Orijinal adı “The Apprentice” ile yıllar önce Donald Trump’ın yer aldığı televizyon programına referans veren “Trump’ın Hikâyesi”, gazeteci Gabriel Sherman’ın 2018 yılında geliştirdiği bir proje… Sherman, 2016’da girdiği başkanlık yarışı sırasında Trump’ın geçmişini araştırırken avukat Roy Cohn ile arasındaki yakın ilişkiyi keşfediyor ve daha sonra bunu senaryo haline getirmeye karar veriyor.
Projenin siyasi niteliğinin beraberinde getirdiği finansal risk, Hollywood içinden para ve yapımcı değil, yönetmen bulmayı da zorlaştırıyor. Kanada, Danimarka, İrlanda ve ABD ortak yapımı olan filmin yönetmenliğini Danimarka’da yaşayan, “Sınır” (Border - 2018), “Holy Spider” (2022) gibi filmleriyle tanıdığımız İran kökenli Ali Abbasi üstleniyor. Abbasi, 15 milyon dolar gibi düşük bir bütçeyle çekimleri Toronto’da 30 günde tamamlıyor.
Film, ABD eski başkanı Donald Trump’ın yaşam öyküsünü 1973 yılından alıyor. Henüz 27 yaşındayken New York’un en zenginlerinin girebildiği bir gece kulübünde karşımıza çıkıyor genç Trump (Sebastian Stan). Yanındaki kız arkadaşına kulüpte takılan zenginlerin kim olduğunu açıklarken, paranın getirdiği güce takıntılı olduğu çok açık ama ilgisinin nedeni sorulduğunda “Sadece meraklıyım” demekle yetiniyor. Aynı gece onu uzaktan gören ve kalabalık masasına çağıran Roy Cohn (Jeremy Strong) ile tanışıyor. Masadaki muhabbet, orta yaşlı ve nüfuz sahibi adamların hırslı genç Trump ile hafiften kafa bularak eğlenmesi şeklinde devam ederken arada Roy Cohn’un neyle ünlü olduğunu da öğreniyoruz. Soğuk Savaş’ın en acımasız günlerinde sırf komünist oldukları için Sovyet ajanlığıyla suçlanan Rosenberg’leri idam ettiren kişinin ta kendisi Roy Cohn ve onları elektrikli sandalyeye gönderdiği için kendisiyle gurur duyuyor. Donald Trump’ın babası Fred Trump’ı tanıdığını ve onun başına bela olan ırkçılık davasını takip ettiğini söyledikten sonra “Seni ve aileni sadece ben kurtarabilirim” diyor. Donald Trump, bu açıklama üzerine, yıllar boyunca Roy Cohn’un peşinden ayrılmıyor. Sadece babasının kaybetmek üzere olduğu davasını değil, çözülmesi çok daha zor görünen işleri Roy Cohn sayesinde hallederek emlak piyasasının yükselen yıldızı haline geliyor.
Roy Cohn, Donald Trump’a yalnızca yasaları devre dışı bırakma konusunda yardım etmiyor; onun fikirlerini ve etik anlayışını da şekillendiriyor. Vatanseverlik ve demokrasi gibi değerleri dilinden düşürmeyen Cohn, avukat olmasına rağmen hukuka, adalete inanmıyor. Davaları kazanma yöntemi, şantaja ve tehdide dayanıyor. Soğuk Savaş döneminde FBI Başkanı J. Edgar Hoover’ın insanları yasa dışı şekilde dinleyerek ve izleyerek bilgi toplama stratejisini sahiplenip sürdürdüğü belli. Politik anlamdaki muhafazakâr duruşu nedeniyle cinsel yönelimini gizleyen biri aynı zamanda.
Amerikan sağının karanlığını temsil eden bir kişilik Roy Cohn. Senatör McCarthy’nin çirkin politikalarından J. Edgar Hoover’a, oradan JFK suikastı ve Watergate Skandalı’na kadar uzanan karanlık hattın bir devamı gibi sanki … Trump’a halkın yararı için değil, sadece kendi çıkarları için mücadele etmesini öğretiyor.
