“Burada” (Here), anlatımı ve biçimsel özellikleriyle deneme niteliği taşıyan bir film… Aslına bakarsanız, ilk bakışta sinema gramerinin imkanlarını geliştirmekten ziyade sınırlıyormuş gibi görünüyor. Final hariç kameranın aynı noktada hareketsiz kaldığı, açısını, ölçeğini değiştirmediği bir film seyrediyoruz. Ama yönetmen Robert Zemeckis, “tek açı”nın içine o kadar çok olay, yan öykü, karakter, dramatik çatışma, alt metin ve detay yerleştiriyor ki açıkçası film boyunca hepsine yetişemiyoruz. Evet, bir çeşit “sınırlama” var ama dramatik anlamda yoğunluk ve zenginlik getiren bir sınırlama bu... Ayrıca, kendi adıma konuşursam, tek açıya mahkûm olma duygusunun getirdiği bir monotonluktan söz etmem asla mümkün değil. Çünkü resimler, anlamlar ve ayrıntılar sürekli değişiyor; en önemlisi film akıp gidiyor.
Sabit kamera, tek açı deyince aklınıza, sinemada biçimsel fazlalıklardan kurtulmaya çalışan minimalizm akımı gelebilir. Haklısınız ama Zemeckis görsel açıdan öylesine zengin bir anlatım tercih ediyor ki tam tersine, biçimcilik filmi tanımlamak için daha uygun bir ifade haline geliyor.
Aradan yıllar geçse dahi “Burada” deyince aklıma gelecek ilk şeylerden biri, “resmin içinde açılan farklı boyutlardaki dikdörtgen çerçeveler” olacak muhtemelen. Açılış jeneriğine özgü hoş bir grafik deneme sandığımız bu uygulama, kısa sürede filmin alametifarikası haline geliyor. Zemeckis’in esinlendiği Richard McGuire imzalı orijinal resimli romandan sinemaya transfer ettiği bu anlatım tekniğinin, başlangıçta yorucu ve karışık geldiğini inkâr edemem. Çünkü perdede bakmanız gereken şeylerin sayısı artıyor ama bir süre sonra alışıyorsunuz. Kaldı ki, “çerçeve içindeki çerçeve” tekniği ile filmin söylemek istediği şeyler arasında ayrılmaz bir bağ olduğu açık. McGuire grafik romanında geçmişi ve geleceği şimdiki zamanı yansıtan tek resmin içinde nasıl birleştiriyorsa, Zemeckis ve görüntü yönetmeni Don Burgess de aynısını sinema sanatıyla yapıyor.
Üstelik, film ilerledikçe söz konusu teknik kendine özgü farklı bir montaj anlayışına dönüşüyor. Lineer olmayan hikâye örgüsüne uyum sağlayan ve bizi aynı kadraj içinde farklı zaman kesitlerine bağlayan alternatif bir montaj anlayışı geliştiriyor film. Tarifi zor kendine özgü geçişleri ile “Burada”, montaj teorisi üzerine çalışanların kaçırmaması gereken bir film gibi geliyor bana. Sahneleri sadece kesme veya sıçramalı kesme ile birbirine bağlamak yerine çerçevelerin büyümesi veya küçülmesi, içe içe geçmesi, birbirinin içinde erimesi gibi farklı geçiş tekniklerinin kullanılması, filme çok farklı bir hava veriyor.
Film, tek açıya rağmen bizi olabildiğince geniş bir anlam alanına taşıyorsa bunda en büyük pay resim sanatının gücü kuşkusuz... Kameranın hareketsizliği, tek açı ve içindeki çerçeveler tuhaf şekilde kameranın varlığını sıfırlıyor ve kadraj her şeyin hareket içinde olduğu bir çeşit dijital tuvale dönüşüyor. “Burada” sinema ve resim sanatlarının kardeşliğini hissettiriyor. Ana karakter Richard’ın (Tom Hanks) resimle ilgilenmesi, dikkat çekici bir tercih. Richard’ın hayatındaki anları resmetmesiyle filmin hayata yaklaşımı arasında açık bir bağ var. Finale doğru evin bir ressamın stüdyosunu andırması ve her yanda gördüğümüz tablolar, filmin anlatım tekniğini yansıtan bir aynadan farksız.
