Geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü Gümüş Ayı’yı kazanan ‘Kızıl Gökyüzü’ (Roter Himmel), Alman sinemasının son dönemdeki önemli temsilcilerinden biri olan; ‘Barbara’ (2012) ve ‘Transit’ (2018) gibi filmleriyle tanınan Christian Petzold’un imzasını taşıyor.
‘Kızıl Gökyüzü’, film boyunca birkaç kez daha dinleyeceğimiz, Wallners grubunun ‘In My Mind’ şarkısıyla açılıyor. Orman içinde giden bir otomobildeyiz. İki genç erkek var içeride. Sürücü koltuğundaki Felix (Langston Uibel), yan koltukta Leon (Thomas Schubert) oturuyor. Sonraki planda şarkı aniden kesiliyor ve yolda kalıyorlar.
Finalde otomobilin bozulmasının beraberinde önemli sonuçlar getirdiğini göreceğiz; ama Felix ve Leon henüz hiçbir şeyin farkında değiller. Tek dertleri, valizleriyle birlikte Felix’in ailesinin Baltık Denizi kıyısındaki yazlık evlerine ulaşabilmek. Leon’un huzursuz, tedirgin ve mızmız hallerine karşı Felix’in sakinliği, olumlu yaklaşımı hemen dikkatimizi çekiyor. Senaryoyu da yazan Christian Petzold, olup biten her şeyi Leon’un gözünden seyredeceğimizi belli etmekte gecikmiyor. Seyirci cephesinden baktığımızda biraz hayal kırıklığı doğurabilecek bir tercih aslında… ‘Güler yüzlü, çözüm odaklı Felix yerine asık suratlı, asabi Leon’la ilerlemek bizi nereye götürecek?’ diye merak etmemek elde değil. Dakikalar ilerledikçe Leon’un huysuzluğu, uyumsuzluğu daha rahatsız edici hale geliyor. Üstelik filme giren yeni karakterler, Leon’a oranla daha ilgi çekiciler. Kendi aralarında hemen kaynaşıyor, flört ediyor, sevişiyor ve eğleniyorlar. Leon ise nerdeyse finale kadar katlanmaları gereken ‘problemli arkadaş’ olmanın ötesine geçemiyor. Leon’u tanıdıkça zaman zaman hepimizin karşısına onun gibi insanlar çıktığını fark ediyor ve kendi kendimize soruyoruz: Sahi, Leon’un aslında sıkıcı bir yan karakter olması gerekmiyor mu? Ama film ilerledikçe Leon’un yaşadığı duygusal deneyimlerin diğer karakterlere oranla daha ilgiye değer olduğu açığa çıkıyor; neden ana karakter olduğu belirginleşiyor. Çünkü yaşadığı tüm duyguları, çelişkileri ve iç çatışmalarıyla Leon’u gözlemlemek giderek daha ilginç hale geliyor.
Leon kendi mutsuzluğunu başkalarına bulaştırmak isteyen insanlardan... Çevresindeki mutluluğa, eğlenceye engel olamadığında keyfi kaçıyor. Sadece kendi dertlerine, hedeflerine odaklanmasına kimse itiraz etmiyor ama huysuzluğu katlanılmaz hale gelebiliyor. Özellikle ilgi merkezi olamamak onu rahatsız ediyor ama ilgiyi çekmek için somurtmanın ötesine geçemiyor. Muhabbete giremiyor, ortamın neşesini kaçırıyor. Kendini ağırdan satan, snop biri olmaya çalışıyor.
Farkında dahi olmadığı en büyük kusuru ise sadece kendisiyle ilgilenmesi… Yakın çevresinde yaşananların farkında dahi olmaması… Felix’in akşam yemeğindeki beklenmedik tepkisini bir yana koyarsak, çevresindekiler ona hoşgörülü davranıyorlar. ‘Birkaç gün daha katlanırız, kibarlıktan vazgeçmeyelim’ diye düşünmeleri mümkün. Sonuçta, yaz tatilinde gelip geçici bir sosyalleşme halindeler. Ayrıca Leon’un mutsuzluğunun, gençliğinin, hamlığının farkındalar. Özünde kötü biri olmadığını, zor dönemden geçtiğini düşünüyorlar.
Tam da burada, Leon’un kim olduğuna bakmakta yarar var. Leon, henüz kitabı yayımlanmamış, kendini ispat etmek isteyen genç bir yazar. Yazlık eve yoğun şekilde çalışacağını söyleyerek geliyor. Ama bu, sürekli meşgul ve asosyal görünmesini sağlayan bir gerekçe. Aslına bakarsanız, ilk birkaç gün pek işi yok. Çünkü romanı ‘Club Sandwich’i yayınevine çoktan göndermiş durumda ve Berlin’den gelecek editörü Helmut (Matthias Brandt) ile görüşmeyi bekliyor.
