Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar Ev sahibi – misafir gerilimi

        “Sakın Ses Çıkarma” (Speak No Evil), 2022 yapımı aynı adlı Danimarka filminin yeniden çevrimi… Senaryoyu da yazan İngiliz yönetmen James Watkins’in orijinal filme pek sadık kalmadığını, fikri alıp birçok açıdan farklı yollara sapan bir hikâyeye yöneldiğini en baştan söylemem gerekiyor. Sadece hikâye akışına baktığınızda dahi Christian Tafdrup’un yazıp yönettiği ilk filmin anaakım konvansiyonlara bağlı kalmak gibi dertleri olmadığını görüyorsunuz. ABD yapımı “Sakın Ses Çıkarma”nın ise hikâyenin kritik noktalarındaki ayrımlar itibarıyla her şeyden önce geniş kitleye hitap eden bir anaakım filmi olduğu kesin.

        Orijinal versiyonu merak edip seyretmek isteyenlerin keyfini kaçırmamak için iki filmin hikâyesini detaylı olarak karşılaştırmaya niyetim yok. Ama en azından çıkış noktasındaki en önemli farklılıktan söz etmek gerektiğine inanıyorum. İlk filmde olaylar İtalya tatilinde tanışan, Danimarka ve Hollanda’dan gelen tek çocuklu iki ailenin başından geçer. Hollywood yeniden çevrimi de İtalya tatilinde açılıyor ama bu kez aileler İngiltere’den geliyor. Louise (Mackenzie Davis) ve Ben Dalton (Scoot McNairiy) küçük kızları Agnes (Alix West) ile Londra’da ikamet eden Amerikalı bir çift… Paddy (James McAvoy) ve Ciara (Aisling Franciosi) ise oğulları Ant (Dan Hough) ile İngiltere’nin güney batısında yaşıyorlar.

        Hikâye, iki çekirdek ailenin tatil sonrası İngiltere’de görüşmeye karar vermesinin ardından gelişen olaylar üzerine kurulu… Dalton ailesi, Paddy ve Ciara’nın ısrarlı daveti üzerine hafta sonu tatilini geçirmek üzere Londra’dan kalkıp şehir dışındaki çiftlik evine gidiyor. Ancak daha ilk anlardan itibaren iki ailenin arasındaki kültürel, sosyal farklılıklar, şehir – taşra çatışması kendini göstermeye başlıyor.

        Açılış sahnesini dışarıda tutarsak, İtalya’daki ilk tanışmadan itibaren hikâyeyi hep Dalton ailesinin cephesinden takip ediyoruz. O yüzden film, bir süre hem Daltonlar hem bizim için, Paddy ve Ciara’nın nasıl insanlar olduklarını kestirmeye çalışmakla geçiyor. Bazen İtalya’daki ilk tanışma anlarında olduğu gibi Paddy’nin uzak durulması gereken antipatik biri olduğunu düşünüyoruz. Bazen de önyargılarımızın esiri olduğunu… Louise ile Ben, İtalya’da ilk tanışmaları sırasında Paddy ile benzer bir deneyim yaşıyor; yakınlaşıp yakınlaşmamak konusunda kararsız kalıyorlar. Ne var ki, Paddy bir şekilde kendini sevdiriyor. Sınır Tanımayan Doktorlar için çalışması onları etkiliyor. Dahası kızları Agnes’in tatilde kendine arkadaş bulması hoşlarına gidiyor.

        İngiltere’deki misafirlik deneyimi ise karşılarına daha farklı bir Paddy çıkarıyor. Yine arkadaş canlısı, konuşkan, şakacı, açık sözlü birisi belki ama İtalya’ya oranla düşünceleri, yaklaşımları esnek olmaktan uzak ve katı… O yüzden, daha ilk akşam yemeğinde Paddy’nin vejetaryen Louise’e kaz eti yedirme ısrarıyla birlikte alttan alta bir ev sahibi – misafir gerilimi başlıyor ve giderek artıyor.

        Tüm bu süreçte, Paddy’nin aralarındaki sosyal, kültürel farklılıkları daha çok ortaya çıkarmaya ve Ben ile Louise’i tartışmaya çekmeye çalıştığını görüyoruz. Sosyal medya, vejetaryenlik, çağdaş dünya, tıp dahil her konuda kendi fikirlerini dayatan Paddy’den rahatsız olan Louise karşı çıkmak ile kibarca alttan almak arasında gidip gelirken; Ben daha anlayışlı ve pasif bir tavır benimsiyor. Hatta misafirliğin başlarında Paddy ile iyi anlaşıyor. Bazen Ben ile Louise’in sabrını, nezaketini kasten zorlayan Paddy, ilk başlarda tam zamanında geri çekilerek veya şaka yaptığını söyleyerek yarattığı krizi sona erdirmesini biliyor. Ama bir yerden sonra tavrı değişiyor, film de başka bir yere doğru gidiyor.

        “Sakın Ses Çıkarma”, hayli uzun süre boyunca ego ve kişilik çatışmalarının nereden, nasıl patlayacağını kestirmeye çalıştığınız bir psikolojik gerilim olarak gelişiyor. Her an bir olay patlayacağını, kibarlığın sona ereceğini düşünmek, filmin tansiyonunu yükseltiyor. İlk 30-40 dakika boyunca bazen sinirli kahkahalar atabileceğiniz bir film seyrediyorsunuz. Özellikle, Paddy’nin densizliği ve kötü ev sahipliği, asap bozucu soğuk bir mizaha vesile olabiliyor. Paddy’nin eşi Ciara ve oğlu Ant üzerindeki baskıcı karakterini, içindeki toksik erkekliği gördükçe filmin mizah duygusu düşüyor. Ama olayların çok sertleştiği ve kan döküldüğü sahnelerde dahi sinirli gülümsemelerin mümkün olduğu anlardan söz edilebilir.

