Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Biz korona aşısı olalım hele, kalırsa içimizdeki Suriyelileri de aşılarız”, “Olur mu, onları da aşılamasak aşının bize faydası olmaz, korona mülteci falan diye bir ayrım yapmıyor, onlar da insan, onları da aşılayalım” sesleri arasında tarih boyunca hiç bitmeyen ezeli tartışma konumuz olan “mülteciler” meselesini daha yıllarca konuşacağız anlaşılan.

        *

        Yedi iklim üç cihana yayılmış Osmanlı İmparatorluğu anayurda doğru ufak ufak büzülmeye başladığında başladı muhacir sorunu ve o günden bugüne neredeyse dört yüz yıldan beri devam ediyor. Nirengi noktası Anadolu’ydu gelenlerin, bütün kavimlerin kapısı oraya açılıyordu çünkü. Gelenlere yetecek kadar toprak, hava ve su vardı orada… Balkanlar’dan gelenler önce İstanbul’da konakladılar.

        Daha önce de olmuştu ama en büyük dalga “93 Harbi” sırasında oldu. Çerkesler, Bulgar Müslümanları, Makedonya Türkleri akın akın gelmeye başladılar. Onlar önde arkada Ruslar…

        İstanbul sokakları doldu taştı. Yiyecek az, barınma imkanları yoktu. Şehrin pis, kirli sokakları “sümüklü mülteci çocuklarıyla” doldu. (O çocukların çoğu, bugün Suriyelilere küfredenlerin büyük, büyük babalarıydı.) Ruslar Yeşilköy’e kadar geldiler, uzaktan Ayasofya’nın minareleri görülünce durdular. Dostoyevski en çok fiştekleyen yazardı, “Ayasofya’nın tepesindeki hilali indirip yerine haç dikinceye kadar” durmayacaklardı!

        Sultan Abdülhamit çaresizdi. Bir ara toplanıp Bursa’ya gitmeyi düşündü, hatta yolluk olsun diye sekiz yüz teneke kavurma bile hazırlandı sonra aklı başında birisi, “Payıtahtı terk edersek ahali bizi tekrar buraya sokmayabilir hünkarım” diye onu uyardı, o da gitmekten vazgeçti, onun yerine Ruslarla anlaşmanın yollarına baktı. Britanya devreye girdi, “Kıbrıs’ı bize verirseniz, Rusları durdururuz” diye bir şart dayattılar.

        *

        İşte tam bu sırada aklı cüssesinden büyük küçük bir adam, aklına ihanet pahasına bir fikre kapıldı. Madem İstanbul’da sayıları binlerle ifade edilen Balkan göçmeni vardı, madem dinimiz, vatanımız, haysiyetimiz tehlikedeydi, basiretli bir padişah kılıç kuşanıp tıpkı eskiden olduğu gibi orduların başına geçerse, Yeşilköy’de karargah kurmuş Rusların arkasından dolanıp onları hezimete uğratabilir! Yerinden yurdundan edinmiş insan, yerine yurduna tekrar kavuşmak için her şeyi yapar, mültecilerden oluşturulacak hazır bir ordu var, fırsat bu fırsat ama hünkar o hünkar değil, o halde bize bu işi yapacak bir padişah lazım, o da sadece 93 gün hüküm sürmüş, daha sonra “deli” diyerek tahttan indirilip Çırağan’a kapatılmış Abdülhamit’in ağabeyi 5. Murat’tır, onu oradan çıkarıp tahta geçirirsek yavaş yavaş bütün ahaliyi sarmış olan yılgınlık havası dağılabilir, uyumakta olan dev uyanabilir, eski günlerin hatırına, peygamber şehitler aşkına yurdumuzu Moskof gavurundan kurtarabiliriz!

        Bu fikrin sahibi Ali Suavi’ydi.

