(UYARI: Yazıdaki bazı yorumlar, filmin son bölümündeki gelişmeler üzerine ipuçları verebilir.)
Sinema salonlarında gösterime giren Fransa – Belçika yapımı ‘Vincent Ölmeli’ (Vincent doit mourir), dünya prömiyerini 2023 yılında Cannes Film Festivali’nde Eleştirmenlerin Haftası bölümünde gerçekleştirdi.
Aslında tipik bir festival filmi değil. Tam aksine, eski usul ‘düşük bütçeli B filmleri’ni andırıyor. Fakat B filmlerinin aksine, tam olarak hangi türe ait olduğunu tespit etmek zor. Kara komedi, dram ve gerilim unsurları kuşkusuz çok açık. En başından itibaren gizemli veya fantastik bir yanı da var. Sonlara doğru ise kıyamet filmlerini andıran bir atmosfere sahip. Hatta, devam filmi çekilse, türü büyük olasılıkla distopya olacak.
Öte yandan, ilk uzun filmini yöneten Stéphan Castang’ın türlere değil, sadece hikâyesine odaklandığı belli. Senaryoya son halini Mathieu Naert’in verdiği filmde türler, tümüyle hikâyenin akışına göre ortaya çıkıp kayboluyor. Seyrederken değil ama üzerine düşünürken; içerdiği yüksek şiddet dozajı, başka filmlere benzeme konusundaki kayıtsızlığı ve türler arasındaki gidiş gelişleri nedeniyle Güney Kore sinemasını da akla getiriyor.
Önümüzdeki yıllarda, ‘Vincent Ölmeli’nin yeniden çevrimleriyle karşılaşmak sürpriz olmaz. Daha önce benzerini pek görmediğimiz parlak bir çıkış noktası var: Fransa’nın Lyon kentinde yaşayan grafik tasarımcısı Vincent Borel (Karim Leklou), çalıştığı ajansta ani bir saldırıya uğruyor. Dizüstü bilgisayarla gerçekleşen saldırıyı, ofisteki herkes gibi biz de Vincent’ın, agresif stajyere yaptığı kötü espriye bağlıyoruz. Ofisteki ikinci saldırının ise görünürde hiçbir nedeni ve anlamı yok. Sonraki günlerde Vincent göz göze geldiği bazı insanların kendisine aniden nedensizce saldırdığını keşfediyor. Kısa sürede Lyon’da hayatını sürdürmesinin çok zor olduğunu görüyor ve babası Jean-Pierre’in (François Chattot) kırsal kesimdeki müstakil evine gidiyor ama insanlardan uzak durması hiç kolay olmuyor.
‘Vincent Ölmeli’nin çıkış noktası ve ilk yarısı, gerçekten çok iyi. Karim Leklou’nun doğal ve sade oyunculuğunun katkısıyla kara mizah duygusu, ilk yarım saatte etkili şekilde ilerliyor. Ofisteki şiddetin iş stresine bağlanması, saldırgan stajyere daha çok şefkat gösterilmesi, İnsan Kaynakları’nın ‘Aman bir tatsızlık çıkmasın’ çabası, ikinci saldırganın polis karşısındaki pişmanlık anları ve psikiyatristin tavrı, aklıma geldikçe hâlâ güldüğüm sahneler. Apartman koridorunda aniden ‘kuduran’ iki komşu çocuğuna karşı kendini savunması da akılda kalıcı bir kara mizah örneği. Kimseye saldırmadığı halde ofisten uzaklaştırılması, sürekli suçlu konumuna düşmesi, yaşadığı daireden ve şehirden ayrılmak zorunda kalması, komik olduğu kadar gerçekçi ve anlamlı bir durum aslında.
Vincent’ın zorunlu yalnızlığa mahkûm olmasını, bireyin toplumun gücü karşısındaki çaresizliğinin metaforu olarak okumak mümkün. Bireyin hiçbir kuruma, hiç kimseye güvenemediği noktada, toplum içinde nasıl barınacağı ve yaşayacağı, filmin ortaya attığı en kritik soru... Finali, bu soruya verilen yanıt olarak değerlendirmek gerek. Belli ki, film toplumdan uzaklaşmayı, münzeviliği çözüm olarak görmüyor, görmek istemiyor. O yüzden filmin ikinci yarısında, Vincent hayatta kalmak için ne yapması gerektiği konusunda seyirci kadar kafa yormuyor. Biz en iyi çözümün ne olabileceğini düşünürken, o kalbinin sesini dinliyor. Restorandan ısmarladığı yiyecek paketlerini otomobiline getiren garson Margaux (Vimala Pons) ile duygusal bağ kuruyor. Hem de her tür riski göze alarak… Vincent’ın ‘ne pahasına olursa olsun hayatta kalmak’ yerine sevdiği biriyle yaşamaya çalışması, otoyoldaki kargaşa sahnesinde babasını kurtarmak için gösterdiği inat ve final, filmin meramını özetliyor sanki. İlk yarıda toplumdan zorla uzaklaştırılan birinin hikâyesini seyrediyoruz. İkinci yarıda ise aynı kişi, tek başına hayatta kalmak yerine sevdikleriyle birlikte kurtulmak istiyor.
