Richard Linklater, yeni filmi ‘Hit Man’i, 2001 yılında Texas Monthly dergisinde yayımlanan Skip Hollandsworth imzalı bir makaleden Glen Powell ile birlikte sinemaya uyarladı.
Film hayali değil, gerçek bir karakter olan Gary Johnson’ın yaşam öyküsünden esinleniyor ama alışageldiğimiz tarzda bir biyografi filmi beklemiyor bizi. Linklater - Powell ikilisinin senaryosunda hayal gücü ve kurmaca öğeleri, Gary Johnson’ın gerçek yaşam öyküsünün çok ötesine geçiyor.
Baştan sona ilgiye değer sürükleyici bir hikâyeye sahip olan ‘Hit Man’, her şeyden önce karakter odaklı bir suç filmi. Diğer tüm karakterlere Gary’nin gözünden bakıyor; olup bitenleri onun cephesinden takip ediyoruz.
Gary’yi film boyunca yönlendiren iki temel fikir var. İlki, açılış sahnesinde felsefe dersinde yaptığı Nietzsche alıntısı… Söz alan öğrencisinin gayet güzel özetleyip açıkladığı gibi insanın güvenli alanlarından çıkıp risk alması gerektiğine dair bir fikir bu… Gary yaşamın gerçek tadını alabilmek uğruna riske girmekten yana. Peki, bunu hayatında uygulayabiliyor mu? Üniversitede felsefe ve psikoloji eğitimi vermesinin yanı sıra polis için çalışıyor ama riskli bir işi olduğu söylenemez. Minibüsün içinde ses kayıtlarını yapıyor sadece. Güvenli alanı terk edip ‘sahaya çıkma’ fırsatı eline geçtiğinde ise tereddüt ediyor, çekiniyor.
Kiralık katil rolü yapamayacağını düşünmesine rağmen ilk denemesinde öyle başarılı oluyor ki kendisi bile şaşırıyor ve yeni işine dört elle sarılıyor. Aslında risk almaktan ziyade potansiyel suçlularla yaptığı her görüşmede farklı bir kişiliğe bürünme fikrini çok sevdiği belli oluyor.
İkinci fikir, eski eşi Alicia (Molly Bernard) yaptığı konuşmada ortaya çıkıyor. Alicia ona, kişiliğin erken yaşlarda oluştuğu tezinin artık eskisi kadar kabul görmediğini söylüyor. Tam aksine, yapılan yeni araştırmalarda birçok yetişkin insanın zaman içinde kişilik değiştirebildiğinden söz ediyor.
Gary, kocasını öldürtmek isteyen Madison’ın (Adria Arjona) karşısına kiralık katil olarak çıktığında, doğaçlama olarak geliştirdiği Ron karakterinin mesai arkadaşları Claudette (Retta) ve Phil (Sanjay Rao) tarafından çok seksi ve karizmatik bulunduğunu fark edince, benzer bir kişilik değişiminin eşiğinde olup olmadığını sorgulamaya başlıyor. Madison’la görüşmeyi sürdürmesi, Ron’a dönüşebilmek için fırsat veriyor ona. Dahası, Madison’la kurduğu ilişki daha önce hiç deneyimlemediği şekilde riskli alanlara çekiyor Gary’yi.
Bir noktadan sonra hikâyeyi riskler şekillendiriyor ve olaylar Gary’nin öngöremediği yerlere doğru gidiyor. Biz de olayların akışına kapılıyoruz belki ama Richard Linklater’ın, temelde Gary’nin yaşadığı ikilemler ve verdiği kararlara dikkatimizi çektiği kesin. Asıl amacı ise Gary’nin yaşadıkları üzerinden yetişkin bir insanın kişilik değiştirip değiştiremeyeceğini sorgulamak… Gary bir ara Freud’un ‘id, ego ve superego’ teorisinden söz ediyor. Yaşadıklarını yorumlamamız için bize başka bir pencere daha açıyor. Bu arada, gerçek Gary Johnson’ın da filmdeki gibi Id ve Ego adındaki iki kediyle yaşadığını belirtelim.
İlk sahnedeki Gary ile finaldeki Gary’nin artık aynı kişi olduğunu söylemek imkânsız. Sonuçta, ilgiye değer bir değişim yaşadığı inkâr edilemez; ama içindeki farklı karakteri bulma ve kendini keşfetme sürecini atlamamak gerek. Dolayısıyla, Ron’un en başından beri hep içinde bir yerde olduğu ama kendini gösterme fırsatı bulamadığı öne sürülebilir. Öte yandan, büründüğü diğer karakterlere oranla Gary’nin Ron’a hayli yakın durduğunu unutmamak gerek. Hatta biraz ileri gidip Madison’ın karşısında gerçek kimliğini bulduğu dahi söylenebilir. Onu ilk gördüğünde konuşmaya Ron olarak başlıyor ama bir süre sonra Madison’ın başını belaya sokmamak düşüncesi, her şeyin önüne geçiyor. Mesai arkadaşlarının aralarındaki konuşmaya istemeden kulak misafiri olmasa, belki Ron diye birini canlandırdığını bile unutacak. Çünkü ilk görüşmelerinde onun için asıl önemli olan, rol yapmaktan ziyade Madison’ı suçüstü yakalanmaktan kurtarmak…
Köpeklere düşkün biri görünmek için uğraşsa da ilk tanışmalarından itibaren Madison’ın hoşlandığı erkek olmak konusunda zorlanmıyor. Kritik anlarda ‘Ron nasıl davranırdı?’ diye düşünmeden ani kararlar vermesi gerektiğinde hata yapmadan idare edebiliyor. Asıl önemlisi, yeri geldiğinde Madison için güvenli alanından çıkıp risk almaktan kaçınmıyor. Sözü getirmeye çalıştığım nokta, peşine takıldığı teorik fikirlerden ziyade Gary’yi asıl olarak aşkın değiştirmesi… O yüzden temelde aşkın dönüştürücü gücü üzerine bir film seyrettiğimizi düşünüyorum.
