Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar Sürüden ayrılan bir korku filmi: 'Cambaz'
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yeni ve değişik fikirlerle yola çıkan korku / gerilim filmlerini seviyorum. Daha önce defalarca yazdığım gibi korkunun, en muhafazakâr film türlerinden biri olduğuna inanıyorum. Çünkü türün müşterisi, yeniliğe çok meraklı değil. Eğer olsaydı, Türkiye dahil dünyanın her ülkesinde her hafta ezberlenmiş şablonları tekrar eden korku filmleri peş peşe vizyona girmez; standart formüllere bağlı seriler bu kadar ilgi görmezdi.

        Türkiye’deki sinemalarda geçen Cuma gösterime giren “Cambaz” (Longlegs), sürüden ayrılan filmlerden biri… Belki öyle çok yenilikçi değil. Finalde her şeyin “tanıdık sular”a veya türün “olağan şüphelileri”nden birine bağlandığını inkâr edemem. Ama yine de değişik olan bir şeyler var “Cambaz”da. Özellikle de anlatımında, kurduğu dünyada…

        Sadece açılış sahnesi dahi bizi farklı bir seyir deneyiminin beklediğinin kanıtı aslında. Otomobilin içindeki kameranın iki katlı beyaz eve yaklaşmasıyla birlikte yönetmen Osgood Perkins, gündüz vakti, aydınlık ortamda tekinsizliği ve gerilimi yakalamakta zorlanmıyor. Daha sonra kendisine Longlegs (Cambaz) dediğini öğreneceğimiz ve yüzünü tam göremediğimiz adam ile küçük kız arasında geçen epilog bölümü, ancak finalde çözebileceğimiz gizemli öykünün temelini atıyor. Geçmiş zamanda yer alan ve film boyunca birkaç kez yeniden döneceğimiz bu sahneyi her seferinde aynı dar çerçeveyle seyrediyoruz. Böylece geçmişe gittiğimizi renk paletindeki değişimle değil, çerçevenin ölçüsünün değişmesiyle anlıyoruz.

        Ana karakter FBI Ajanı Lee Harker’ı (Maika Monroe) iş başında gördüğümüz “Bölüm 1”le birlikte adeta başka bir film başlıyor. Lee’nin altıncı hissiyle neler yapabileceğine tanık olduğumuzda, hikâyenin tam da buradan gelişeceğini tahmin ediyoruz haliyle. FBI’daki şefi Ajan Carter (Blair Underwood), birlikte çalıştıkları seri katil soruşturmasında Lee’den her çeşit katkıyı beklediğini saklamıyor aslında. Ama ilerleyen bölümlerde Lee’nin medyumluk yeteneklerinin çok öne çıktığı bir film seyrettiğimiz söylenemez. Lee, altıncı hissi kadar dedektiflik becerileri ve zekasıyla yaklaşıyor olaya. Şefinin beklentilerini boşa çıkarmıyor, soruşturmada önemli bulgulara ulaşıyor. Buna karşılık, alışageldiğimiz tarzda bir seri katil filmi seyretmiyoruz. Yönetmen Perkins, doğaüstünün giderek her şeye hâkim olduğu karanlık bir gizeme doğru sürüklüyor bizi. Diğer bir deyişle, seri katil öyküsünün içinden doğaüstü korku gerilim filmi çıkarıyor.

        Aynı zamanda karakterlerin iyi işlendiği bir film… Senaryoyu da yazan Perkins, özellikle Lee Harker’ın psikolojik portresini belirli ölçülerde derinleştirmesini biliyor. İşini iyi yapan, profesyonelliğinden taviz vermeyen ama sosyal iletişim konusunda çok rahat olamayan biri Lee. Amiri Ajan Carter’ın evine gidip eşi ve kızıyla tanıştığı sahnede çektiği iletişim zorluklarını hissetmemek mümkün değil. Yüzündeki o gergin ve sıkıntılı ifade, film boyunca pek kaybolmuyor. İlk gülüşüne yanılmıyorsam annesiyle telefonda konuşurken tanık oluyoruz. Kişiliğinin ayrıştırıcı yanlarından biri, güçlü ve cesur ajan görüntüsü vermek için uğraşmaması… Titriyor, korktuğunu saklamıyor ama profesyonel olarak ne gerekiyorsa onu yapıyor. Özetle, imaj peşinde biri olmadığı belli. Hikâyenin dikkat çekici başka bir yanı, araştırdığı gizemli seri katil vakasının Lee Harker için giderek kişiselleşmesi ve çocukluğuna doğru uzanması… “Peşimdeki Şeytan” (It Follows) ile tanıdığımız, daha sonra oynadığı korku gerilim filmleri nedeniyle Hollywood’da, 2000’li yılların “Çığlık Kraliçeleri”nden biri olarak anılan Maika Monroe, bence baştan sona akılda kalıcı ve başarılı bir performans sergiliyor.

        “Cambaz”ın bir başka önemli karakteri, yüzü sürekli makyajlı gibi görünen, konuşurken ne dediğini anladığımız ama ne demek istediğini anlamakta zorluk çektiğimiz yarı kaçık Longlegs (Nicolas Cage)… Filmde aldığı süre, belki çok fazla değil ama hikâyenin gizemi ve karanlığını temsil eden karakter olarak kilit noktada duruyor. Yaş aldıkça “eksantrik, tuhaf ve gizemli karakterler portföyü”ne sürekli yenilerini ekleyen Nicolas Cage’in yine iyi iş çıkardığı kesin. Bu arada, makyajla tanınmaz bir halde olduğunu da belirtelim.