        *

        Ali Suavi, tesadüfün böylesi diyebileceğimiz bir tarihte, Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği yıl olan 1839’da doğdu, Tanzimat’tan beklenen mucizevi neticelerin büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlandığı bir yıl olan 1878 yılında da öldürüldü, topu topu 39 yıl yaşadı.

        Türk siyasal düşüncesinin en nevi şahsına münhasır şahsiyetlerindendi. Yeni Osmanlılar hareketi içinde “kıskançlıkla” bakılan bir entelektüeldi. Tek “eksiğiailesi Anadolu’dan gelmiş bir halk çocuğu olmasıydı, mücadele arkadaşları gibi ne “paşa çocuğudur”, ne de mektep okumuştur, onların içinde medrese eğitiminden geçen tek kişidir. 17 yaşında Hicaz’a gitti, yolculuk boyunca hadis okudu durdu, dönüşte İzmir’e vardığında ezberinde yedi bin hadis vardı. Zulme ifritti, Hz. Muhammed zulme karşıydı, o da hayatı boyunca karşı durdu, “zulme karşı direnme ve isyan farzdır” dedi, ona karşı savaşırken ölmeyi hayal etti. Genç yaşında camilerde vaaz vermeye başladı, adı Küçük Hoca’ya çıktı, her vaazinde camiler doldu taştı.

        Sürgün yedi, Kastamonu’ya gitti. Paşalar yardım etti, oradan Fransa’ya kaçtı. Paris Jön Türk şehriydi o sırada Abdülaziz’in şehri ziyareti tuttu, o da arkadaşlarıyla Londra’ya gitti. Orada gazete çıkardı, Ziya Paşa ve Namık Kemal’in “gölgesinde kalmayı” kabul etmedi, en az onlar kadar akıllıydı, özgün fikirleri vardı. Orada bizimkilerin “Madam Mari” dedikleri güzel bir İngiliz kadınla evlendi.

        Hiç beklemediği bir anda Abdülhamit kendini Osmanlı tahtında bulunca, Sadrazam Mithat Paşa’nın bastırmasıyla, Abdülhamit’in “irade-i seniyye”siyle memlekete dönü. Padişah onu Saray Kütüphanesi’ne yönetici yaptı. Avrupa’da edindiği deneyim, özgün, birçok konuda yenilikçi fikirleri nedeniyle “Mekteb-i Sultaniye”ye müdür oldu sonra. Burada Müslüman çocuklarının önünü açtı. Bir süre sonra da bu görevinden alındı.

        Meşrutiyet’e kadar “sarıklı”, sonrasında “fesli”dir. “Sarıklıyken” ihtilalci, “fesliyken” tutucudur. Kendi kendini yetiştirmiş, Arapçadan başka Farsça, Fransızca ve İngilizce bilir. İstanbul’da “Muhbir”, Londra’da yine “Muhbir”, Fransa’da “Ulûm” gazetelerini çıkardı. “Sarıklı bir hoca” olduğu halde “laikliği” ilk defa o savundu. Ona göre Osmanlı Devleti gerçek bir Türk devletidir. Osmanlı İslam ülkelerini birleştirmekten vazgeçmeli, Mısır’dan Tunus’a güçlü bir İslam devleti kurmalı, emirlikleri serbest bırakmalı, Osmanlı ülkesi Rumeli, Anadolu, Suriye, Irak ve Filistin’den oluşmalı, burada Türkçe herkesin bildiği ortak dil olmalıdır. Hilafet denilen şey olmamalı, çünkü peygamber yerine “vekil” bırakmamıştır. İbadet Türkçe yapılabilir, Kur’an Türkçeye tercüme edilebilir. Teokrasiye karşı laikliği, mutlakiyete karşı halkçılığı, saltanata karşı cumhuriyeti, Osmanlılığa karşı Türkçülüğü savundu.Ona göre tekke ve zaviyeler İslamiyet’e sonradan, başka dinlerden geçmişti. İslam’da resmi yasaklayan hiçbir ayet ve hadis yoktu, peygamberin resmi bile yapılabilirdi. Çağdaşları “ümmet” diyor, o “millet” diyordu, ilk Türkçüdür. Dilin güçlüğünün harflerden değil, dilin bünyesinden ileri geldiğini söyler. Pek ala Latin alfabesine geçilebilir. Ona göre “Osmanlıca” diye bir dil yoktu, dile yeni kelimeler girmeli bunlar dili zenginleştirir ancak yeni gramer girmemelidir. Öğretimde birlik fikrini, sarığın okullarda kaldırılmasını savundu. Batı medeniyetine ait eserlerin kurulacak bir heyet ile Türkçeye çevrilmesini istedi. Ona göre haram olan faiz değil riba’dır. O yüzden bankalar kurulmalı, fabrikalar işletilmeli.