Linklater’ın önümüze sürdüğü ikinci soru, bir insanın aşk uğruna neleri göze alabileceği… Kendi adıma, filmin bütününde bu sorunun karakter değişimi kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki, Gary Johnson’ın gerçek hayat hikâyesinden tümüyle koptuğumuz bir nokta bu...
Filmde Gary’nin aşk uğruna neleri yapıp yapmayacağını çok net şekilde görüyoruz ama öyle durumlarla karşılaşıyor ki onun yerinde olsak ne yapacağımızı düşünmeden edemiyoruz. Linklater’ın hikâyeyi tam da bu kırılma ve karar verme noktaları üzerinden kurduğu söylenebilir.
Aynı zamanda, Ron’un da Madison’ı değiştirdiği bir hikâye seyrediyoruz. O yüzden son bölümde Gary, ilişkiyi başlatan Ron’a ihanet etmek istemiyor. Ron’dan çok etkilenen Madison’ı hayal kırıklığına uğratmaması ve yarı yolda bırakmaması gerektiğinin farkında. Dolayısıyla, Linklater finale doğru aşkın sınırlarını sorguluyor ve ortaya ahlaki bir soru daha atıyor: Âşık olduğu insan için herkes yasaları çiğneyebilir belki ama bunun sınırı tam olarak nerede biter?
Finalde, Gary’nin verdiği kararlar kuşkusuz çok tartışmalı. Dahası Gary, dolaylı yollardan bir tetikçi olup olamayacağı sorusuna da yanıt buluyor.
‘Hit Man’i seyreden herkesin ana karakterle özdeşleşmesi kolay değil. Linklater, başından itibaren Gary ile aramızda bir mesafe oluşmasını istiyor. Alışageldiğimiz tarzda kötüler yerine Gary ile Madison’ın aşkının önüne engel olarak dikilen, ikisini de zor duruma düşüren Jasper (Austin Amelio) ve Ray (Evan Holtzman) gibi karakterler çıkarıyor karşımıza. Gary’nin yerinde olsak ne karar vereceğimizi düşündürüyor. İyilikle kötülüğün geçişken sınırlarını sorgulamamızı sağlıyor.
‘Hit Man’ ironisi yüksek bir kara komedi... Bir tetikçi filmi olarak tanımlamak çok kolay değil. Belki ‘içinde gerçek tetikçinin olmadığı bir tetikçi filmi’ diye nitelemek mümkün. Hikâyenin akışı da farklı. Kriz aslında beklediğiniz yerden, yani Madison’ın eşi Ray ile olan ilişkisinden çıkıyor ama olaylar tahmin ettiğimiz gibi gelişmiyor. Hatta filmin bir noktasında en başından beri bir kara film seyrettiğimizi dahi düşünmeye başlıyoruz. Çünkü dışardan öyle görünmese de kara filmleri andıran bir hikâyesi var filmin. Mesela, Madison konusunda kafamız karışıyor, hatta onun ‘meşum kadın / femme fatale’ olup olmadığı sorusu beliriyor zihnimizde… Kaldı ki, Gary ile Madison’ın arasındaki cinsel çekim, kara film klasiklerinde sık sık karşımıza çıkan tutkulu ilişkileri akla getiriyor; ikisinden birinin başının belaya gireceğini düşünüyoruz.
Hikâyesinde kara film motifleri olsa da Linklater, ‘Hit Man’i ironik yanı ağır basan; kasvetten karanlıktan uzak, eğlenceli, aydınlık bir kara komedi tonunda çekiyor. Yardımcı roller dahil tüm oyuncu kadrosu gayet iyi. Başrollerdeki Glen Powell ve Adria Arjona, üstlerine düşeni fazlasıyla yapıyorlar. İkisi de Linklater’ın seyircinin kafasını karıştırma amacını taşıyan yaklaşımını, karakterlerine çok iyi yansıtıyorlar. Glen Powell, Gary’yi ne zaman ne yapacağını tam olarak kestiremediğimiz sürprizli bir karakter haline getiriyor. Arjona ise Madison’ın gizli bir gündemi olup olmadığı sorusunu sonuna kadar ayakta tutmayı başarıyor.
7.5/10