Filmin hemen başlarında Amerikan sağının bir başka simge ismi olan Richard Nixon, yaptığı açıklamada görevini ve siyasi gücünü hiçbir zaman maddi çıkarları için kullanmadığını söylüyor. Geleceğin ABD Başkanı genç Trump’a baktığımızda ise daha fazla para kazanmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazır birini görüyoruz. Belediyenin alacağı ve halkın yararına kullanacağı vergilerden kurtulmak için Roy Cohn’un çirkin şantajına göz yumuyor mesela... Cohn ona üç kural öğretiyor. Sürekli saldırmasını, yaptığı kötü şeyleri inkâr etmesini ve yenilse dahi her koşulda zaferini ilan etmesini söylüyor. O da bu kuralları benimsiyor. Film öyle bir yerde sona eriyor ki aradan geçen onca yıl sonra Trump’ın hâlâ aynı kurallara sahip olup olmadığını sorguluyoruz.
Senaryo yazarı Sherman ve yönetmen Abbasi’nin yeniden ABD başkanlığına aday olan Trump’a, Cohn’la ilişkisi ve benimsediği 3 kural çerçevesinden bakmamızı istedikleri çok belli. Trump’ın politikaya atılmak ve başkan adayı olmak konusunda söylediği sözleri de unutmamak gerek.
Film, Donald Trump’ın ailesi ve ilk eşi Ivana Trump (Maria Bakalova) ile olan ilişkilerine de odaklanıyor. Cohn’un yardımıyla gelen yükselişi bir yana, filmde gösterilen özel hayatında Donald Trump adına daha utanç verici detaylar olduğu söylenebilir. Mesela, babası Fred Trump’ın (Martin Donovan), pilot olan büyük oğlu Freddy’yi (Charlie Carrick) “uçak şoförü” diye aşağıladığı sahne… Kaldı ki, Donald’ın abisiyle olan ilişkisi de hiç gurur duyacağı şekilde gösterilmiyor. Ivana Trump ile evliliği ise kuşkusuz ayrı bir hikâye. Donald Trump’ın, seçkinlerin gece kulübüne girmek için kapıda mücadele ederken tanıdığı Çek model Ivana ile ilişkisi uzun süre romantik ve tutkulu şekilde gelişiyor. Trump’ın Ivana ile evlenme konusundaki kararlılığı birçok melodramda karşımıza çıkan “istediği kadın için sonuna kadar mücadele eden zengin, güçlü adam” klişesine bire bir uyuyor. Öyle ki, Trump’ın esin kaynağının bizzat bu klişenin kendisi olduğunu düşünmek dahi mümkün. Evlenip çocuk sahibi olduktan sonra aralarında yaşananlar ise Trump’ın artı hanesine yazılacak olaylar değil. Özellikle, ABD’de nerdeyse filmden bile daha çok konuşulan tecavüz sahnesi…
Aslına bakarsanız, film boyunca Trump’ın artı hanesine yazılabilecek nerdeyse hiçbir şey yok. Filmin başlarında babasının adını taşıyan sosyal konutlarda kapıları çalıp kira toplarken yaşadığı zorluklar sırasında onunla empati kurmamız belki mümkün. Babasının baskın kişiliği karşısında ezilmemeye çalışması da kayda değer. Ki Roy Cohn sayesinde babasının gölgesinde kalmaktan kurtuluyor, kendini buluyor. Filmin başlarında abisiyle aralarında sağlam bir kardeşlik bağı olduğunu düşündürüyor bize. Ama zenginleşip güç sahibi oldukça ailesiyle olan ilişkilerinde, acımasız, duygusuz bir Trump çıkıyor karşımıza. Son bölümde seyrettiğimiz estetik ameliyat ise geçmişi tümüyle unutmak isteyen yeni bir Trump’ın doğuşunu simgeliyor sanki.
“Trump’ın Hikâyesi”nin beni rahatsız eden yanı, politik olmaktan ziyade ajitatif bir film olması... Anlattığı her olayın, her detayın gerçek olduğunu varsaysak bile, seçimlerden hemen önce gösterime girmesi itibarıyla propaganda niteliği taşıyan bir yanı var. Filmin hedefi, sorgulamaktan ziyade anti kahraman olarak karşımıza çıkarılan ana karakterini eleştirmek ve yerden yere vurmak gibi görünüyor. ABD seçmenleri belki Trump’ın yükselişine, zengin olurken yaptıklarına çok takılmayabilir. Etik dışı olsa bile dava kazanmak, vergiden kurtulmak gibi olayları hoş görenler olabilir. Hele ki her şey “kitabına uydurulmuşsa”… Ama ailesine olan davranışları hakkında ne düşüneceklerini kestirmek zor. Filmde anlatılanlara gerçekten inanan birinin ABD Başkanlığı’nı böyle bir insana teslim etmek istemesi kolay değil. Öte yandan, siyasi kutuplaşma yaşayan ABD’de Trump taraftarlarının bırakın filmde anlatılanlara inanmayı, filme gideceklerini düşünmek bile hayal.