“Peki, tüm bu tablolar; yani, film ne anlatıyor?” diye sorarsak, en başa dönmekte yarar var. Açılışta kamera evin boş oturma odasını veya salonunu gösteriyor bize. Film boyunca geçmiş ile gelecek arasında sürekli gidip geleceğimizi, bizi düz bir hikâyenin beklemediğini anlamakta gecikmiyoruz. Görüntü içindeki çerçevelerin evin henüz inşa edilmediği geçmişe kadar açıldığını fark ediyoruz ilkin. Bakış açımız ve coğrafi koordinatlarımızın hiç değişmediği bir noktada duruyormuş gibi görünüyor kamera. Ama durduğu yerden bizi dinozorlar çağına kadar götürüyor. Dinozorları yok eden meteor felaketinden Amerikan yerlilerinin özgürce dolaştığı döneme kadar süren küçük bir görsel yolculuğa çıkıyoruz. Belli ki ev, ABD’nin doğu kıyısına yakın bir banliyö mahallesinde... Çünkü hemen karşısında İngiliz sömürgecilerin Amerikan yerlilerini bölgeden sürerek, Afrika’dan köle olarak getirilen siyahlara inşa ettirdiği büyük bir tarihi bina var. Kameranın öncelikle bu binaya odaklandığını görüyoruz. Sonraki yıllarda kolonyal dönem mimarisinin anıt eserine dönüşecek bir yapı bu…
Filmin aksine her şeyi kronolojik olarak özetlersek, bulunduğumuz koordinatlarda bitkiler ve hayvanlardan sonra gördüğümüz ilk insanlar Amerikan yerlileri… Onları İngiltere’den gelen sömürgeciler takip ediyor. Salondaki pencereden her zaman gördüğümüz büyük evde Benjamin Franklin’in evlilik dışı ilişkisinden olan oğlu William Franklin oturuyor. New Jersey’de kolonyal dönemin son Britanya valisi (1763-1776) olarak görev yapan William, Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucularından babası Benjamin Franklin’in aksine bağımsızlığı istemiyor. Kuzey Amerika kıtasının Büyük Britanya İmparatorluğu’na dahil olmasından yana ama tabii ki babası haklı çıkıyor. Asiler savaşı kazanıyor ve ABD’yi kuruyorlar.
Kameranın sabitlendiği yerde 20. Yüzyıl başlarına kadar konut inşa edilmiyor. Evin ilk sahibi, uçaklara tutku derecesinde bağlı John Harter (Gwilym Lee) ile eşi Pauline (Michelle Dockery) oluyor. Pauline evi hiç sevmiyor, John civardaki havalimanı nedeniyle orada yaşamak istiyor; bölgeyi geleceğin parçası olarak görüyor. Onlardan sonra konforlu ve çok işlevli koltuk tasarımları üzerinde çalışan mucit Leo (David Fynn) ile fotomodel eşi Stella (Ophelia Lovibond) geliyorlar eve. 1945’te ise film boyunca hikâyelerini yakından takip ettiğimiz “esas aile” giriyor sahneye. Savaştan dönen Al Young (Paul Bettany) ve eşi Margaret (Kelly Reilly) o eve yerleşip 3 çocuk sahibi oluyorlar. İlk çocukları Richard’ın filmin bir nevi ana karakteri olduğunu söylemek mümkün.
“Bir nevi” diyorum çünkü Robert Zemeckis – Eric Roth imzalı senaryo, New Jersey’nin ilk yerleşimcileri Lenni-Lenape halkıyla başlayıp evin son sakinleri Afrika kökenli Harris ailesine kadar uzanan, yaklaşık 300 yıllık bir zaman kesitini kapsıyor. Dolayısıyla, filmin dramatik merkezi Richard’dan ziyade mekânın kendisi ve bizden istenen, burada yaşayan insanların tanık olabildiğimiz hikâyeleri üzerinden biraz ABD tarihinin dönüm noktaları, asıl olarak ise hayatın anlamı üzerine düşünmemiz…
Bana sorarsanız, insan ömrünün gelip geçiciliğini hissettiren bir film seyrediyoruz. Lenni-Lenape halkından geleceğe kalan kolye, kalıcı olanın sanat olduğunu göstermiyor sadece. Sevginin de hayatın gerçek anlamı olduğunu sezdiriyor. Öte yandan, sevgi mutluluk anlamına gelmiyor. Gelecek korkusu ve kaygılar, mutluluğun önündeki en büyük engel olarak ortaya çıkıyor.
