Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…

        Coralie Fargeat’nın yazıp yönettiği “Cevher” (The Substance), ana karakter Elisabeth Sparkle’ın geçmiş öyküsünü özetleyen simgesel bir sahneyle açılıyor. İşçilerin Hollywood Şöhretler Kaldırımı’na Elisabeth Sparkle adına bir yıldız monte ettiklerini görüyoruz önce. Dik açıyla tam yukarıdan kaldırım taşına odaklanan kameranın yeri, sahne boyunca hiç değişmiyor. Saniyeler içinde akıp giden yılların Elisabeth Sparkle’ın lehine işlemediğini görüyoruz. Belli ki birçok Hollywood yıldızı gibi o da zamana yenik düşüyor.

        Elisabeth Sparkle (Demi Moore), onu ilk gördüğümüz sahnenin ardından televizyonda yıllardır yaptığı aerobik programının yayından kaldırılacağını öğreniyor. Hem de talihsiz şekilde… Kendine ne kadar iyi bakarsa baksın, yaşına göre ne kadar güzel olursa olsun, 50 yaşına girmesiyle birlikte ekran önünden alınıyor Elisabeth Sparkle. Hiç beklemediği ve ruhen hazır olmadığı bir karar bu… Yaşadığı psikolojik çöküşü ve mutsuzluğu saklayamıyor. Özellikle de nerdeyse ölümden döndüğü ama hiç yara almadan kurtulduğu trafik kazasının ardından hastanede ağlarken…

        Açıkçası buraya kadar her şey tanıdık geliyor. Sadece gerçek hayatta değil, sinema tarihinde de defalarca tanık olduğumuz bir hikâye bu... Hollywood’un gençliğini, güzelliğini kullandıktan sonra merhametsizce unuttuğu yıldızlardan biri Elisabeth Sparkle. Yalnız ama yalnızlıktan ziyade gençliğini, şöhretini kaybetmekten rahatsız olduğu belli.

        Hastanede onu ağlarken gören erkek hemşirenin kabanının cebine koyduğu flaş bellekle birlikte yeni bir fırsat beliriyor Elisabeth Sparkle’ın önünde. Bir çeşit yeniden doğum fırsatı… Ve böylece “Cevher”in asıl hikâyesi start alıyor.

        “Cevher”e bilimkurgu demek ne kadar doğru olur emin değilim ama Elisabeth Sparkle’ın önünde beliren seçenek, doğaüstü değil “biyolojik” nitelik taşıyor. Film boyunca olup bitenler fazlasıyla fantastik olsa da bilimkurgunun sularında dolaştığımız söylenebilir. Şöhretler Kaldırımı sahnesinden hemen önce izlediğimiz yumurta deneyi çekiminde neler yapabileceğine tanık olduğumuz mucize bir sıvıya tanık oluyoruz: İğneyle zerk edildiği yumurta sarısının içinden yeni bir yumurta sarısı çıkarıyor sıvı. Elisabeth’e de önerilen tam olarak bu aslında: Sıvıyı kendine zerk et ve içinden senden çok daha genç bir bedenin çıkmasını sağla. Bu arada, karşımıza bir ileri teknoloji şirketi veya herhangi bir kuruluş çıkmıyor. Ayrıca kaçırdım mı bilmiyorum ama ödemeyle ilgili detay da paylaşılmıyor. Sanki yasa dışı bir deney yapılıyor ve Elisabeth gönüllü kobaylardan biri. Düşünsenize, Elisabeth’in tek muhatabı, telefondaki o duygusuz ve mesafeli erkek sesi… Kâğıda sarılı flaş bellek başta olmak üzere her şey çok güvensiz, illegal ve karanlık... Yasadışı madde satın almayla ilgili bir film seyreder gibiyiz. Doğurma ve beden değiştirme kitini ise şehrin ücra semtindeki kuytu depodan yine tek başına alıyor. Hatta deponun kepengi yarıya kadar bile açılmıyor. Elisabeth ancak eğilerek girebiliyor içeri.

        Fargeat’nın hikâyesinin ilk kısmı, iki temel noktaya vurgu yapıyor: İlki, Elisabeth’in genç olma uğruna her şeyi göze alması… İkincisi, yapayalnız biri olması… Aksi durumda, nerdeyse ameliyat sayılabilecek riskli bir işlemi evinin banyosunda kendi başına yapması mümkün değil. Peki, Elisabeth bu kadar çaresiz mi? Tabii ki değil. Operasyondan hemen önce karşılaştığı eski bir sınıf arkadaşının görür görmez onu çok güzel bulduğunu söylemesi ve görüşmek istemesi, önünde her zaman başka seçenekler olduğunun, olacağının göstergesi… Ama ya şöhret bir bağımlılığa dönüşmüş durumda ya içindeki genç görünme arzusu söz geçiremeyeceği kadar büyük ve tehlikeli… Fargeat’nın burada şöhretten ziyade kayıp gençliği geri kazanma tutkusuna daha çok vurgu yaptığını düşünüyorum.