Bu arada, kara mizah duygusunun giderek silikleştiğini, hatta sonlara doğru tümüyle ortadan kalktığını belirtmem gerek. Vincent’ın, taşradaki evinin dışında, sembolik anlamlara açık foseptik çamurunda giriştiği ölüm kalım mücadelesiyle birlikte filmin tonu değişiyor; daha kanlı ve daha ciddi hale geliyor. Foseptikteki kavga ve hemen sonra yaşadıkları, Vincent için dönüm noktası. İlk saldırılarda kendisini savunamayan veya kaçmayı tercih eden Vincent, içindeki şiddet güdüsünü artık tümüyle serbest bırakmak zorunda kalıyor.
Biz Margaux’nun dahil olmasıyla filmin Edgar Wright filmlerine benzeyeceğini, daha komik ve eğlenceli olacağını tahmin ederken, tam aksine dram dozu giderek yükseliyor. Açıkçası, ikinci yarıdaki ton değişikliğini sevdiğimi söylemem imkânsız. Yeni ve parlak fikirlerle başlayan film, sonlara doğru alışageldiğimiz tarzda bir kıyamet filmine dönüşüyor.
Vincent’ın kendisiyle benzer sorunu yaşayan insanları bulma yönündeki umudu ve çabalarının vardığı noktayı düşündüğümüzde, finalin anlamı daha çok yerine oturuyor. Çözümün öncelikle doğru insanı ve doğru savunmayı bulmakla ilgili olduğu, sevgi ve dayanışmanın her şeyi çözebileceği ima ediliyor.
Filmde giderek yükselen şiddet salgınıyla sosyal medya çağı arasında çok açık neden – sonuç ilişkileri kurulmuyor; ama Vincent’ın parçası olmak istediği grubun, ondan önce sosyal medya hesaplarını kapatmasını istemesi dikkat çekici. Vincent’ın sosyal medyada peş peşe gördüğü şiddet videoları da önemli. Videoları seyrederken, dünyanın çoktandır adı konmamış bir şiddet salgını yaşadığını düşünmeniz mümkün. Son tahlilde, insanların kameralara hiç aldırmadan birilerine saldırmaktan çekinmediği bir dünyada yaşıyoruz.
İlk yarıya damgasını vuran ‘toplum dışı ve yalnız kalma kaygısı’ kadar karşımızdaki insanın içgüdülerinden duyduğumuz korku da öne çıkıyor. Annesine saldıran küçük kızı, oğluna tüfek doğrultan babayı ve aniden birbirlerini boğarak öldürmeye çalışan sevgilileri düşündüğümüzde, bir başka önemli temanın şiddet içgüdüsünün sınır tanımazlığı olduğunu görüyoruz. Köpeklerin saldırıyı önceden sezip uyarması da hikâyenin dikkat çekici yanlarından biri. Vincent’ın, kendisiyle benzer durumda olan Joachim DB’nin (Michaël Perez) önerisi üzerine barınaktan aldığı Sultan adlı uysal köpeğin her şeyin sessiz tanığı olmasını, kavgalara hiç karışmamasını ve psikiyatristin ‘saldırgan köpek’ örneğinin tuhaflığını not etmek gerek.
Jenerik sahnesinde kamerayı Vincent’ın bilgisayar ekranının içinden çıkaran ve detaydan genele doğru açılan Chastang, film boyunca bunun tam tersini yapıyor aslında. Vincent’ın bakış açısından hiç ayrılmıyor, ‘büyük resmi’ göstermiyor. Fransa’da neler olup bittiğini sadece TV ve radyo haberlerinden duyuyoruz. Finalde dahi Vincent’ın bakış açısından kopmayan yönetmen Stéphan Chastang, somut olarak biyolojik veya psikolojik nedene bağlamıyor şiddet salgınını ama medeniyeti bitirecek en büyük tehdit olarak sunuyor. Belli ki, toplumları bir araya getiren manevi değerleri güçlü görmüyor; şiddetin giderek yükseldiğinin altını çiziyor.
Görüntü yönetmeni Manuel Dacosse’un filmin ruhuna uygun soluk görüntüleri ile John Kaced’in elektronik müziğinin katkılarını unutmamak gerek. ‘Vincent Ölmeli’nin ikinci yarıda gittiği noktayı çok sevmesem de kayda değer bir film olduğunu düşünüyorum.
6.5/10