Ankara! Ankara!
BİR BİNA
Bir taksinin içinde Atatürk Bulvarı’ndan Ulus’a doğru gidiyordum, trafik açık taksi hızlıydı. Yanağım taksinin camına yapışık, çenem sağ avucumun içindeydi. Çok kısa bir süre bir görüntü geçti gözümün önünden ve hemen kayboldu. Kayıp mı oldu, ben mi içine düştüm doğrusu bilmiyorum.
O kısacık anda gözüme görünen gökdelenin görüntüsü, bir kartpostaldan fırlayıp beni havaalanına götüren taksinin içine girmiş, oradan da beni de alıp dağlar arasında, geceleri aç kurtların uluduğu, gökyüzünün çok az bir kısmından nasiplenen, tarih boyunca aç köpeklerin aralıksız havladığı üç haneli o ücra köye götürmüştü.
O kısacık an, çocukluğumun sonsuz evreniydi.
O kartpostal evimize ne zaman girmişti hatırlamıyorum. Askerliğini İstanbul’da yapan ağabeyim göndermişti galiba bir bayram tebriği olarak. Arkasına yazdıkları okunmuş, daha sonra da kartpostal evi şenlendirsin diye kirli duvardaki Saatli Maarif Takvimi’nin yanına sakızla yapıştırılmıştı. Günün her saati karşımdaydı artık. Henüz okula gitmediğim yıllar ama harfleri tanıyorum. Kimse kartın üzerindeki ANKARA yazısını öğretmedi bana, kendi kendime sökmüş olmalıyım. Galiba ilk telaffuz ettiğim Türkçe kelimelerden birisi o kartın üzerindeki ANKARA yazısıydı.
Yıllar sonra ilk defa Ankara’yı gördüğümde, o kartpostaldaki gökdelen, görüntüsünden hiçbir şey kaybetmemişti. Şimdi altmışına merdiven dayamış koca bir herif olarak, bu taksinin içinde gözüme görünen görüntüsü de aynı görüntüydü. Değişmişse bile ben onu hep kartpostalda gördüğüm ilk haliyle belleğime nakşetmişim demek. Onun için onu hep aynı şekilde görüyordum her baktığımda.
Herkes her şehir için, o şehirdeki belirgin bir simgeyi o şehirle özdeşleştirip o şehri onun görüntüsü üstünden anlamlandırabilir. Benim için de Ankara denince ilk aklıma gelen şey, kartpostaldan fırlamış Kızılay Meydanı’ndaki o gökdelenin görüntüsüdür. Çocukluğumuzda hangi yemeği sevdiysek, büyüdüğümüzde de aynı yemeğin müptelası olmamızın sebebi budur.
İhtişamı, görkemi, renkleri, bütün binaların içinde bir anıt gibi duran haliyle o gökdelen, çocuk muhayyilemi zorlayan bir sembol olarak kaldı hafızamda yıllar yılı ve her Ankara’ya gidişimde karşıma çıkan o bina -ki son yıllarda yapılanların içinde cüce kalmış- beni alıp onunla bir kartpostalda karşılaştığım o çocuk zamanlarına götürdü.
Ankara benim için o binayla özdeşleşti.
Ankara’ya gelen her kavruk Anadolu çocuğu, önce bu binayı merak etti.
Uzun, çok uzun yıllar boyunca (hala öyle mi?), Ankara’da buluşmak isteyen hemen hemen herkes, bu binanın önünde kavilleşti.
*
BİR ŞAİR
Hayatımda Ahmed Arif’i bir kez gördüm. Şimdi taksinin içinde gittiğim yolun aksi istikametinde, Atatürk Bulvarı’nda, gökdelene doğru yürüyordum. Yanımda iki arkadaşım daha vardı. Şairi uzaktan hemen tanıdım. Boğazlı kazağını giymemişti ama. Elinde bir file vardı. Filede nevale vardı. Aşağı doğru, öyle mağrur, öyle çelebi yürüyordu. Yolunu kestik, kendimizi tanıttık, biz onun her şeyini biliyorduk, o bizim hiçbir şeyimizi bilmiyordu, biz onun hiçbir şeyi değildik, o bizim her şeyimizdi.