        Sue ve onu “doğuran” Elisabeth’in hikâyesinde açıkçası çok detaya girmeye gerek yok. Sorunun nereden çıkacağı baştan belli. Yaşanan trajedinin ve felaketin kökeninde iki unsur var: Birincisi, Elisabeth’in her şeye baskın çıkan genç olma arzusu ve hayatında tutunacak başka hiçbir şey kalmaması… İkincisi ise Elisabeth’in genç ve güzel versiyonu olan Sue’nun yaşama ve başarıya karşı duyduğu açgözlülük… Sadece bir hafta süren uyum ve dengeyi, Sue’nun bencilliğinin bozması şaşırtıcı değil. Gördükleri kâbuslar her şeyi özetliyor aslında. Elisabeth, Sue fiziksel zarar görecek diye korkarken; Sue, Elisabeth’in yediklerinin kendisine zarar vereceğinden endişe ediyor.

        Elisabeth – Sue ilişkisi üzerinden baktığımızda, Fargeat’nın alt metinlerinde “hiç yaşlanmayacağını düşünen, yaşlılığı kendinden çok uzak gören gençlik kafası”nın apaçık bir eleştirisi var. Ama asıl büyük felaket, genç olma arzusu bağımlılığa dönüştüğünde geliyor.

        “Cevher”in öne çıkan yanı şu ana kadar anlattığım her şeyi etkili bir sinema deneyimine dönüştürebilmesi… 2017’de çektiği intikam temalı gerilim filmi “Revenge” ile dikkat çeken Fransız sinemacı Fargeat, ilk bakışta “body horror” adı verilen, benim “biyolojik korku veya biyo-korku” demeyi sevdiğim alt türün bir örneğini veriyor. Özellikle Kanadalı yönetmen David Cronenberg’in filmleriyle tescillenen bir alt tür bu... Korkunun kaynağı insan bedenidir ve Cronenberg karanlık, sapkın hazlar kadar, bedenin irade dışı dönüşümü üzerinden de kurar filmlerini. Fargeat ise gençlik tutkusu üzerinden bedeni feda etme motifini öne çıkarıyor.

        Finale doğru hilkat garibesi olmak ile güzellik arasında sınırlar belirsizleşiyor. O yüzden, “Cevher” belirli bir noktadan sonra canavar filmleriyle paslaşıyor. Ki biyo-korku türünün “Sinek”teki (The Fly - 1986) gibi bir ayağının her zaman canavar filmlerinde olduğunu unutmamak gerek. “Cevher”, metamorfozu anlatan ve CGI ile prostetik makyajı birleştiren tasarımlarıyla da dikkat çekiyor. Sonlara doğru grafik olarak gerçeküstülüğe uzanan tasarımlar, korkunun temel kaynağı olarak karşımıza geliyorlar ki türün özü aslında tam da budur: Beden üzerinde kontrolü kaybetmek ve sonuçlarına katlanmak…

        Fargeat, finale doğru, Yılbaşı Gecesi canlı yayınının görsel tasarımında “Carrie” (1976) filmiyle açık şekilde paslaşıyor. Ama “Carrie”den bağımsız olarak baktığımda da Brian De Palma sinemasının filmin bütününde kendini hissettirdiğini düşünüyorum.

        “Cevher”in yönetmenliğini, sadece Hollywood yıldızları üzerine anlatılan hikâyeler, Cronenberg tarzı “body horror”, “Carrie” ve De Palma etkileriyle açıklamak olası değil. Fargeat, görüntü yönetmenliğini Benjamin Kračun’a teslim ettiği filmde, simetrik çerçeveleri, geniş açı kullanımı ve gerçekçilikten ziyade stili, renkleri, grafiği öne çıkaran mekân tasarımıyla Stanley Kubrick’in estetik yaklaşımını akla getiren bir çalışma koyuyor ortaya. Açık bir göndermeden söz etmem zor belki. Ayrıca önemli bir fark da var aralarında. Kubrick önce filmin geçtiği dünyanın gerçekliğini kurar sonra o gerçeklik içinde stilize bir dünyaya doğru ilerler. Mesela “The Shining” tam da böyle bir filmdir. Stilizasyon, ailenin dış dünyadan izole olmasıyla başlar. “Cevher” ise en başından itibaren stilize bir gerçeklik algısının peşine düşüyor. Aerobik programının hazırlandığı televizyon binası, çekimlerin yapıldığı stüdyo hariç koridoru ve tuvaletiyle nerdeyse baştan sona stilize imgelerden oluşuyor. Aerobik programı, Sue’nun gelişiyle sabah kuşağından ziyade 1980’lerin gece kuşağı aerobik şovlarını andırıyor ve Fargeat, kadın bedenine kasten istismar edici şekilde bakıyor. Sonra aynı bakışı korku öğesine çevirerek dönüştürüyor. Bunun ilk işaretini Sue’nun derisinin altındaki yumruyu fark ettiği sahnede veriyor. Final ise her şeyiyle bu dönüştürme üzerine kurulu… Televizyon kanalının yöneticisi Harvey (Dennis Quaid), en başından itibaren simetrik geniş açılı çerçevelerin içinde eril bakışın karikatürize edilmiş bir hali olarak geliyor karşımıza. Özellikle de yakın plandan karides yediği sahnede…

