürülmesinden sonra Cemal Süreya’nın yazdığı “İlhan’ın Anısına Türküler-1” şiirinden iki dize:
“Bir bardak su içsem şimdi
yaralarımdan dökülür”
*
Birinci Cihar Harbi sırasında Pera Palas Oteli’nin salonunda o kadar çok casus varmış ki otel görevlileri, “Beyefendi şuradan kalkar mısınız, müşteri oturacak,” demek zorunda kalıyorlarmış ajanlara.
*
Hilmi Yavuz, “Ceviz Sandıktaki Anılar”da şunları söyler:
“Bizim kuşak sola edebiyattan gelmiştir. Sol edebiyattan değil... Marks’ı, Engels’i, Lenin’i okuyarak değil, size tuhaf gelebilir, Tolstoy’u, Balzac’ı, Dostoyevski’yi okuyarak ‘solcu’ olmuştuk.”
*
1928’de Latin Alfabesine geçince, bir kütüphaneyi dolduracak kadar yeni harflerle basılmış kitap yoktu memlekette. O yüzden Avrupa’dan muazzam sayıda kitap satın alındı İstanbul Üniversitesi kütüphanesine.
*
Salah Birsel’e göre “zibidi yazarlar” diye bir kategori var. Onları şöyle tarif eder:
“Ozanların (o hiç şair demez) kimileri kalbur üstünde kalırsa, kimileri altına düşer. Kimileri de delikler arasında sıkışıp kalır.
Deliklerin arasında kalanların da adı vardır; zibidi yazar!”
*
“Ölümün sadık bir köpek gibi paçalarınıza süründüğünü duymak...”
Salah Birsel
*
Bir insan bir hafta boyunca hiçbir şey okumaz, hiçbir şey yazmasa kafasının içi boşalır, ilkel bir insan olur.
*
Necip Fazıl, Beşir Fuat’a yazdığı bir mektupta şunları söylüyor:
“İnsan bir daire içinden çıkmadığı vakit, daire dışındaki eşyayı, ne garip bir biçimde yargılıyor. Yalnız gördüğünü var sanıp öbür şeylerin varlığına inanmak istemiyor. Özellikle o şeylerin varlığı içini okşamıyorsa...”
*
Sait Faik’in bir hikayesi özetle şöyledir:
Bir gölde, çok yaşlı, çok kurnaz bir balık yaşar. Hiçbir usta balıkçı onu yakalayamaz. Uzun bir zaman kendini korur. Sonunda, ilk kez balık avlamaya çıkan bir aceminin regulasız oltasına takılır ve burnuna geçen halkadan değil, acemi oğlana yakalanmanın kahrından ölür.
*
Bazı ressamlar, bazı yazarlar henüz doğmamış olan birileri için resim yapar, roman yazarlar.
Mesela Van Gogh böyle bir ressamdır.
Aynı şekilde Oğuz Atay böyle bir yazar.
*
Hiç evlenmemiş, bütün hayatı otel odalarında geçmiş büyük şair Yahya Kemal, arkadaşı Cahit Tanyol’a şunları söyler:
“Şair, büyük edip olmaktan daha önemli üç şey vardır. Birincisi evlenip bir yuva kurmak, ikincisi bir ev sahibi olmak, üçüncüsü bir tarafta kimseye muhtaç olmayacak kadar parası bulunmak. Ben bunların üçünü de yapamadım. Akşam oldu mu dostlar dağılır, evlerine gider. Ben şu otel odasında yalnızlığı bütün dehşetiyle duyarım. Ne şiir, ne kitap, ne dostlarım beni bu korkunç yalnızlıktan çekip alabilirler.”
*
Hikaye Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir”inde de var:
Yunus Emre Mevlana ile buluşmuş, meclisine girmiş, Mevlana Yunus’a Mesnevi’sini okumuş, o da hürmetle dinlemiş, fakat kitap bitince, “Hazret güzel, çok güzel söylemişsin ama sözü biraz uzatmışsın. Ben olsam;
Ete kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm, der, keserdim” demiş.
*
Tolstoy, yazarken kadınları çok iyi tanıyan, yaşarken onları hiç tanımayan bir yazardı.
*
Hepimizin bildiği bazı romanların ilk isimleri bildiğimiz isimler değil.
George Orwell’ın “1984” romanını ilk adı, “Avrupa’daki Son Adam”;
Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ının da ilk adı,“Sonu İyi Biten Her Şey İyidir.”
*
Memleketimizde ilk makam otomobiline Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa bindi ve onun içinde öldürüldü. O otomobil şimdi Askeri Müzededir.
*
Refik Halit Karay, der ki:
“Bütün Osmanlı devleti tarihinde, yani beş yüz şu kadar yılda Pir Sultan Abdal, Figani, Nef’i ve bir iki daha fikir adamı ve heccav olarak topu topu beş kişi idam edildiği söylenir, yani yüz yılda bir idam... İttihatçılar devrinde ise, on seneye beş idam düşmüş.”
Cumhuriyet döneminde ise idam cezası kalkana kadar 80 yılda siyasi sebeplerden 712 kişi idam edilmiş.
*
Bir diktatöre, bir tirana, bir çara, bir padişaha, kısacası bir baskı rejimine karşı yapılan kanlı devrimler, hiçbir devirde, hiçbir ülkeye demokrasi getirmemiştir. Bir tiranlık devrilmiş, yerine başka bir diktatörlük kurulmuştur.
Bakın Rusya’ya, Çin’e, Vietnam’a, Küba’ya, Doğu Avrupa’ya, Ortadoğu’nun birçok ülkesine...
Dünyanın en kolay işi ihtilal yapıp rejim yıkmaktır...
Ya yeniden inşa etmek?
*
“Hiçbir şey insan kadar yükselemez ve onun kadar alçalamaz.”
Hölderlin