Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        "Boynumdaki pırlantanın yerine, masamdaki gülü yeğlerim..."

        Emma Goldman

        Yıllar önce aristokrat ve varlıklı bir aileden gelen bir arkadaşımın muhtemelen kendisi için idrak etmesi zor olan bir konuda söylediği şey, beni biraz düşündürmüştü. Hayranı olduğu, ünlü ve gururumuz olan bir sopranomuzun, AKM'nin önünden bir minibüse bindiğini, bana şaşkınlık ve hayal kırıklığı içinde anlatmıştı. Bir an için arkadaşımın yüzüne bakamamış ve tepkisini itici bulmuştum. Ve bu anekdottan çıkardığım sey, hiç kimsenin birbiri yerine geçemediği ve öteki olamadığı olmuştu. Ancak bu sayede, gelişmiş empati yetisinin -insanların birbirini anlamaları ve değerlendirebilmeleri açısından- zenginlik değeri olduğunu da bir kez daha anlamıştım.

        İcra edilen operanın başrolündeki soprano genelde bir kraliçeyi oynar. Dünyaya hükmeden, güçlü, zengin ve gösterişli. Devasa bir varlık. Sanatçı, sahnede adeta devleşir ve hatta tanrılaşabilir... Her şeyde olduğu gibi, göreceli olan bu noktada da "zenginlik" kavramı pek tabii sorgulanabilir. Oynadığı rolün veya yorumladığı eserin içine öylesine girmiştir ki onu benimseyen ve adeta yaşayan sanatçı, bu başarısının sonucunda ödül olarak "mutlu" olur. Sanatçının zenginliği de işte budur.

        Gerçek bir sanatçı, kendine özel zenginliğin büyüsünü dolu dolu yaşarken, dünyevi zenginliklerin ve gereksinimlerin neredeyse farkına bile varamayabilir. Şoförü olan "lüks ve özel" bir araba yerine, sosyal bir araca binmek, onun hayatında büyük bir değişiklik ve fark yaratmaz, çünkü o bu haliyle de kendi değerinden hiçbir şey kaybetmez.

        Oysa "hak" edilen konfor bambaşka bir zevk ve kolaylıktır. Seçilmiş insanlar, hiç kolay çıkmazlar. Milletleri temsil eden, yaşamlarını etkileyen, ilerleten, mutlu kılan, toplumun önünde giden ve ona örnek oluşturan sanatçının hayatı da doğal olarak bir "insan" yaşamıdır. Bunun bilincine varan çağdaş ve medeni toplumlar, hayatlarını sanat yoluyla yaşama mal eden ve adayan sanatçılarını, en iyi imkânlarla yaşatma konusunda oldukça dikkatli ve özenlidirler. Bakmakla kalmaz, aynı zamanda görürler... Onları kıskanmak yerine imrenirler ve özel olduklarının farkındalığı içinde "maddi ve manevi" olarak koruma altına alırlar. Sonuç olarak, alkışa boğdukları sanatçıyı, gerçek sevgi ve saygıyla donatırlar. Ancak bu samimi ilgi karşısında da sanatçı, misyonuna saygı, disiplin ve sonsuz çalışma konsantrasyonundan dolayı, şımarmaya fırsat ve zaman bulamaz.

        Yirminci yüzyılın bana göre tek dâhi bestecisi Bela Bartok'un, ömrünün son yıllarında Avrupa'daki savaşlardan kaçarak ABD'ye gittiğini ve New York'taki küçük bir stüdyo dairede neredeyse açlık sınırında yaşadığını kaç kişi biliyor ve düşünebiliyor acaba?

        Diğer Yazılar