        Şerif Mardin’nin demesiyle “Ali Suavi, Jön Türk hareketinin en orijinal ve renkli kişisi olduğu kadar, Türkçü-milliyetçi hüviyetiyle de kendisinden sonra gelenlere etki yapan en güçlü milliyetçisi”ydi.

        *

        93 Harbine kadar Osmanlı padişahları onun gözünde “sümüklü halifeler”dir. Ruslar gelip Yeşilköy’de karargah kurunca, onları ancak elde kılıç, at sırtında ordusunun başına geçecek, Rus orduların gerisinde, Rumeli’nde kalmış milyonlarca Türk’ü ayaklandıracak bir padişah defedebilir. Abdülhamit bunu yapabilir mesela. Ali Suavi yazılarıyla hem halka hem padişaha moral verdi ancak Sultan Hamit Ayastefanos Anlaşmasını imzalayınca bütün umutları suya düştü, bunu yapabilecek birisini aramaya başladı. O kişi de uzun süreden beri “deli” diye Çırağan’a kapatılmış olan 5. Murat’tı. Onu padişah olarak Rumeli’ne götür­ecek, oralarda hala direnmekte olan Türk askeri birliklerinin başına geçirecek, halkın da desteğini sağlayarak Moskof gavurunu buradan defedecekti.

        *

        Şimdi birkaç yıl geriye gidelim, Abdülhamit’in padişahlığı rüyalarında bile görmediği şehzadelik günlerine…

        Genç Abdülhamit bir gün Hacıosman Bayırındaki Kudrettepe Köşkü’ne giderken padişah kulu bir jandarma eri yolunu kesti, neferin adı Hasan’dı, “Yasağ geçemezsin,” dedi şehzadeye nefer. Çünkü o gün amcası Sultan Aziz de Balmumcu Çiftliği’ne gidecek, candarma bütün yolları kapatmıştı. Abdülhamit, “Sen beni tanımadın mı, ben ikinci veliahtım,” dedi. Nefer Hasan, “Kim olursan ol, ben sadece padişahı tanırım,” cevabını verdi. Padişaha böyle ölümüne bağlı candarma, şehzadenin içini ısıttı. Aradan birkaç yıl geçti, şehzade hiç beklemediği bir anda kendini tahtta buldu, o nefer hala aklındaydı. İlk işi onu buldurmak oldu, padişah olduktan sonra nefer Hasan’a mirliva rütbesini bağşederek Beşiktaş Muhafızlığına getirdi. Beşiktaş ve Yıldız sırtlarından Boğaz’ın bitimine kadar bütün Rumeli yakası ondan sorulur oldu. Onun izni olmadan buralarda kimse ne arazi aldı ne ev yaptırabildi. Ümmi olduğu için, imzasını atarken, Hasan’ın Arapçadaki yazılışına benzeyen “yedi” ve “sekiz” çiziktirdi, o yüzden lakabı “Yedi-Sekiz Hasan Paşa”ya çıktı.

        *

        20 Mayıs 1878 günü, gündüz vakti, saat dört buçuk gibi Ali Suavi’nin örgütlediği beş yüz kadar Rumelili “muhacir”in bir kısmı Çırağan’a yakın Mecidiye cami avlusunda toplandı, geri kalanları da Kuzguncuk tarafından mavnalarla hareket edip sarayın iskelesine çıkmaya başladı. İskeleye çıkanların başında Ali Suavi ve Nişli Salih vardı.