Arkasından bakarken sanki bir şiir yürüyor, ben de arkasından bakıyordum. (Gidebilirsin, nasılsa ezberlemişim seni usta!) Sonra kalabalık yuttu şairi, resim hafızamda dondu. Bundan sonra “Ankara ve şiir” deyice aklıma hep Ahmed Arif’in o görüntüsü düştü.
Ölünceye kadar yaşadığı şehrini anlatırken, şiirine ANKARA’nın değil onun bir sokağının, “Karanfil”in adını verdi. Bir mısraın içinde geçirdi şehrinin adını sadece... “Netameli ay” dediği “Aralık” ayındaki halini resmetti. “Ciğerleri küçük, elleri büyük, Nefesleri avuçlarına yetmeyen, Kenar çocukların” kar altındaki hallarını düşündü.
Şehrini ikiye bölen Hatip Çayı’nın öte yüzünün ılıman iklimine takıldı. Yenişehir’deki “çakırkeyif bulvarlar” derken, günü getirip “Karanfil Sokağında” açtı:
Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al-al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.
Biz gökdelene doğru giderken, o gökdelenden beriye gelirken yolumuza şair çıktığında üç kişiydik dedim ya, birisi de Yılmaz Erdoğan’dı. Sonra Ankara’ya dair en güzel şiirlerden birisini o yazdı, “Ankara’ya öyle yakışırdı ki kar/ Asfaltlar ışıldar, buz tutardı resmi yalanlar” dedi ve şiirin sonunda sözü “ustasına” getirdi:
“Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar....
ha sonra
belki Ahmed Arif'in aklına
hiçbir şairin aklına gelmeyecek
-çünkü hiç kimse bir daha Ankara'yı o'nun kadar sevemeyecek-
bir şiir işlenir:
kar altındadır varoşlar
hasretim, nazlıdır Ankara.....”
BİR ŞEHİR
Sohbet ederken Ümit Fırat hatırlattı. Türkiye’nin şehirleri arasında ittihatçılar en çok Ankara'nın cadde ve sokaklarında yaşar. Talat Paşa Bulvarı, Mithat Paşa Caddesi, Ziya Gökalp Bulvarı, Tunalı Hilmi Caddesi, Selanik Caddesi, Tuna Caddesi vb.
Kızılay Meydanı’nı nirengi noktası olarak alırsan sağ cenahta Cebeci’ye Ziya Gökalp Bulvarı; sol cenahta ise Tandoğan Meydanı’na Mustafa Kemal Bulvarı uzanır. Merkezi boydan boya da Atatürk Bulvarı keser.
(Bu bulvarlara bu isimleri şu andaki CHP'liler vermiş olsaydı, hiç o bulvara kuru kuru “Mustafa Kemal Bulvarı” adını verirle miydi? Sanırım aralarında şöyle bir diyalog geçerdi:
“Ona Mustafa Kemal denmez efendiler!”
“Ama Atatürk adını başka bulvara verdik.”
“Olsun, oraya da Mustafa Kemal Atatürk Bulvarı adını verelim. Bu isimleri birbirinden ayrı düşünmek ihanettir!”)
*
Refik Halit Karay, Çetin Altan gibi velut muharrirler, Ankara’nın bizim bilmediğimiz birçok halini politikanın penceresinden bakarak anlattılar bize. Edebiyatta Ankara’yı bir kenara bırakıyorum şimdilik, politika esnafının peşinden bu bozkır şehrine İstanbul gibi muhteşem bir şehirden gelmiş olan bu yazarlar, biraz da müstehzi bir edayla yazdılar bu şehri.
