Anasın; evladın mezarını yüreğine kazarsın!
Memleketin birinde yine oldu.
Bir anne daha, evladının mezarını ararken kendi mezarını buldu.
Benim şimdiki yaşımda iken çıkmıştı Zeynep Hanım bu yolculuğa.
O vakitler benimle aynı yaşta iken kabirsiz bırakılan evladına bir mezar bulmaya.
Öyle oluyor ya…
Zaman duruyor, takvim donuyor…
Analar evlatlar aynı yaşta buluşuyor.
Evlatlar kayıp babalarının yaşını aşıyor.
Torunların elindeki çerçevede, son resmi kendilerinden de genç dedeleri.
***
Veysel Güney, 28 Aralık 1980’de bir çatışmada ele geçirildi.
Hani siyasetçiler, bürokratlar, hocalar, gazeteciler, ünlüler, siz biz, hepimiz atıyoruz ya, “darbeye direnmek” diye.
İşte daha üçüncü ayında, diyebilirsin ki “darbeye direnirken” yaralı yakalandı.
Şimdi “darbeye direnmek” diye mangalda kül bırakmayanların o zamanki (ah çoğunun her zamanki) lugatı ile, “anarşik eylem” sırasında!
Aralıktı. 6 Şubat’ta ilk duruşma oldu.
17 Şubat 1981’de idama mahkûm oldu.
Darbeci Evren ve infaz arkadaşlarının imzalarıyla 10 Haziran 1981’de asıldı.
Hapiste görüş hakkı alındı.
Mahkemede savunma hakkı çalındı.
Sehpada son söz hakkı da asıldı.
İlk ifadesini alan, idamda bulunan Savcı Göktürk’ün ancak yıllar sonra deyişiyle, “Delil bile yoktu”.
***
Zeynep Hanım, Veysel’ini Malatya Hekimhan, Davulkulu köyünden hayat yolcuğuna çıkarmıştı.
Muhakkak o minik eller de önce onun parmağına sarılmıştı.
Tarladan fabrikaya yolculukta, İzmir, İskenderun… Sanat Enstitüsü, İsdemir’de elektrikçilik, Meslek Yüksekokulu derken, Gaziantep’te bitti yolculuk.
Dinen, manen, insanen… ne deriz, hepimiz:
Son yolculuğuna uğurlamak!
Haklarımızı helal edip de…
Kim olursa olsun, ama hele evlat ise, bir musalla taşında, bir kabrin başında…
Son yolculuğu için gözyaşlarımızla toprağını sulamak.
Ki ister bayram vesilesi, ister hiç bitmeyen kederin her gün sürüklemesi; elinde bir demet, bir maşrapa su, dilinde dua, hatıranda hep o minik parmaklar.
Gözünde evladına sımsıkı sarılmış yaşlar.
***
Zeynep Hanım’ın sadece o gözyaşları oldu.
32 yıl boyu.
Çünkü, hukuksuz yargı, yargısız infaz yapan “emir komuta” darbe devleti; General K.E.’nin Konseyi ile Sıkıyönetim Komutanı General Ş.B., Albay A.A., Yarbay A.U., Üsteğmen G.S., Savcı C.E.’nin kararıyla asılan Veysel Güney’in naaşını bir tutanakla Yüzbaşı B.E.’ye teslim etti.
Ama ne Yüzbaşı, ne devlet; evlatlarının cansız bedenini aileye teslim etti.
Hemen yargılayıp acele asanlar, bir mezarı da çok görüp yok ettiler cesedi.
Tahmini zor değil; üzerindeki işkence izleriyle.
Arjantin’de, Şili’de, Yunanistan’da cuntalar ne yaptıysa, onu yaptılar!
***
Bitmedi.
İdama giden insanın son arzusunu, “Değerli babacığım” diye başlayan, “Kimseyi öldürmedim, suçsuzum… Benim binlerce anam, babam olduğu gibi sizin de binlerce oğlunuz var” diye biten mektubunu da, “Suç unsuru var” deyip gizlediler.
Nasıl bir suçluluk telaşıysa, ellerinde silahla bile nasıl bir cesaretse ya da; iki kelimeden bile çok korktular.
