‘Adalet 3: Son’ (The Equalizer 3), Amerikalıların ‘vigilante’ diye adlandırdığı filmlerden. Yani, baş karakterin kötü adamlara yargısız infaz uygulayarak iyilerin intikamını aldığı ve seyircileri huzura erdirdiği bir öykü anlatıyor. Ama bu kez, kahramanın iç huzuru da önem kazanıyor.
Film, serinin özünü açığa çıkaran akılda kalıcı bir açılış sahnesine sahip… Sahne, Sicilya bağlarında ilerleyen cipin havadan çekimiyle başlıyor. Bağ evinin girişinde daha önce gerçekleşen çatışmanın ilk işaretlerine tanık olduktan sonra içeride çok sayıda eli silahlı ölü adam çıkıyor karşımıza…
Kafasına iki tabanca doğrultulan Robert McCall’un (Denzel Washington) kendine aşırı güvenli ve sakin şekilde evin sahibini beklediğini gördüğümüzde, onca adamı tek başına öldürdüğünü anlamak zor olmuyor. Diyaloglar akmaya başladığında, McCall’un imkansızı gerçekleştirip İtalyan mafyasının kalesine girdiğini, herkesin aradığı ama hiç kimsenin bulamadığı bir çete reisinin karşısında durduğunu fark ediyoruz. McCall’un söylediklerini dinleyip, orada yaptıklarını seyrettiğimizde ise onun karşısında dünyadaki hiçbir kötünün kendini güvende hissedemeyeceği bir kez daha netleşiyor. Mesaj o kadar açık ki… Ne yaparsanız yapın, kapıda ne kadar adamınız olursa olsun benden kurtulamazsınız, demeye getiriyor McCall.
Film de aslında tam olarak bu fikir üzerine kurulu… McCall’un evinden çok uzaklarda İtalya’da mafyanın anavatanı Sicilya’da yaptıkları, filmin geri kalanında yapacaklarının bir fragmanı gibi… Bağ evinde hesap sormak istediği kötü adamı beklerken pencerelerden üstüne vuran o güçlü beyaz ışıkta ilahi bir yan bulmak mümkün. Orada o ışık altında dururken Tanrı’nın gazabını temsil eder gibi bir hali var. Öyle ki, bizi rahatlattığı, adalet duygumuzu güven altına aldığı dahi söylenebilir. Öte yandan, ne kadar mükemmel olursa olsun sonuçta bir fani ve kurşun geçirmez bir bedeni yok. Açılış sahnesinin finalinde silahını kendi kafasına doğrulttuğu o anı da unutmamak gerek. Belli ki yaşama arzusu öyle çok güçlü değil.
Sırtındaki kurşunla gece vakti arabalı vapurla karşıya geçerken öte dünyayla bu dünya arasında bir yerde aslında… Gemiden indikten sonra, hayatta kalmak için onun da başka insanların yardımına, desteğine ihtiyacı olduğunu görüyoruz. Özellikle Doktor Enzo’ya (Remo Girone) Tanrı’nın meleği gözüyle bakmamız mümkün. Hazır yeri gelmişken, Katolik İtalya’da geçen filmde Hıristiyan simgelerinin ve ritüellerinin sıklıkla kullanıldığını söylemek gerek. Kasaba onun için bir tür yeniden doğum anlamına geliyor. Orada sadece kaybettiği yaşama arzusunu değil, aynı zamanda ruhani bir ev buluyor. Asıl önemlisi, kendini büyük bir ailenin parçası gibi hissediyor. Kaldı ki, hikâyenin geri kalanında öncelikle sevdikleri ve kendi iç huzuru için savaşıyor. Huzur film boyunca birkaç kez altını çizdiği bir nokta McCall’un… Enzo ‘İyi bir insan mısın?’ diye sorduğunda ona ‘Bilmiyorum’ diye yanıt vermesi, sürekli birilerini öldürmekten çok hoşnut olmadığının bir göstergesi. Bağ evinde çete mensuplarını vahşice öldürdüğü anları da öyle çok iyi hatırlamıyor mesela. Ama bir kere dövüşmeye ve çatışmaya başladı mı, durmak bilmiyor, hiç acımadan sonuna kadar gidiyor.
Deplasmanda İtalyan mafyasına karşı mücadele ederken kıyı kasabasını yuva gibi benimsemesi, kuşkusuz hikâyenin en can alıcı yanı. Biraz iyileşince bastonunu alıp Altomonte’nin meydanına indiği sahnenin ağır temposu, uzunluğu ve içerdiği detaylar, yönetmen Antoine Fuqua’nın niyetini belli ediyor. McCall o sahnede kasaba hayatının huzurunu hissediyor, emekliliğin tadını alıyor. Hatta ona çay değil capuccino vermelerine dahi ses çıkarmıyor. Herkesin onu sorgusuz sualsiz kabul etmesinden, yabancı olarak görmeyip aralarına almasından etkileniyor.