        Birkaç muhafız öldürüp içeri girdiler. Hapisteki Murat’ı bulmaları zor olmadı. Sultan Murat hadiseden evvelce haberdar edilmiş olmalı ki elbiselerini giymiş, kılıç, tüfek ve tabanca ile hazır vaziyetteydi. Onu bulur bulmaz da “Aman efendimiz gel bizi Moskoflardan halâs et!..” diyerek koluna girip dışarı çıkarmak istediler.

        *

        Beşiktaş’ta sarhoş bırakmayan, saray civarında kuş uçurtmayan, “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” şiarına sıkı sıkıya bağlı Mirliva Hasan Ağa o sıcak bahar gününün öğleden sonrasında, Çırağan’da bir berber dükkanında oturmuş oradakilerle yarenlik ediyordu. Bir anda saray tarafından bağırış çağırışları duyunca “Eyvah... Ameleler saraya hücum etti,” diye bağırdı ve o telaşla ok gibi yerinden fırlayarak saraya doğru koşmaya başladı. Gürültüyü başkaları da duymuştu, herkes sarayı Ruslar bastı sanıyordu. Sarayın bir yerinde tamirat var, birçok muhacir o sırada orada çalışıyor, Hasan Ağa önce onlardan kuşkulandı. Kapıya vardığında emektar kapıcı Zeybek Mehmet’le karşılaştı, Zeybek’in elinde şöyle esaslı bir değnek var. O da ne olup bittiğini bilmiyor. Mirliva Hasan, Zeybek Mehmet’in elindeki sopayı kaptı, bileğine bağladı ve içeri daldı. İçerde manzara feciydi. Göçmen kılıklı bir yığın adam oradan oraya koşuyor, “Padişahım çok yaşa” diye bağırıyorlardı. Tam o sırada iki adamın koluna girerek büyük merdivenlerden indirmeye çalıştıkları Sultan Murat’ı gördü. Hasan Ağa hemen bir sütunun arkasına saklandı. Sultan Murat’ın koluna girmiş iki şahıstan birisi olan Nişli Salih’i hemen tanıdı. Elindeki sopayı iyice sıktı. Merdivenlerden inenler tam önünden geçerken sopayı var gücüyle birisinin kafasına indirdi. Darbeyi alan yere yığıldı, fırsat vermeden ikinci darbeyi Nişli Salih’in kafasına indirdi. O da yere yığıldı.

        Mirliva Hasan Ağa, birer sopa darbesiyle Ali Suavi ve Nişli Salih’i oracıkta öldürmüştü. Sultan Murat dehşet içindeydi. Paniğe kapılan muhacirler kaçışmaya başladı. Birçoğu tutuklandı. Tarihe “Çırağan Vakası” olarak geçen baskında 68’i Ali Suavi’nin muhacir adamı, 15’i asker 83 kişi öldü.

        *

        Eresi gün Mirliva Hasan Ağa Yıldız Sarayına davet edildi. Sultan Abdülhamit hadiseyi bir de has adamının ağzından dinledi. O gün rütbesi yükseltildi ferik (tümgeneral) oldu. Artık o bir paşaydı.

        Ali Suavi’yi öldüren sopaya Yedi Sekiz Hasan Paşa daha sonra “Mehdi” adını vererek “Mareşallik Asası” olarak karakolun duvarına astı.

        Ali Suavi’den geriye yazdığı 127 kitap kaldı. Yedi Sekiz Hasan Paşa’dan da Sultan Abdülhamit’in hediyesi bir ekmek fırını… “Yedi Sekiz Hasan Paşa Fırını” şu anda bile Beşiktaş Çarşı’da hizmet veriyor; tarçınlı kurabiyesi pek lezizdir.

        Diğer Yazılar