Mad Max deyince aklımıza göz alabildiğine uzanan çöl, derme çatma motorlu araçlar ve çeşit çeşit silah gelir. İleri teknolojiden geriye kalan sadece motor gürültüsüdür. İnsanlar genellikle sağlıksız ve ürkütücü görünürler. Serinin beşinci filmi ‘Furiosa Bir Mad Max Destanı’ (Furiosa: A Mad Max Saga) ise çok farklı imgelerle açılıyor: Ağaçların yer aldığı yeşil bir alanda iki sağlıklı kız çocuğu çıkıyor karşımıza.
Çocuk yaştaki Furiosa’yı (Alyla Browne) ağaçtaki kırmızı meyveye uzanırken görüyoruz. Aklımıza cennet ve yasak elma imgeleri geliyor hemen. ‘Mad Max Fury Road’ (2015) filminde yetişkin halini gördüğümüz Furiosa’nın yaşadığı vadinin, çöle dönüşen Avustralya kıtası için cennetten farksız olduğu kesin. Gerçi meyveyi kopardığı için cennetinden, yani evinden kovulmuyor ama boyunu aşan cesareti nedeniyle çölün orta yerindeki yeşil vahadan alınıp kaçırılıyor. Hayatını çöl tozu, motor sesi ve vahşetin egemen olduğu Çorak Topraklar’da sürdürmek zorunda kalıyor.
Dolayısıyla, tüm film ‘Mad Max Fury Road’da olduğu gibi Furiosa’nın küçük yaşta kaybettiği cenneti yeniden bulma ve eve dönüş özlemiyle ilgili. Furiosa, cennetten gelen bir melek gibi Çorak Topraklar’da karşısına çıktığı herkesi çok etkiliyor. Distopyanın içindeki umudu, kaybedilen geçmişi temsil ediyor. Furiosa’nın eril iktidardan kaçmak için dişiliğini sembolik olarak öldürmesi, ismini kullanmaması, kendisine atfedilen simgeleri yıkıp başka birine dönüşmesi, mitolojiden peri masallarına kadar uzanan birçok kadim anlatıyı akla getiriyor.
Öyküyü şekillendiren ilk duygu Furiosa’nın özgürleşme ve Yeşil Diyar’a dönerek gerçek kimliğini bulma arzusu ise ikinci duygusu, hiç bitmeyen mücadele azmi ve cesareti… ‘Fury Road’dan amacına ulaşamadığını ama daha iyi bir dünya fikrinden vazgeçmediğini bildiğimiz Furiosa, bu filmde savaşarak, teslim olmayarak kişiliğini bulan bir kahraman. Güçlü kadınların savaşmaktan kaçınmadığı bir ortamda yetiştiği belli. İlk sahnede, motosikletli erkeklerden korkmaması, tam aksine hemen harekete geçmesi, ‘annesinin kızı’ olduğunu baştan haber veriyor; gözüpek kişiliğini yansıtıyor. Annesi Mary (Charlee Fraser), Furiosa’nın çocukluğa kadar giden cesaretinin ve becerilerinin nereden geldiğinin göstergesi zaten.
Ayrıca çocuk yaştan itibaren kendi kendine yetmesini bilen biri Furiosa. Film boyunca kurtarıcı erkeğe ihtiyaç duymadan her koşulda başının çaresine bakabildiğine tanık oluyoruz. Büyüyor, olgunlaşıyor ama alışageldiğimiz tarzda bir büyüme hikâyesi seyretmiyoruz. Dementus’un (Chris Hemsworth) yanında yaşadıkları, onu çok kısa sürede çocukluktan çıkarıyor. Ölümsüz Joe’nun (Lachy Hulme) kalesine düştüğünde, önceliğini haremden kurtulmaya vermesi ve yaptığı plan, çocukluktan çoktan çıktığının kanıtı gibi. Kaledeki hayatı için yaptığı tüm tercihler, kendi başına ayakta durmak ve hiç kimseye muhtaç olmamak üzerine kurulu.
Kalede geçirdiği yılların ardından Anya Taylor-Joy olarak karşımıza çıktığında, ‘Mad Max: Fury Road’ filminin başında tanıdığımız Imperator Furiosa; yani Ölümsüz Joe’nun savaşçılarından biri değil henüz. Kat etmesi gereken çok yol var belki ama içindeki öfkeyi, kararlılığı fark etmemek imkânsız. Kaderine razı olmayacağı, kaçmak için en uygun zamanı ve koşulları bekleyeceği belli.
Olaylar geliştikçe ve Çorak Topraklar iç savaşa sürüklendikçe Furiosa, hayatıyla ilgili kritik kararlar almak zorunda kalıyor. Bir noktadan sonra onun için en az ev özlemi kadar ağır basan duygunun Dementus’tan intikam almak olduğunu hissediyorsunuz. George Miller ve Nick Lathouris’in yazdığı senaryo, son bölümde intikamın anlamı ve anlamsızlığını da sorguluyor. Furiosa’yı, öfke konusunda Dementus’dan ayrıştıran çizgi, çocukluğunu geçirdiği Yeşil Diyar’a dönme arzusu… Annesinin verdiği tohuma olan bağlılığı ve kolundaki yıldız haritası, aynı arzunun başka yansımaları. Hep annesinin çizdiği yolda ilerleyeceği belli.