Politik ve derinlikli olmaktan ziyade ajitatif ve sığ bulduğum film, Trump’ı seven ve ona oy vermek isteyen birilerinin fikrini değiştirir mi, bilmiyorum ama Trump’ı sevmeyenleri eğlendireceği, bazı sahnelerde güldüreceği kesin. Filmin iki saat boyunca Trump’ı eleştirmenin ve alttan alta küçümsemenin ötesine geçebildiğini söylemek ise mümkün değil. Sonuçta, bizi pek şaşırtmayan ve hep beklediğimiz gibi davranan bir karakterimiz var. Belki onun hakkında daha çok şey öğreniyoruz ama filmden çıktıktan sonra onunla ilgili görüşlerimiz değişmiyor. Ayrıca cinsel hayatındaki detaylara girilmesini de sevmedim. 10 yıl sonra filmin sanatsal olarak ne ifade edeceğini kestirmek zor. Ama bugün itibarıyla, Trump hakkındaki düşüncelerimizi değiştirmeyen, sadece onları onaylayan bir film duruyor karşımızda.
Filmin bence en sağlam yanı görüntüleri ve yönetmenliği… Ali Abbasi ve Kopenhag’taki sinema okulundan Danimarkalı arkadaşı görüntü yönetmeni Kasper Tuxen, özenli ve yaratıcı bir iş koyuyorlar ortaya. Üstelik son derece düşük bir bütçe ve minimal bir ekiple yapıyorlar bunu. 1970’lerde 1980’lerin ortalarına kadar uzanan olayları, özel hayat sahneleri dışında o yılların “haber filmi” teknikleriyle anlatıyorlar. Amaçları seyirciye arşiv görüntüsü hissini vermek. Filmin bir noktasına kadar 16mm pelikül film dokusunu tercih ediyorlar. Kamera olarak Arri Alexa 35 ile çalışıyor ve geçmişten kalma 16mm lensler kullanıyorlar. Özellikle sokakta geçen sahnelerin büyük bölümünü şimdilerde pek tercih edilmeyen Canon 8-64mm Zoom lensle çekiyorlar. Ama özel hayat sahnelerinde daha farklı lenslerle, “haber kamerası” konseptinden uzaklaşıyorlar. Belirli bir noktaya kadar 1970’lerden kalma, eski usul grenli bir film izler gibiyiz. 1980’lere geldiğimizde ise Trump’ın ABD başkanlığından söz ettiği röportaj sahnesiyle birlikte dönemin analog video kameralarının görüntü estetiğine geçiyoruz. Başlangıçta niyetleri analog video ile çekim yapmakmış ama güvenilir ekipman bulmakta zorluk çekmişler. New York’ta geçmesine rağmen Toronto’da kış aylarında çekilen filmde genellikle doğal ışık tercih ettiklerini ve eski usul tüplü televizyon ekranlarının dar kadraj formatını kullandıklarını not edelim.
Filmin bir başka güçlü yanı oyunculukları… Fiziksel olarak Donald Trump’a çok benzediği söylenemeyecek Sebastian Stan’in, beden dili, yüz ifadeleri ve konuşmasıyla iyi bir iş çıkardığı inkâr edilemez. Jeremy Strong da Roy Cohn’da etkili bir performans koyuyor ortaya. İkilinin ilişkide değişen konumlarının kadrajlar ve açılarla da çok iyi yansıtıldığını düşünüyorum. Roy Cohn, ilk çıktığında güçlü bir figür olarak resmediliyor. Ama ilerleyen bölümlerde Trump’ın yanında güçsüz, zayıf bir insana dönüşüyor.
“Trump’ın Hikâyesi” iyi yönetilmiş, iyi çekilmiş, iyi oynanmış bir film ama konseptini çok sevdiğimi söyleyemem. Belki sadece Roy Cohn ile ilişkisi anlatılsaydı daha çok beğenebilirdim. Ama ailesi ve Ivana Trump ile olan ilişkisine, özel ve mahrem hayatına bakış açısı açıkçası bana zorlama ve kaba geldi.
6/10