        Elisabeth’in evi, salondaki büyük ekranı andıran penceresi, tek veya iki kişilik hayat için dizayn edilmiş uzun dar mutfağıyla bir ayağını gerçeklikte tutuyor. Ama beyaz fayanslardan oluşan o bomboş ve büyük banyo, Fargeat’nın filmin resimsel yanını gerçekliğin önüne çıkarmasının açık göstergesi… Çünkü banyo, bedensel olan her şeyin gerçekleştiği mekân. Banyo ile Elisabeth’in değişim kitini almaya gittiği depo arasında da görsel bağ olduğu söylenebilir.

        Genellikle geniş açılı objektiflerle gerçekleştirilen iç mekân çekimleri bir yana, Los Angeles’ı alt açıdan çekilen palmiye ağaçları, birkaç cadde ve sokak gibi birbirini tekrar eden sınırlı sayıda resme indirgiyor Fargeat. Bunun nedenini filmin Los Angeles’ta değil, Güney Fransa’da Cote d’Azur’da çekilmesi olarak açıklanabilir belki. Ama Fargeat’nın sosyal medyayı da etkisiz bıraktığını düşündüğümüzde, daha en başından gerçekçi bir 21. Yüzyıl ve Los Angeles betimlemesi peşinde olmadığını görüyoruz. Televizyon şovunun Elisabeth için her şey anlamına geldiği, 1990’ları akla getiren bir dünyadayız. Tüm bunların, Fargeat’nın gerçekliği derinleştirmek yerine filmin kurduğu stilize görsel dünyayı öne çıkarma çabalarının yansıması olduğunu düşünüyorum.

        Sue ve Elisabeth’in dünyasını birbirinden ayırıyor Fargeat. Sue, daha çok elektronik dans müziğiyle geliyor karşımıza. Onun sahnelerinde, reklam ve TV şovu estetiğindeki şıklık hissediliyor. Buna karşılık, film ilerledikçe Elisabeth’in sahneleri tam tersi istikamette daha gerçekçi ve rahatsız edici hale geliyor. Elisabeth’in mutfakta yemek hazırlaması ile Sue’nun televizyondaki talk şov kaydını paralel kurguyla seyrettiğimiz sahne, söz konusu görsel zıtlığın tipik örneği. Filmin başındaki yumurta sarısını akla getiren sarı kaban ise ikisini birbirine yaklaştıran nadir öğelerden biri.

        “Cevher”de Coralie Fargeat’nın yönetmen olarak ortaya koyduğu işe saygı duymamak mümkün değil. Görüntü yönetmeni Benjamin Kračun ve prodüksiyon tasarımcısı Stanislas Reydellet ile birlikte son derece özenli ve detaylı bir iş koyuyor ortaya. Feminist bir body horror örneği olarak sinema tarihinde şimdiden kendine özgü bir yer açtığı da inkâr edilemez. Ama beni hikâyesinin gücünden ziyade sinemasal bir deneyim olarak etkilediğini not etmek isterim. Basın gösterisinden çıktığımda kendimi zihnen yorgun hissediyor ve yönetmenin çok fazla üstüme geldiğini düşünüyordum. Bu görüşüm hâlâ değişmiş değil. Ayrıca Fargeat’nın kafasındaki tüm sahneleri çekmek ve görsel şov yapmak adına filmi çok uzattığı kanısındayım.

        Oyunculuğun filmin artılarından biri olduğunu söylemem gerek. Demi Moore, belki kariyerinin en iyi performanslarından biriyle geliyor karşımıza. Margaret Qualley de ondan aşağı kalmıyor. Raffertie imzalı müzikleri de unutmamak gerek. (MUBI)

        7/10