        İki çocuk ve Ciara, kuşkusuz hikâye akışında önemli işlevlere sahip karakterler. Ama film asıl olarak Paddy, Louise ve Ben üçgeni arasındaki psikolojik gerilim üzerinden şekilleniyor. Paddy, eski usul maço bir erkek olarak Louise’in güçlü kişiliğine meydan okuyor, onun kadınlığını baskı altına almaya çalışıyor. Louise ise baskı karşısında sinmiyor. Elinden geldiği kadar sosyal nezaket kuralları içinde kalarak süreyi geçirmeye çalışıyor. Louise için asıl sorunun Ben’in pasif kalması olduğunu hissediyoruz. Çünkü Paddy, Louise’in üzerine giderek aslında Ben’in kişiliğini de baskı altına alıyor. “Alfa erkek” olarak Ben’i kendine çekmeye çalışırken babalık, kocalık konusunda onu etkilemek için elinden geleni yapıyor. Üçlü arasında “satır araları”nda sürüp giden psikolojik çatışmalar gerçekten iyi işliyor.

        Her şey bittiğinde, yani Paddy’nin “gizli hedef”i ortaya çıktığında yaşanan tüm sürece farklı gözlerle bakmak zorunda kalıyoruz. O noktada İtalya’da yaşananları anlamlandırmak, kuşkusuz çok kolay ama İngiltere’deki çiftlik evinde Paddy’nin hedefini uygulamak konusunda neden geciktiği sorusu, karakterin analizi konusunda anahtar nitelik taşıyor. James McAvoy’un bir röportajında belirttiği gibi Paddy, “kendisine seyirci isteyen” bir karakter. Lakin tek amacının şov yapmak olduğu söylenemez. Asıl olarak, Louise ve Ben’e üstün gelmek, onların egolarını sarsmak ve kendini onaylatmak istiyor. Evet, bir hedefi, hatta nerdeyse geçimini sağladığı gizli bir işi var ama kendi komplekslerini alt edebileceği oyun fikri, onu her şeyden daha çok çekiyor. O zaman sınıfsal ve kültürel farklılıkların aslında onu ne kadar rahatsız ettiğini, amacının aynı zamanda kendini tatmin etmek olduğunu anlıyoruz. James MavAvoy’un karakteri çok doğru yorumladığını ve başarılı bir performans çıkardığını düşünüyorum. Daha ilk andan itibaren tehdit edici bir yanı var. İtalya’da şirin ve dost canlısı göründüğü ilk anlarda dahi tehdit ediciliği tam olarak yok olmuyor.

        Louise, 21. Yüzyıl sinemasında karşımıza çıkan, kendi başının çaresine bakmasını bilen, gerektiğinde ailesini koruyan güçlü kadın karakterlerden biri. Özellikle, son bölümde yaptıklarını akılda tutmak gerek. Film boyunca, Paddy’nin en büyük derdinin Louise’in özgüveni olduğunu hissetmeniz mümkün. Asıl sorununun, kadınların özgüveni ve gücünün arttığı modern toplumsal yapıyla olduğunu görmek çok zor değil. Mackenzie Davis, Louise karakterini incelikle yorumluyor, baştan sona çok iyi iş çıkarıyor. Scoot McNairy’nin Ben Dalton performansını da unutmayalım. Tüm yaşananlar sırasında gözümüz hep onun üzerinde çünkü... Vereceği tepkilerin hikâyeyi değiştireceği aşikâr. Ama Louise ile geçmişte yaşadığı sorunları öğrendiğimizde pasif tavrının nedenleri derinleşiyor. O zaman Ben ile Louise’in evliliğinin de filmin temel konularından biri olduğu netleşiyor.

        Öte yandan, otomobilin içinde geçen açılış sahnesine dikiz aynasından nerdeyse ana karakter gibi giren küçük Ant’i unutmayalım. O da kendi hikâyesinin kahramanı olmasını biliyor. Orijinal filmle James Watkins’in yeniden çevrimi arasındaki belki de en önemli fark, kurban olmak / olmamak mücadelesinin sonuçlarında düğümleniyor galiba.

        “Sakın Ses Çıkarma”, uzunca bir süre “Ne zaman olay çıkacak?” beklentisiyle ilerleyen bir film. Bazı şeyleri öngörmek kuşkusuz hiç zor değil ama karakterler arası çatışmalar iyi işlediği için “tahmin edilebilirlik” çok sorun olmuyor. Uzun süre gerçekçi ve sahicilik dozajı yüksek bir psikolojik gerilim olarak geliştikten sonra filmin son bölümde aşırılıklarla dolu bir kulvara dümen kırmasına itirazım yok. Çağdaş sinemada çok sık karşımıza çıkan bir durum bu… Ama kendi adıma, “son perde”de olup bitenleri, öncesinde yaşanan “makul gerilim” kadar inandırıcı bulduğumu söyleyemem. Yine de özellikle oyuncuların performansının sayesinde sonuna kadar ilgiyle seyrediliyor.

        6.5/10