Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        SİYASET biliminin, belki de ebedi bir merak konusu vardır ya, bir doktrin veya inanış başka ülkelerde ortaya çıksa nasıl sonuç verirdi? Rusya’da, Çin’de sonuçları sorgulanan komünizm, Amerika, İngiltere ya da Fransa’da zafer kazansaydı ne olurdu? Şu an hepimiz komünizmi yalnızca Sovyetler Birliği deneyimi ışığında görüyoruz. Şimdi bunun analizlerine derinlemesine girecek değilim ama meraklılar için 1917 Rus Devrimi’nin önde gelen isimlerinden ama daha sonraları “ihanete uğrayan devrim” analizi ile devrime karşı harekette yer alan Lev Troçki’nin “Amerika Komünist Olursa” başlıklı makalesini internetten okumalarını öneririm.

        Bunu birçok olaya uygulayarak geriye doğru simülasyonlar da yapabiliriz.

        Ben de güncel gelişmeleri izlerken “Yaşadığımız bazı olaylar başka ülkelerde yaşansaydı acaba nasıl bir tepki olurdu” diye hep merak etmişimdir. Hatta bir yazımda; 3 Temmuz süreci Türkiye’de değil de İngiltere veya Fransa’da olsa nasıl bir sonuç doğuracağını mercek altına almıştım. Ama bu sefer “Federer, Türkiye’de doğsa ne olurdu” sorusuna cevap arayacağım...

        Yazımın konusuna; ülkemizin elit spor yazarlarından Ercan Güven’in; çocuğu tenisçi bir babanın “Federer Türk olsaydı!” başlığıyla kendisine gelen mektubu köşesine taşıması üzerine karar verdim. Eğitim/ spor ikilemine sıkışmış bir velinin dramı anlatılıyordu mektupta..

        1981 yılının Ağustos ayında Basel’de doğuyor Federer... 17 Grand Slam şampiyonluğuna ulaşan ilk tenisçi. Burada tek tek başarılarını sıralamayacağım ama şunu sormak istiyorum: Federer, ülkemizde doğsaydı ne olurdu?

        Öncelikle 1920’li yıllarda başta Trabzon ve Konya olmak üzere birçok ilimizde tenis oynandığını İstanbul, Ankara, İzmir’de birçok tenis kulübünün 60-70 yıl önce kurulduğunun altını çizelim... Örneğin Ankara Tenis Kulübü’nün resmi kuruluş tarihi 1947 olmasına karşın 1937 yılında bugünkü tesiste ilk kortlar yapılmıştır. Öyle ki; ATK dahil olmak üzere İstanbul, İzmir, Adana, Antalya gibi şehirlerdeki Avrupa’nın birçok ülkesini imrendirecek tenis kulüplerinin arsaları devlet tarafından tahsis edilmiş yerlerdir... Devlet, bu tesisleri tahsis ederken kulüplere tek bir misyon vermiş: Türk sporuna tenisçi yetiştirmek. (Ama ne yazık ki zamanla devlet kulüplere verdiği misyonu unutmuş, kulüpler de devletten aldığı bu misyonu tamamen göz ardı etmiş ve tamamen üyelere hizmet eden yerler konumuna gelmişlerdir.)

        Demek ki tenis ülkemize hiç de geç gelmemiş. Tesis olarak da 1940’lı yıllarda ne futbol kulüplerine ne de basketbol kulüplerine tahsis yapmayan devlet, tenis için bonkör davranmış... Yani tesis problemimizin olmadığı da ortada. Hadi sistem bozukluğu desek diyorum, sonra aklıma bozuk saat hikayesi geliyor. Bozuk saat bile günde 2 kez doğruyu gösterirken, Türk tenisi 100 yıldır bir kez bile doğruyu bulamamış. Değil ilk 10’a, 20’ye, ilk 100’e bile giren bir sporcumuzun olmaması size de garip gelmiyor mu? Halbuki dünyanın hemen hemen her ülkesinden Fas, Beyaz Rusya, Özbekistan, Tayland, Uruguay, Bulgaristan, Kazakistan, Lüksemburg gibi değişik coğrafyalardan sporcular ilk 100 içerisinde mücadele edebiliyor. (Marsel için de bir paragraf açayım. Marsel, 17 yaşına dek Özbekistan’da temel tenisin alt yapı eğitimini almıştı.) Tenisin ekonomisi deseniz... Yılda 100 bin civarında raket (tanesi 300-500 lira civarında) satışının yapıldığı, toplamda 150 milyon liralık bir ekonomiden bahsediyorum. Antrenörlere gelince; bugün futbolda alt yapı antrenörleri 1000-1500 lira civarında kazanırken, teniste 4 bin liradan daha az kazanan antrenör sayısı çok az. Özetlersek, tenis futbol gibi ülkemize ilk gelen bir branş... Tesis problemi, para sorunu yok, antrenörler fena kazanmıyorlar... Ama değil Federer bir Ferrer dahi çıkaramıyoruz! Başlığın cevabı tek bir yazıya sığmadı, gerisi haftaya!

        Diğer Yazılar