Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        88 yaşındaki Woody Allen, Fransa’da Fransız oyuncularla çektiği ‘Şans Eseri’ (Coup de chance) adlı filminde ‘Maç Sayısı’ndan (Match Point - 2004) yıllar sonra bir kez daha ‘şans, aşk ve suç’ temalarına dönüyor.

        Allen, filmde şans kavramı üzerine birbirine karşıt iki tez sürüyor önümüze. Genç yazar Alain Aubert (Niels Schneider), ana rahmine düştüğümüz ilk andan başlayarak tüm hayatın şansla yakın ilgisi olduğunu savunuyor. Her birimizin çok düşük bir ihtimali gerçekleştirerek hayata geldiğini; hepimizin doğuştan ‘büyük ikramiye’yi kazanmış olduğumuzu söylüyor. O yüzden, hayatın karşısına çıkardığı fırsatları değerlendirmeye, diğer bir ifadeyle şansını en iyi şekilde kullanmaya çalışıyor. Hayatın zalim bir şakacı olduğunu da düşünüyor aynı zamanda.

        İşini ‘zenginleri daha da zengin etmek’ olarak özetleyen ve kendisi de hayli zengin olan Jean Fournier (Melvil Poupaud), şans faktörüne asla inanmayan biri. Her insanın kendi şansını kendisinin yaratacağını düşünüyor ve şanssızlığı başarısızlık olarak görüyor. İnsanın istediği her şeye ulaşması için mücadele etmesi gerektiğini savunuyor. Oyuncak trenlerine olan bağlılığı, kontrol takıntısının bir yansıması. Aynı zamanda yitik çocukluğun gecikmiş telafisi anlamına da geliyor.

        Woody Allen imzasını taşıyan hikâye, iki karakterin şans konusundaki tezlerini karşı karşıya getiriyor. Ana karakter Fanny Fornier (Lou de Laâge) ise film boyunca şansa inanmak veya inanmamanın ötesinde daha zor ikilemler ve seçimler arasında kalıyor. Gerçi film Fanny’nin tercihlerinden ziyade iki erkeğin bakış açısına odaklanıyor ama her şeyin merkezinde o var. Hem de filmin en başından itibaren…

        Dört dakikayı aşkın süre boyunca kesintisiz tek plan olarak izlediğimiz açılış sahnesinin başında kamera, Paris’te Avenue Montaigne’de tek başına yürüyen Fanny’yi hemen arkasından takip ediyor. New York’taki Fransız lisesinden tanıdığı Alain çıkıyor karşısına. Alain, diyaloğu sürdürmekte ısrar ediyor. Fanny’nin evli olduğunu öğrenmesine rağmen konuşmanın sonlarına doğru lise yıllarında onun için deli olduğunu ama harekete geçemediğini itiraf ediyor. Dahası, ayrılırken yeniden buluşmayı öneriyor. Paris’teki bu karşılaşmayı önemli bir şans olarak değerlendiriyor; duygularını hiç saklamadan Fanny ile minik flörtünü sürdürmek, geliştirmek istiyor. İkinci eşi Jean Fournier ile evliliğinin gayet iyi gittiğini, mutlu olduğunu düşünen Fanny ise muhabbetinden hoşlandığı Alain ile öğle yemeklerinde buluşmakta sakınca görmüyor.

        Aynı kadına âşık Alain ve Jean, hikâyenin gelişimi boyunca hep şans konusundaki düşüncelerine göre hareket ediyorlar. Alain, düşük ihtimal bile olsa Fanny’nin gönlünü kazanmak için çaba gösteriyor ama onu hiçbir şeye zorlamıyor; olayları akışına bırakıyor. Buna karşılık, Jean’ı tanıdıkça, hayatındaki hiçbir şeyi olayların akışına bırakmayacağını, talihini her koşulda belirlemek için harekete geçeceğini anlıyoruz.

        Alain, Paris’te çatı katında yeni kitabı üzerine çalışan bohem bir yazar. Her zaman kalbinin götürdüğü yere giden evsiz yurtsuz bir romantik. Fanny’ye şiirler okuyor, şiir kitapları hediye ediyor. Jean Fournier ise tümüyle maddi değerlere bağlı yaşayan; hayat konusunda son derece sığ görüşleri ve inanışları olan biri. Fanny’ye, takmaya utandığı çok pahalı mücevherler hediye etmeyi seviyor.

        Allen, yine Paris’te çektiği ‘Paris’te Geceyarısı’ (Midnight in Paris – 2011) dahil birçok filminde olduğu gibi burada da sanatın hayal dünyası ile maddi dünyanın gerçeklerini karşı karşıya getiriyor; hayatın akışı içinde manevi değerlere yaklaşım konusunda ayrışan çiftlerin yaşadığı krizleri anlatıyor. Ne var ki, ‘Şans Eseri’nin çok yeni şeyler söylediğini iddia etmek açıkçası zor. Her zaman ilgi merkezi olduğu güvenli, konforlu evlilik hayatı ile macera dolu romantik aşkın vaatleri arasında kalan Fanny’nin verdiği kararlar üzerine bir film ‘Şans Eseri’… Ama asıl olarak tümüyle karşıt yöntemlerle bir kadının gönlünü fethetmeye çalışan iki âşık erkeğin hikâyesi. Belki de bu nedenle, ana karakteri kadın olmasına rağmen Woody Allen’ın önceki filmlerine oranla eril bakış açısının biraz daha öne çıktığı bir film seyrediyoruz.