Doğayla uyum içinde yaşayan yerliler ile New Jersey’nin gelecekteki sakinlerini karşılaştırdığımızda, mucit Leo ile eşi Stella dışında mutluluğu tam olarak yakalayan bir karakter yok filmde. ABD’deki ırkçılık, beyaz polislerin şiddeti ve Covid-19 pandemisiyle gelen kaygıları saymazsak Harris ailesinin diğerlerinden ayrıştığı söylenebilir. Onlar mutluluğa biraz daha yakınlar…
Tutkularına sonuna kadar bağlı amatör pilot John Hartner’ı dışarda tutarsak, filmdeki diğer 3 beyaz erkeğin hayatının genel olarak korku ve kaygılarla geçtiğini; 3’ünün de gerçek mutluluğu ıskaladığını görüyoruz. İlki, babası ve oğluyla dahi geçinemeyen; tüm hayatını boş bir ideale adayan kraliyetçi William Franklin… Geriye bırakabildiği tek değerli şey, evi -ki o da zaten bir mimarın eseri… İkincisi, kendi korkularının esiri olduğu için eşi Rose, oğlu Richard ve gelini Margaret’in (Robin Wright) hayatı üzerinde olumsuz etkileri olan Al Young… Üçüncüsü ise babasının korkularını devralarak çocukluğundaki, ilk gençliğindeki özgür ruhu tümüyle kaybeden Richard…
Filmdeki erkekler gelecekten endişe eden, geçmişten kurtulamayan şimdiki zamanın tadını çıkaramayan, değişimden korkan, mutluluğu erteleyen tutucu karakterler… Oysa filmin de altını çizdiği gibi aslında hayat “şimdi ve burada” olup bitiyor. Geçmişe ve geleceğe odaklananlar da hayatı ıskalıyorlar. William Franklin ve Al Young gerçekten umutsuz vakalar… Richard’dan daha umutluyuz aslında. Onun grafik sanatlar, Margaret’ın ise hukuk okuyacağını düşünüyoruz; ama bir süre sonra babadan devralınan orta sınıf endişelerinin küçümsenemeyeceğini kavrıyoruz. Margaret’ın 50’nci yaş konuşması, şuur dışından gelen isyanın ilk işareti… İşte tam da bu noktada, üç ayrı kadın kuşağını temsil Rose, Margaret ve Vanessa, hem ABD’nin hem dünyanın değişimini yansıtan karakterler.
Young ailesinden önce evde oturan iki çiftin zıtlığı, filmin alt metninin başka bir yansıması… Pauline korkuları ve kaygıları nedeniyle hayatın tadını çıkaramayan, eşi John’un uçma tutkusunu kendi mutsuzluğu haline getiren biri… Leo ve Stella ise her yanından yaşam enerjisi taşan oturma odalarında hayatı dolu dolu yaşayan bir çift. Çocuksuz olmaları kuşkusuz dikkat çekici. Onların evinde umudu, neşeyi ve libidoyu hissetmek olası. Çünkü ikisi de hep şimdiyi yaşıyor, hayatı ertelemiyor, yaşam sevinçlerini kaybetmiyorlar. Oysa Young ailesinin evinde 1968 ruhu dahi televizyon ekranındaki Beatles performansından ibaret kalıyor. 1968’in Richard ve Margaret’i etkisi altına alacağını sandığımız özgür ruhu, ne yazık ki evin duvarlarından içeri sızamıyor. Ama Vanessa, 1980’lerde genç olur olmaz zamanın ruhunu yakalıyor ve evin özgür bireyi olma konusunda önemli adımlar atıyor.
“Burada”nın çok yeni şeyler söylediğini iddia edemem belki ama ele aldığı temaların hakkını verdiğini düşünüyorum. Geç de olsa, kıyısından köşesinden hayatı, yani şimdiki zamanda mutluluğu yakalamaya çalışan Richard ile Margaret’ın hikâyesi sahici ve hüzünlü… Daha önemlisi, film sevginin bazen mutsuzluk getirebileceğini söylemekten kaçınmıyor. Çünkü en başından itibaren birbirlerini sevdiklerini ama Margaret’ın o evde mutlu olamadığını biliyoruz.
ABD kökenli sinema sitelerindeki not ortalamalarına bakarsanız, “Burada”nın Amerikalı eleştirmenler tarafından sevilmediğini görmeniz mümkün. Gişelerde de bariz bir hayal kırıklığı yaşıyor. Ama ben kendi adıma “Burada”yı sevdim, beğendim. Bu yıl anaakım Hollywood’dan gelen ilgiye değer filmlerden biri olduğunu düşünüyorum. Asıl önemlisi, sevmeseniz bile “Burada” öyle kolay kolay aklınızdan çıkacak bir film değil. O yüzden, filmi küçümseme yarışına girenleri boş verip usta yönetmen Zemeckis’in sunduğu bu özgün görsel deneyimi seyredip kendi başınıza karar vermenizi öneririm.
Son olarak, Zemeckis’in oyuncuları gençleştiren Metaphysic Live adlı bir yapay zekâ teknolojisi kullandığını not edelim.
7/10