Çocuklar şeker de yiyemesin diye!
Dünya tek tek duymakta zorlanıyor diye üç “yoksul ülke katliamları”nı peş peşe devreye soktu, “İslam diniyle alakası olmayan caniler!”
Bağdat’ta bir çocuğu “paramparça cansız bomba” yapıp amatör maçı kan gölüne çevirdiler…
Lahor’da küçücük çocukları doğrudan lunaparkta paramparça ettiler.
Yemen’i zaten S. Arabistan da bombalayıp sivilleri öldürüyor; canlı-cansız bombaya ne gerek vardı!
***
Üç saldırıda katledilen “öteki ülke çocukları” 140 insan için Eyfel’i boyayacak renk kaldı mı?
Pakistan bayrağı ne renk? Kan kırmızı.
Irak bayrağı ne renk? Kan kırmızı.
Yemen bayrağı ne renk? Kan kırmızı.
Fransa, Belçika, Mali, Kamerun, Endonezya bayrakları hep kan kırmızı.
Kan kırmızı işte şuraya asılmış bayrak.
***
“Doğu ahlakımız” bu vahşetleri sorgulamakta zaten zorlanıyor da…
“Batı ahlakı” da kime neyi, nasıl sorgulamayı öğretecek?
Irak? ABD ve ortaklarının bombardımanıyla yıkılmış, Şii-Sünni kıyama sürüklenmiş bir istila ve işgal merkezi.
Pakistan? Afganistan’da Sovyet işgaline karşı El Kaide ve benzeri cihatçı, terörcü grupların beslendiği kontgerilla merkezi.
Yemen? Suriye’ye demokrasi getirmek için tutuşan ve Türkiye’yi parayla çamura itmiş, kendi kapısını mültecilere kapatmış, Batı kankası despot rejimin av sahası.
***
Tam 20 yıl önceydi.
“60 dakika” programını yapan Lesley Stahl, ABD’nin Birleşmiş Milletler Temsilcisi Madeleine Albright’a sordu:
(İlk Körfez Savaşı’nda Irak’a atılan bombalar ve esas ilaç, gıda ambargosu yüzünden) “Öğrendik ki, Irak’ta yarım milyon çocuk ölmüş. Yani Hiroşima’da ölen çocuklardan da fazla. Pekiyi buna değer miydi?”
Albright cevap için bir çocuk nefesi kadar bile düşünmedi:
“Evet, zor bir seçim ama, o bedele evet değer.”
Albright, Cumhuriyetçiler’in açtığı ve daha sonra ikincisiyle sürdüreceği savaş, bombardımanlar ve ambargo için “değer” dedikten birkaç ay sonra Clinton’ın Dışişleri Bakanı oldu.
8 yıl kadar sonra anılarını yazdığında o sözleri için pişmanlık ifade etti ama 500 bin çocuk (bazı resmi rakamlarla 5 yaş altında 567 bin çocuk) bunları okuyamadı, duyamadı:
“O sözleri söyledikten hemen sonra zamanı dondurma gücümün olmasını ve o sözleri geri alabilmeyi istedim. Cevabım korkunç bir hataydı. Hiçbir şey masum insanların hayatından değerli olamaz. Bir tuzağa düşüp kastetmek istemediğim bir şeyi söyledim. Tabii ki kimsenin hatası değil. Sadece benim hatam.”
Üç kız annesi Albright, birini daha bebekken kaybetmişti. O sözlerinden çok çok önce!
(Bu arada, o önemli sorudaki dilin bile sorunu var: “Öldü” diye soruyor, sanki kendi kendilerine ölmüştür o çocuklar! Doğru soru, doğru kelime “Öldürüldü” olacak oysa. Hatta Hiroşima ve Irak’ta da aynı devlet tarafından öldürüldü!)
***
“Öteki çocuklar” bu “özeleştirisel katliamcı emperyalizm” ile “öz imhacı ve katliamcı fanatizm” arasında paramparça olmaya devam ediyor.
“Demokratik vicdan” diye bir şey olmadığı için, hakkaniyetle her çocuğu kucaklamak ve ayırmadan, “medeni veya vahşi” her katliamcıya öfke duymak mümkün değil.
Bunu kendi ülkenizden de biliyorsunuz.
Evet, bazıları için Yasin Börü misal, yaşamadı ve öldürülmedi…
Ama “Bunlar Yasin Börü evladımızı görmüyor” diye bağıranlar içinse zaten Berkin Elvan ölmeye müstahak!
***
İnsanlık nasıl bir yol bulacak?