Serinin önceki filmlerinde olduğu gibi dramatik çatışma, daha iyi bir hayat kurmaya çalışanlar ile Ölümsüz Joe ve Dementus gibi kaba kuvvet düzenini sürdürmek isteyenler arasında çıkıyor. Furiosa için önemli olan, sadece hayatta kalmak değil. Furiosa’nın seriye adını veren ‘yalnız kovboy’ Mad Max’ten farkı, geleceğe inanması… O yüzden George Miller, finalde hikâyeyi direkt olarak önceki filme bağlamakla yetinmiyor; Furiosa’nın geleceğe olan inancı ve umuduyla vereceği savaşı bize bir kez daha hatırlatıyor; sahneler eşliğinde ‘Mad Max Fury Road’un özetini geçiyor.
Yeni filmin tek zorbası Ölümsüz Joe değil. Kıyamet sonrasında ailesini kaybeden Dementus daha çok öne çıkıyor. Ağzı laf yapan, zeki ve karizmatik biri gibi görünüyor başta ama özünde tuhaf giysileri ve üç motorlu arabasıyla Romalıları taklit eden güç manyağından başka biri değil. Kaldı ki, film ilerledikçe, ekibini ve klanını yönetmeyi beceremeyen kötü bir lider olduğu netleşiyor. Ama Ölümsüz Joe’ya oranla daha sofistike olduğu kesin; filmin sonlarına doğru Furiosa ile olan diyalogları ilgiye değer. Öyle ki, suçunu, cezasını kabul etse dahi tavrıyla alınacak her çeşit intikamın tadını kaçırabilecek biri. Öte yandan, filme nasıl giriyorsa öyle çıkıyor ve bu, bence hikâye örgüsünün lehine işlemiyor.
Furiosa, az konuşmasına rağmen iyi yazılmış, filmi ayakta tutan sağlam bir karakter. İkinci önemli karakter olarak önümüze sürülen Dementus ise çok konuşmasına rağmen hikâyeyi daha derin hale getiremiyor. Furiosa’nın yoğun aksiyon ortamında ittifak kurduğu Praetorian Jack’e (Tom Burke) geldiğimizde ise ne yazık ki filme ağırlığını koyan bir karakter göremiyoruz.
Daha kısa sürede geçen takip sürecini anlatan dördüncü filmin aksine, bu kez yıllara yayılan ve kahramanın yaşam öyküsüne, simgesel yeniden doğuşlarına odaklanan destansı bir hikâye var karşımızda. Dolayısıyla, yapı olarak farklı filmler. ‘Furiosa’nın ‘Fury Road’ kadar etkileyici olduğunu söyleyemem. Buna karşılık, George Miller’in aksiyon konusunda ilk filmin aşağısında kalmadığı kesin.
Filmde bol patlamalı çatışmalı gürültülü birçok iyi aksiyon sahnesi var ama ben galiba en çok açılış sekansını sevdim. Furiosa’yı kaçıran motosikletli vahşiler ile annesi Mary arasında geçen o uzun kovalamaca, sinematografik anlamda çölün çok iyi kullanıldığı bir sekans. Nasıl sonuçlanacağını bilseniz dahi olayın gelişimi sizi filmin içine hemen çekiyor. Takip edenin ve kaçanların zamana karşı yarıştığı sahnelerde aksiyon duygusu çok baskın değil belki; ama hiç dinmeyen gerilim, heyecan ve temponun yanı sıra çöldeki kadrajlar ve montaj fevkalade iyi işliyor.
Kendi adıma, 2 saat 45 dakikalık süreyi hissetmediğimi, filmin çok iyi aktığını söyleyebilirim. Miller’ın anlatımını, Margaret Sixel’ın montajını ve Colin Gibson’ın prodüksiyon tasarımını beğendim. Filmin işitsel dünyasını kuran ses tasarımını atlamak istemem çünkü motor sesi, serinin vazgeçilmez öğelerinden biridir.
Başta Anya Taylor-Joy ve protez burnuyla Chris Hemsworth olmak üzere oyuncuların filme katkısı azımsanamaz. Yan karakterlerdeki yardımcı oyuncular da gayet iyi. Sözgelimi, post apokaliptik ortamda dahi iş değiştirmeyi başaran, gerektiğinde ‘gıda mühendisi’ gibi çalışan, ‘Organic Mechanic’ diye adlandırılan karakterdeki Angus Sampson ile Jack’te Tom Burke filmde daha uzun süre görmek istediğiniz oyuncular.
Önceki filme göre bilgisayar kökenli görüntülerin daha fazla olduğu hissediliyor. Görüntü yönetmeni Simon Duggan’ın ham çekimlerinin bilgisayar üzerinden şekillendirildiği belli oluyor ama tüm bunların filme zarar verdiği söylenemez. Sonuçta, 80’ine yaklaşan George Miller, Mad Max’e özgü o görsel - işitsel dünyayı kuruyor ve günümüzde birçok aksiyon filminin ulaşamadığı estetik seviyeyi yakalıyor.
7/10