Zeynep Hanım o mektuba, evladını kaybettikten, naaşı ile son sözleri bile gasp edildikten çeyrek asır sonra kavuştu.
Artık 12 Eylül ile hesaplaşılıyordu ya; evladın kemiklerini bir kabre kavuşturmak için ana yüreği daha da tutuştu.
12 Eylül’ün son yıldönümünde, bir ay önce, Cumartesi Annelerine mesaj yolladı, “Çok hastayım, aranızda olamadım” diye.
Birkaç gün önce de, aramızdan ayrıldı; evlada bir mezar peşinde geçen 32 yılın yorgunluğuyla kendi mezarına uzandı.
***
Veysel Güney son anlarında demişti ki, “Mezarımı yol kenarına kazsınlar”…
Zeynep Güney son mesajında dedi ki, “Yavrumun resmini gözüme çizdim, adını dilime yazdım, mezarını yüreğime kazdım.”
Paşa, asırlık yolculuğunuz sürüp giderken, siz onu artık mezarsız sanmayın...
Ana yüreğine kazılı, 32 yıl sonra o da kabrine kavuştu!
Aynen, 13 yaşında yok edilen evlatları Seyhan’ın adını sayıklarken ölen annesi, hepsini kaybettikten sonra “Annelik” nöbetini devralan, ama 15 yıllık arayış sonunda, Başbakan’a “Oğlumun kemiklerini arıyorum” diye seslendikten bir süre sonra kalbi duran Ramazan Doğan gibi.
Ama bu tarih böyle bitmez!
O gün o meydanda, 32 yıl önce gözaltında kaybedilmiş oğlu Hayrettin Eren’in akıbetini soran Elmas Hanım da vardı; Başbakan’ın sözüne rağmen 30 yıldır akıbeti belirsiz Cemil Kırbayır için, “Çocuğumun mezarı olmadan beni gömmeyin” diyen Berfo Ana’nın yüreği de.
***
Her köşesinde on binlerce acı biriktirmiş bir memleket ve millete; sabır ile bunları aşacak akıl ve yürek dileğiyle!
Öğretmen
Onca işsizi, “Yenicami önündeki güvercinler” yerine konmuşu, köleleştirilmişi var.
Ne olursa olsun her yerde öğretmenlik yapmak isteyen.
PKK şimdi onları, okulları hedef alıyor.
Çünkü silahları var!
Afyon
Burada okuduğunuz okumadığınız nice yazı, Afyon patlamadan önce Afyon patlarsa bunun nasıl “doğal afet” sayılacağı üstüneydi!
Askeri hukuk, askeri yargı, askeri hiyerarşi, askeri disiplin üstüne.
Astların nasıl alt sayıldığına, alttakilerin nasıl altta kaldığına dair.
Nasıl sıvasız, sırasız, sayısız sanıldıklarına dair.
Yoksa sanmayın ki, hukuk yoktur orduda.
İşte diskolar, işte yargısız oda hapisleri!
AİHM’in mahkum ettiği hapisleri hükümet ve Genelkurmay sürdürtür; ama çocukları paramparça yapan patlama doğal afet olur.
Esasında belki de yanlış değil…
Bu bir nevi doğal afet!
Doğal sayılan bir felaket.
Astsubay
Bundan 40 yıl öncenin astsubay ve eşlerinin eylemlerini gençler bilmeyebilir ama unutma, unutturma mekanizmaları da çoktan yutmuştur.
Ama geldik bugüne.
Bugünden 20 Ekim’e kadar, “Dünya Astsubaylar Günü” vesilesiyle, hem de enternasyonal bir dayanışmayla, TEMAD öncülüğünde ses ve görüntü var Ankara’da.
Bir ülkenin değişmesi öyle vitrinlerin zenginleşmesiyle, paşaların ağaların yer değiştimesiyle değil; insanların bizatihi kendilerini ve hayatı değiştirme çabalarıyla, özgürlük ve haklarını elde etme mücadeleleriyle mümkün oluyor.
Cumhuriyet ise, işte özgürlük, eşitlik, kardeşlik meselesinde ordu içinden bir çaba. Demokrasi ise, işte güçsüz sayılanların kendi gücünü fark etmesi, kendi sesini duyurması.
Hukuk ise, işte bir adalet arayışı.