Sanat okuluna başvurmak için portfolyo hazırlaması gereken Felix ise onun aksine hiç gergin değil. Felix’in rahatlığı ve özgüveni sinirlendiriyor Leon’u. Felix’in hayatında ilk kez görüp tanıştığı, evin sürpriz misafiri Nadja (Paula Beer) ve cankurtaran Devid (Enno Trebs) ile hemen arkadaşlık kurup kaynaşması da onu şaşırtıyor, hatta kızdırıyor. Editörü Helmut’un, Felix ve Nadja ile ilgilenmesini ise hiç kaldıramıyor. Muhtemelen ortamın en kasıntı, en zor, en gıcık insanı olduğunun farkında ama içten içe onu asıl üzen ‘ortamın en başarısızı’ olduğunu düşünmek.
Felix’in ‘denize bakan insanlar’ şeklinde özetlenebilecek portfolyo konseptini beğenmiyor; fikrin basit ve yalın yanını göremiyor. Belli ki, her şeyin daha iddialı ve sofistike olmasını; sanatçının varlığını belli etmesi gerektiğine inanıyor. Yazarlığa da böyle baktığı belli. Yayıncının bir bölümünü okuduğu eserinde, kendi içinde olup bitenlere her şeyden daha fazla önem verdiğini, çevresindeki insanların duygularını anlamak için çaba göstermediğini gözlemlemek mümkün.
Dolayısıyla, duyarsız ve benmerkezci haliyle Leon’un iyi bir yazar olması hiç kolay değil. Ama filmin son bölümünde Leon öyle olaylara tanık oluyor ki, kendisini bir yana bırakmak, çevresinde olup bitenlere odaklanmak zorunda kalıyor. Böylece genç Leon hayatta gerçekten neyin önemli neyin önemsiz olduğunu zor yoldan öğreniyor. Benmerkezciliğinin ve kendisini içten içe yiyen öfkesinin anlamsız boşluğuyla yüzleşiyor.
Ortada sadece iyi incelenmiş tek karakter yok. Filmdeki diğer karakterlerin de iyi yazıldıklarını görüyoruz. Nadja, kuşkusuz diğerlerine oranla öne çıkıyor. Anlayışlı ve cana yakın Nadja, Leon’un ruhunu okumakta hiç zorlanmıyor; onun içindeki mutsuz ve kırgın çocuğu görebiliyor. ‘Leon’u ancak o kurtarır’ diye düşünüyoruz ama romanını okuduktan sonra gösterdiği aşırı dürüstlük aralarındaki gerilimi artırıyor.
Petzold, daha önce yaptığı bir açıklamada dört temel elementle ilgili bir film serisinden söz etmişti. ‘Su’dan yola çıkan ‘Undine’den (2020) sonra ‘Kızıl Gökyüzü’, serinin ‘ateş’ temalı filmi…
Petzold, karakterlerin kaldığı evin çevresindeki ormanlık arazide süren yangınları doğanın gücü ve ‘aşılamaz olan’ın simgesi olarak kullanıyor. Leon’un hayatın gerçekliğiyle yüzleşebilmesi için ne yazık ki yangının kaçınılmazlığını deneyimlemesi gerekiyor. Ancak o şekilde dertlerinin küçüklüğüyle yüzleşebiliyor.
Filmografisini ilgi ve beğeniyle takip ettiğim Petzold tür ve hikâye örgüsü açısından birbirine pek benzemeyen filmler çekmeyi sürdürüyor. Kuşkusuz filmlerinde ortak temalar benzer motifler bulmak mümkün. Benim gözümde, seyrettiğim filmlerini belleğimde yan yana getiren ilk unsur, iyi yazılmış karakterleri… ‘Kızıl Gökyüzü’ndeki Leon’un da kolay kolay unutulmayacak bir karakter olduğunu düşünüyorum. Bu arada, genç Thomas Schubert’in oyunculuğunu atlamayalım. Diğer oyuncular da çok iyi.
‘Kızıl Gökyüzü’nü finale kadar kesintisiz bir ilgiyle izledim. Petzold’un sinek vızıltısını, yazı yansıtan gerçekçi bir efekt olmanın ötesine geçerek Leon’un bitmek bilmeyen huzursuzluğuyla eşleştirmesi; Leon’un plaja bile pantolon gömlekle gitmesi gibi birçok detay akılda kalıcıydı. Hikâye örgüsünden ziyade ayrıntıların ve karakterlerin öne çıktığı bir film olarak senaryo ve yönetmenlikte hiçbir sorun yoktu. Ama Petzold’un, alttan alta götürdüğü ince ironi ve kara mizahı tümüyle boş verip hikâyeyi aşırı trajik sona doğru götürmesinden kendi adıma pek hoşlanmadım. Dramatik açıdan karşı çıkabileceğim, eksik ya da yanlış bulduğum bir final olmasa da yaşanan trajedi açıkçası bana çok fazla geldi.
7/10