Bu yazarlardan öğrendiğime göre, 1930’larda bu şehirde, bakanlar Tanrılar kadar ulaşılmaz, genel müdürler Tanrının bizzat kendisiydi. Mebuslar olur da boşluğuna gelir de birisine selam verirse eğer o kişi anında kutsanmış olurdu. Şehrin merkezine, şimdiki gökdelenin oraya, benim Ahmed Arif’le karşılaştığım yere köylülerin girmesi yasaktı. Malatya’dan gelmiş olan eski polis şefi, şehre hem vali hem de şehremaneti vekili olarak 1929 yılında atanan Nevzat Tandoğan’ın emriyle üstü başı perişan, üzerlerinden yoksulluk akan köylüler Dışkapı’da bekletilir içeri alınmazdı. (“Komünizm lazımsa onu da biz getiririz” sözünün sahibi Nevzat Tandoğan, tam 18 yıl boyunca bu şehrin hem valisi, hem belediye başkanı, hem de CHP İl Başkanı olarak görev yaptı. 1945’te işlenen meşhur “Ankara cinayetini” örtbas ettiği söylendi. Yakın arkadaşlarının kendisine sırt çevirdiğini düşünerek 9 Temmuz 1946’da kafasına sıkarak intihar etti. Resmi unvanı “İlbay ve Şarbay Bay Nevzat”tı, mahkemede mübaşir bu unvanı kısaltarak sadece “Bay Nevzat” diye çağrıca intihar fikri aklına galiba o gün düştü.)
Yamalı pantolonlu, şalvarlı, yalın ayaklı ve çarıklıların; adını yukarıda saydığım bulvarlarda dolaşmaları, yeni yeni açılan mağazaların vitrinlerine inşaat seyrederken yaptıkları gibi bakmaları yasaktı. Olur da bir yolunu bulup buralara ulaşan uyanık köylüleri zabıtalar hemen derdest eder, “Ne dolaşıyorsun buralarda ulan ayı, çabuk arka sokaklarda kaybol” diye azarlar, üstüne bir de mabatlarına tekmeyi basarlardı. (Sefil köylüler Cumhuriyet’in kuruluşundan ancak otuz yıl sonra, DP döneminde Başkent’te zabıta korkusu olmadan özgürce dolaşabildiler.)
O tarihlerde şehrin merkezi, şimdi bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz bir makete benzerdi. Bir dekordu. O dekorun önünde şık hanımlar beyler dolaşır, her yer muntazam, her şey sterildi. Fakirlik başkalarına gösterilecek bir şey değildi çünkü. (Yıllar yılı sansür kurulu üyeleri ellerinde makas, Yeşilçam filmlerindeki fakirlik görüntülerini kırpıp durdu.) O dekorun önündeki insanların fotoğrafları çekilir, benzemeye çalıştığımız Batılılara, “Bakın ne güzel bir şehir yarattık” diye gururla gösterilirdi.
Behçet Kemal Çağlar;
Ey insan arşı yayla! Ey bozkır! Ey Ankara!
Seslen bana: Ben senden nasıl uzak yaşarım;
Bahtım, senin bağrından ayrıldığım an kara,
Ben sendeki gözlerden feyz alarak yaşarım.
diyerek şiirini yazıyordu yeni kurulmuş o yılların Ankara’sının..
*
Dışarıdan bu şehre gelen hemen hemen herkes ya okumaya ya da aşık olmaya geldi. Mektebi bitiren, vekilliği biten, memuriyeti terk eden, şehrin kendine has havasına daha fazla katlanamayan İstanbul’un yolunu tuttu. Orhan Veli bile bu şehirde yaşayıp İstanbul’un türküsünü söyledi, bu şehirde belediyenin açtığı çukura düştü ama gidip İstanbul’da öldü.
Ve tarihi boyunca şehir hep İstanbul’un gölgesinde kaldı.
Cumhuriyetin var ettiği bir model şehirdir, maket olarak tasarlandı. O maket, Gazi’nin ölümünden sonra tarumar edildi. Bir zamanlar şehre girmesi yasak olan köylüler varoşlarından şehre girdi. Dünyadaki hiçbir şehrinde olmayan özgün gecekondular çeperleri istila etti. Şehir büyüdü, büyüdü ve günün birinde iman tahtasına Melih Gökçek gelip oturdu. Her yere faşist bir estetik egemen oldu.
“Alnının ortasında”ki “ciddi devlet asabiyeti”ni, “Tandoğan Meydanı”nın adını değiştirmeye kalkıştığı halde, o bile yok edemedi.