        Woody Allen’ın gönlünün hangi karakterden yana olduğunu, duygusal olarak kimin tarafını tuttuğunu anlamak, en başından itibaren hiç zor değil elbette. ‘Şans Eseri’, Woody Allen filmografisinde çok alışık olmadığımız tarzda biraz eski usul, ahlakçı bir film. Allen, kara mizah içeren ironik finale doğru giden yolda hikâye örgüsünü karakterlerin psikolojisi üzerine kuruyor. Ama Allen sinemasından aşina olduğumuz derinliği bulmak pek kolay değil.

        Paris’te geçen romantik aşk öyküsü ile Alfred Hitchcock filmlerini hatırlatan gerilim duygusu arasında ikiye bölünmüş bir film ‘Şans Eseri’. 1950’li yıllarda benzer bir hikâye, belki kısa sürede klasik olabilirdi ama son derece düz kötü adamıyla 21. Yüzyıl sinemasında açıkçası biraz demode duruyor. Ayrıca, günümüz anaakım sinemasında bile hikâyenin gelişimini bu kadar erkenden ele veren filmlere galiba pek yer yok artık. Oysa biz ilk 15-20 dakika sonunda, özellikle de Jean ile Fanny’nin katıldığı parti sahnesinde diğer davetlilerin konuşmalarına, dedikodularına tanık olduktan sonra filmin nereye doğru gideceğini karakterlerden önce tahmin ediyoruz. Allen’ın bunu Hitchcock usulü gerilimin ilkesini hayata geçirmek için yaptığı belli. Fikir, seyirciye karakterlerden daha çok bilgi vermek ve gerilimin nereden çıkacağını önceden hissettirmek üzerine kuruludur. Günümüz sinemasında da yapılıyor bu numara ama ‘Şans Eseri’nde olduğu gibi her şeyin tahmin ettiğimiz şekilde gelişmesine artık pek rastlamıyoruz. Film ilerledikçe merak ettiğimiz şeylerin sayısı azalıyor, sadece finalin nasıl bağlanacağına kilitleniyoruz.

        Başka bir sorun, oturduğumuz koltukta final hariç gelecekte olabilecek her şeyi önceden rahatlıkla kestirirken, karakterlerin nedense tam bir aymazlık, umursamazlık ve rahatlık içinde hareket etmesi… Her yerde kameraların olduğu, akıllı telefonların kolaylıkla izlendiği bir çağda, karakterlerin işlenen suçlar sırasında gösterdiği rahatlık gerçekten şaşırtıcı.

        Annesi Camille’in (Valérie Lemercier) ‘Jean’ın Alain’den haberi var mıydı?’ sorusuna Fanny’nin verdiği yanıt, filmin zayıf noktalarından biri gibi geliyor bana. ‘Hikâye gereği’ hiçbir şeyden kuşkulanmayan, son derece saf, dertsiz, tasasız insanlar var filmde veya yakalanacağını asla düşünmeden, huzur içinde son derece basit suç eylemleri planlayanlar... İkinci yarıda filmin en zeki ve öngörülü karakterinin Fanny’nin annesi Camille olduğunu düşünüyor, onunla özdeşleşiyoruz. Kaldı ki, düşünceleri ve eylemleriyle bizi film boyunca şaşırtan nerdeyse tek karakter. Ama damadının evinde zerre duyulma korkusu olmadan yaptığı uyarı konuşma sırasında o da diğer karakterler gibi aşırı tedbirsiz davranıyor. Özetle, karakterlerin öngörüsüzlükleri, tedbirsizlikleri karşısında dumura uğramaktan gerilim yaşamaya vakit bulamıyoruz. Film komedi olsa idare edilebilecek detaylar bunlar; ama suç, gerilim ve psikolojik boyutun öne çıktığı gerçekçi bir filmde rahatsız ediciler. Allen’ın önceki filmlerinden böyle sorunlara takılarak çıktığımı pek hatırlamıyorum.

        Kuşkusuz, tüm bunları boş verip sadece Woody Allen’ın alt metnine odaklanabiliriz. O zaman ‘Fena film değildi’ demeniz olası. Mesela buruşuk piyango biletinin veya bir gülün paha biçilmesi zor küpelerle rekabet edebilmesi, filmin önermelerinden birini özetleyen akılda kalıcı bir detay: Gerçek aşk, güç ve parayı yener. Fanny’nin bizde tam karşılığı olmayan ‘trophy wife’ (zengin ve başarılı erkeğe ödül olarak görülen güzel eş) ifadesinden duyduğu rahatsızlık da filmin ilgi çekici yanlarından.

        1940 doğumlu tecrübeli görüntü yönetmeni Vittorio Storaro’nun, 2.00:1 kadraj ölçüsüyle çektiği çalışması, filmin artistik puanını yükselten unsurlardan biri. Yıllardır sık sık iş birliği yapan Storaro ile Allen, 35mm film formatını akla getiren, filtre takılmış hissini veren turuncu ve sarı sıcak renkleri tercih ediyorlar. Binaları, caddeleri, turistik görüntüleri ve kafelerinden ziyade özellikle büyük parkları, sarı yapraklarıyla öne çıkan bir şehir olarak betimliyorlar Paris’i.

        6/10