Buraya kadar sağlam ve iyi ilerleyen bir film ‘Adalet 3: Son’… Ama iki genç İtalyan kardeşin, Marco (Andrea Dodero) ile Vincent’ın (Andrea Scarduzio) hikâyeye kötü kalpli acımasız adamlar olarak dahil olmasıyla film, her anlamda irtifa kaybetmeye başlıyor. İlk sorun, Richard Wenk imzalı senaryonun hikâye örgüsünün inandırıcılıktan giderek kopması… Evet, İtalya’da çetelerin, savcıları hedef alacak, devlete meydan okuyacak ve polisleri sindirecek kadar kendilerini güçlü hissettiği dönemler oldu hiç şüphesiz. Suç çeteleriyle mücadele konusunda İtalya zor dönemlerden geçti. Ama filmde olup bitenler, yine de aşırıya kaçıyor. Quaranta kardeşlerin AB üyesi İtalyan devletinden hiç çekinmeden, en ufak bir suçlanma korkusu yaşamadan sadece insanlara değil özellikle polislere göz göre göre şiddet uygulaması, abartılı ve gerçek dışı noktalara çekiyor filmi. Sosyal medya çağında nasıl bu kadar rahat olduklarını anlamak zor gerçekten… Öte yandan, kasaba meydanında polis şefi Gio’ya (Eugenio Mastrandrea) aleni şekilde şiddet uygularken o ana kadar akıllarına dahi getirmedikleri telefon kameralarından çekinerek vazgeçmeleri de biraz komik kaçıyor bu arada… Tüm bunları bir yana koysak bile, hedeflerine ulaşmak için neden bu kadar aşırı şiddete ihtiyaç duyduklarının makul bir açıklaması yok.
Belli ki amaç, tüm ‘vigilante’ filmlerinde olduğu gibi kötülerin her tür şiddeti hak edecek bir noktaya getirmek… Kaldı ki, türün 1970’lerden beri seyrettiğimiz popüler örneklerine baktığımızda inandırıcılığın hiçbir zaman yazar ve yönetmenlerin temel kriterleri arasında yer almadığını biliriz. Türün meraklıları için de stil ve şiddet sahneleri, her zaman gerçekçilikten çok daha önemli değil midir? Çünkü asıl amaç kötülerin cezasını bulmasıyla gelen rahatlama duygusudur… Yine de türün tüm bu özellikleri, biraz daha makul ve akla yakın bir hikâye çerçevesine oturtulabilirdi sanki.
Kendi adıma, üçüncü filmin özellikle ikincisine oranla daha zayıf bir hikâyeye sahip olduğunu düşünüyorum. İkinci filmin üstün yanı, McCall karakterinin derinliğiydi. Burada ise ilk 30 dakikadan sonra McCall, tek boyutlu kalıyor; karakter olarak herhangi bir değişim eğrisi, iç çatışma ve çelişki yaşamıyor. Sadece eyleme geçiyor ve gereken neyse onu yapıyor; biz de rahatlıyoruz…
İşin içinde CIA’de çalışan ajan Emma Collins (Dakota Fanning), Suriyeli teröristlerle İtalyan mafyasını buluşturan uluslararası bir uyuşturucu trafiği, sivil halkı hedef alan terör eylemleri de var aslında ama son tahlilde hiçbirinin McCall ile Altomonte halkı arasındaki ilişki kadar önemi yok.
Serinin ilk iki filminin en önemli avantajı, Antoine Fuqua’nın sinema duygusu ve McCall’un nevi şahsına münhasır karakteriydi. Üçüncü film sinema duygusu açısından tatmin edici ama önceki filmler kadar parlak değil. Açılış sahnesi dışında kendi adıma çok akılda kalıcı anlardan söz etmem zor. Yönetmen Fuqua, görüntü yönetmeni Robert Richardson ile koyu renklerin baskın olduğu bir renk paleti kullanıyor. Mesela kanın rengi, kırmızıdan ziyade siyaha veya koyu kahverengiye yakın görünüyor. Açılıştaki Sicilya görüntüleri dahil film hiçbir zaman sıcak renklere başvurmuyor. Altomonte ve turistik Napoli görüntülerinde koyu ve genelde soğuk renkler hâkim.
Denzel Washington’ın serideki son filmi olduğu söylenen ‘Adalet 3: Son’ iyi insanların yanında duran şiddetin ve kaba kuvvetin bizi rahatlattığı bir arınma ve kaçış sineması vadediyor. Kendinizi, adaleti elleriyle tesis eden güçlü erkek kahramanlara teslim etmeyi seviyorsanız iyi bir seçim olabilir.
5/10