Demokrasi, medeniyet, hukuk devleti diye “umut ve hayat” gördüğü Batı’da “mülteci defolsun, yabancı kenara çekilsin, Müslümanları kovalım” diyen faşizanlara veya hiç faşizan olmadan “ya malını, ya canını” diyerek “global serbest piyasa emperyalizmi”ni dünya politikası eyleyenlere mi teslim olmalı…
Tek amaçları ötekileri öldürmek olan ve bunu “Dinin emri” diye, 15 yaşında canlı bomba çocuğa da, bir, üç, beş, on beş yaşında paramparça edilmiş cansız çocuklara da kanla tebliğ edenlere mi?
“Savaş suçu” sadece Radovan’a mahsus bir şey değil…
Muhtemelen o liste yarın çok kabaracak!
TACİZE UĞRAYAN ÇOCUKLARA CEZA!
“Aileden” Sorumlu Bakan, önce taammüden bir “yanlış” yaptı. Bir vakıf uğruna Ya Rab, ne çocuklar battı!
“Bir kez yüzünden Vakıf suçlanamaz” demişti ama sonradan “vakaların bir kezden ibaret olmadığı” da ortaya çıktı, daha da çıkıyor!
Derken Sayın Bakan’ın tabii ki “dili sürçtü”, hem de tacizciler için “çok sert” konuşurken, “İhmal, istismar ve tacize uğrayan çocukların cezalandırılması konusunu da gündeme alacağız.”
“Bilinçaltı” filan tarayacak değilim. Belli ki sürçme var!
Peki yalan mı?
Kendisinin bir dahli yok belki, ancak iktidarının temsil ettiği “Kesif Adalet Düzeni”nin marifeti:
Pozantı Çocuk Cezaevi Çocukları!
Bu çocuklar etnisitelerinden de dolayı, “kamu görevlileri”nin tacizine, tecavüzüne uğradı.
Sonra ne oldu?
O kamu görevlilerine, taciz ve tecavüzle suçlanan 20 zanlıya “takipsizlik” kararı verdi Adalet.
Çocuklardan bazıları içinse, “çocukken katıldıkları gösteriler”den dolayı, 18 yaşı gelince müebbede dahi uzanan hapis cezaları istendi. Yoksul ailelerine de yüz binlerce lira para cezası.
Hem de “Bu çocuklar cin gibi, her şeyi yapabilir” raporlarıyla.
Yani Sayın Bakan’ın dili sürçtü ama…
Adalet’in dili sürçmüyor!
Bunu “Rıza ve Ceza” sisteminden de bileceksiniz. 13 yaşında, yaşının iki katı herifin tecavüzüne uğrayan çocuğa “Rıza cezası”, tecavüzcü ezalara, rızalara ise ceza indirimi.
Böyle bir “saygınlık indirimi”ni haber yapan muhabire ise yine ceza!
Dünün teselli veren “çocuk haberi” ise, İstiklal saldırısında ağır yaralanan küçük Asya’nın iyileşmeye başlamasıydı işte!
GAZETECİLİKTE HEYECAN VE HEYELAN!
Gazeteci Beritan Özer Diyarbakır’da “haber” peşinde koşarken “fazla heyecanlı olduğu” için gözaltına alındı ve sonra “örgüte yardım” suçlamasıyla tutuklanmıştı.
“Deliller” haber için aldığı notlardı.
Bugün “gazetecilik heyecanı” yargılanıyor.
Gazetecilik heyecanının makul şüpheli olduğu bir devirdeyiz. Başka bir çağ.
“Matbaanın bulunuşu” bir yana, “Matbaanın yurdumuza girişi”nden bile asırlar sonra, “heyecan”ı basmak değil, bastırmak gerekiyor.
Öyle ya, gazetecilik artık heyecana değil, heyelana maruz. Çöküyor, yerle bir oluyor, çamura karışıyor.
Dik durmak, bağımsız olmak, hakikati aramak, didiklemek ve sunmak peşinde olanlar ise, “Heyelan bölgesine izinsiz heyecan ile giriş”le suçlanıyor.
Bakın normal ile anormali anlayalım diye bir örnek daha:
Bir gazete-medya binasının dibinde Tomalar’ın bulunması normal…
O gazetede çalışan birisinin onların da fotoğrafını çekmesi anormal!
O yüzden, kayyımlı Zaman’ın bir çalışanı işten atıldı.
Ne demişti Başbakan: Basın özgürlüğü bizim kırmızıçizgimizdir!
Siz nasıl anlamıştınız sahi?
“Basın özgürlüğünün ihlali, iğfali, istiskali bizim kırmızıçizgimizdir” denecek değildi ya.