Kendi hakkını almaktan başkasının hakkını almaya!
“Otoriterlik”in esas gücü; muhalif olanları, karşı sesleri susturma, bastırma kabiliyetinden gelmez.
Onların hepsi susmayacaktır zaten.
Sesler de su gibi yolunu bulur.
Fikirler ve vicdan isyanları da.
“Otoriterlik”in gücünün esas talim ve terbiye alanı; kendisi “dün ak dediklerine bugün kara derken”, hemencecik otoriteyle birlikte “dün ak dediklerine bugün kara diyen, dün Beyaz dediklerine bugün kaka diyenler”dir.
Bunların bir bölümü “organik kul”dur, gönüllü köledir…
Bir bölümü ise sonradan suni gübreyle “genetiği bozulmuş kıl” olarak rehin alınarak köleleştirilir.
***
Bir baskı, tehdit rejimine asıl rengini veren, ses çıkaran “ötekiler”e yaptığı baskıdan ziyade, “sesini komutla ve hızla değiştirebilen”lere hakimiyetidir.
Çünkü onlar iç seslerini bile kaybetmiştir.
Onlar kendilerini korumaya çalışmak bir yana, kendilerini çoktan kaybetmişlerdir.
En çok onlar konuşuyor olabilir, ama onların kimseye anlatabilecek doğru, insani, vicdani, tutarlı bir hikayesi yoktur; kalmamıştır.
Sürekli yeni pozisyonları, “yeni doğrular”ı, doğrulamakla uğraştıkları için, önce kendi geçmişlerini, geçmiş sözlerini hızla silmek, karalamak, yerin dibine batırmak zorundadırlar.
Hayattaki en dramatik, en hüzünlü ve aynı zamanda en kokuşmuş süreçlerden biri, kişinin kendisinden de kurtulmak için başkalarına saldırmasıdır.
Çünkü bu bir özeleştiri, utanma, bir bakıma arınma çabası değil… Tam tersine, utanmaz, pişkin, ama aynı zamanda sürekli vicdan huzurlukları, karabasanlar, kâbuslarla dolu bir debelenmedir.
Güç, kudret bunu örtebilir, yine de özü değişmez.
***
Bu tür süreçlere şu da eşlik eder genellikle.
Otoriter olanların ortaya çıkış ve güçlenme noktası, onların da başka otoritelere “meşru, haklı” sayılabilecek eski başkaldırıları olabilir.
“Haksızlık seslendirme” ile başlar, “hakkını arama” ile sürer, kitleselleşirken “haksızlıkları seslendirme” ve “hak arama”ya kadar genişler, yayılır, başka dertleri, başkalarının dertlerini de kucaklar veya avuçlar!
Derken, şart değil tabii, “Hakkını almak” mümkün olduğunda, iş yavaş yavaş yahut son sürat “Başkasının hakkını da almak”a evrilebilir.
Kendi hakkını almaktan başkasının hakkını almaya!
Kendi özgürlüğünü kazanmaktan başkasının özgürlüğünü kazımaya.
***
“Kötülük” üzerine çalışmalar yapan Susan Neiman, “Kendi hayatlarımızı anlamlı birer hikaye olarak kavrama ihtiyacı”na vurgu yapar:
“Dünyaya yüklediğimiz anlamlar insan onurunun can alıcı kaynaklarıdır. Onlardan yoksun olduğumuzda hayatımızı değersiz addederiz… Ahlaki sorgulamada neden sorusunu, erdemli insanların acı çektiği ve kötü insanların güçlendiği bir anda sormaya başlarız. Modern felsefe tarihinin başlıca düşünürlerinin çıkış noktaları, kendi zamanlarında olup biten kötülüklerin ve acıların anlamını arama dürtüsüdür.”
***
Hayatlarımızın anlamlı birer hikaye olması ile baştan sona “hikaye” olması arasında ince bir çizgi var.
Nasıl bir anlam yükleyeceğimiz, kötülükleri, acıları nasıl anlayacağımız, onları görüp göremeyeceğimiz “insan onuru”nun temel taşları.
İster o taşlarla, kendimizce “anlamlı bir hikaye” döşeriz…
İster birer taş alıp tüm manaların, acıya ve kötülüğe dair tüm seslerin, en başta da içimizdeki cılız bir sesin bile başını ezeriz.