        “Sapık” (Psycho) filmiyle tanınan Anthony Perkins ile fotoğrafçı ve oyuncu Berry Berenson’un oğlu olan Osgood Perkins, yönetmen olarak dikkat çekici bir çalışma koyuyor ortaya. Karanlık, ışık / gölge oyunları, hızlı kurgu, CGI kullanımı gibi farklı sinemasal araçları ölçülü kullanıp, abartılı korku şovlarına başvurmadan gerilimi yükseltebiliyor. Sözgelimi, Lee’nin gece yarısı tek başına eve geldiği sahnedeki gerilime sade bir sinemayla ulaşıyor. Geniş açı lenslerle çekilen genel planlarda Lee, kadrajda hacimli bir figür olarak durmuyor. O yüzden çerçevenin karanlık ve loş bölgeleri ürpertici bir nitelik kazanıyor. Perkins, geniş kadraj formatı 2.39:1 ile çektiği filmin birçok sahnesinde ortada henüz hiçbir tehdit unsuru yokken dahi tekinsizlik duygusu yaratmayı başarıyor. Dar kadraj formatıyla Lee’nin hafızasındaki korku verici imgelere döndüğümüz anlar dışında kurgu oyunlarına, ani ara planlara çok başvurmuyor. Eski usul diyemeyeceğim sade, sakin ama seyircinin ilgisini elinden hiç kaçırmayan bir üslubu var Perkins’in. “Cambaz”ı, 2000’li yıllardaki vasat korku filmlerinden ayıran en önemli yanı da bence bu üslubu…

        Filmini 35mm pelikülle çeken Perkins, ön jenerikte eski korku filmlerini andıran kırmızı fon kullanıyor. Otomobil orman içinde ilerledikçe kırmızı ve siyah beyazın monokrom dokusundan normal renklere geçmesi hafif “retro” bir hava veriyor filme ama ilerleyen bölümlerde “retro” tarzın ağır bastığı bir anlatıma başvurduğunu söylemek kolay değil. Zigli olarak da bilinen kardeşi Elvis Perkins imzalı müzik çalışması, filmin korku sinemasının klişelerine bağlı kaldığı bir yer. Buna karşılık, şarkılar kontrast olarak kullanılıyor. Mesela İngiliz rock grubu T. Rex’in “Bang A Gong (Get It On)” adlı şarkısı… Perkins, filmine grubun lideri Marc Bolan’ın yazıp bestelediği bu şarkının birkaç dizesini alıntılayarak başlıyor. Dizeler ilk bakışta tekinsiz ve marazi geliyor insana. O dizelerin alındığı şarkıyı son jenerikte dinlediğimizde ise tekinsizlikle ilgisi yok gibi görünüyor. Hatta, tam aksine 1971 tarihli ritmik ve eğlenceli şarkı, filmde hiç olmayan duyguları barındırıyor ilk dinleyişte. Sözleri o yıllardaki her tür yoruma açık bazı başka rock şarkılarında olduğu gibi belirgin bir hikâye anlatmıyor. Şarkı ilk çıktığında, “Get It On” nakaratı, argodaki en bilinen anlamıyla yorumlanıyor zaten; yani, cinsel ilişkiyi ima ettiği düşünülüyor. Filmin hikayesine baktığımızda ise kötülüğün masumiyeti elde etmesine kadar uzanabilecek başka anlamlar aramak olası. Kesin olan, çoğumuzun kulağının aşina olduğu bu klasik rock şarkısının filmin genel tonuyla olan kontrastı ve seri cinayetlerin başladığı 1970’leri işaret etmesi…

        Yeri gelmişken, olayların aşağı yukarı hangi yıllarda geçtiğini, iki ABD başkanının, Richard Nixon ve Bill Clinton’ın duvarlarda duran portreleriyle anladığımızı belirtelim. Şöyle de diyebiliriz: Sağ kanat muhafazakarlık ile başlayan süreç, liberal demokrat dönemle sona eriyor.

        Temalara baktığımda “kontrol edilmek”, “yönetilmek”, “kötülüğün esiri olmak” gibi fikirlerin ağır bastığını görüyorum. “Zihin kontrolü”, filmin metaforlarından biri… Biraz aşırı yorum yaparak “yaklaşan ergenlik çağının baskılanması”ndan söz edebiliriz belki. Filmdeki seri cinayetler, gerçek olaylardan alınmıyor belki ama tüm dünyada, benzer şekillerde yaşanan olayları, erkek kökenli aile içi şiddeti akıllara getiriyor. Çekirdek aileye karşı bir seri katil var filmde. Ama çekirdek aile de öyle çok aydınlık değil. Tam aksine, kötülüğün serpilip gelişebileceği bir yer. Ailede zayıf halkanın baba olmasını unutmayalım.

        Asıl olarak, son 15-20 dakikada olup bitenler üzerinden yorumlanacak bir film “Cambaz”. O yüzden detayına girmek istemiyorum ama alt metnin Lee ile annesi (Alicia Witt) ilişkisi üzerinden şekillendiğini söyleyebilirim. Öte yandan, özgür olmanın, çocukluk travmalarından ve aile bağından kurtulmanın ağır bedeli üzerine de bir film seyrediyoruz sanki. Galiba Bölüm 1’de yer alan “Lee ile Carter’ın kızının aynı yatakta oturdukları genel plan” ile final sahnesi arasındaki bağ, filmin gizli şifresi gibi… Tam da burada gerçek kız çocuğu boyutlarındaki “oyuncak bebek” imgesinin rahatsız ediciliği geliyor akla. Longlegs’in doğal durmayan bebek yüzü da anahtar bir imge… Final çok umut verici değil ama en azından döngünün kırılması kayda değer.

        Her şey bir yana kesin olan tek şey, baştan sona kesintisiz bir ilgiyle seyrettiğim ve yönetmenlikten etkilendiğim...

        7/10