Parthenope, Yunan mitolojisindeki denizkızlarından biri… Napoli’nin ilk adı olarak da biliniyor. M.Ö. 9. Yüzyıl’da Rodos’tan bölgeye gelen Yunan denizciler, Magaride adasında inşa ettikleri liman ve kaleye Parthenope adını vermişler. Üç yüzyıl boyunca da bölgenin adı Parthenope olarak kalmış.
Annesinin sığ ve sakin bir koyda denizin içinde dünyaya getirdiği Parthenope, adını hem denizkızından hem doğduğu şehirden alıyor. “Su Perisi Parthenope” (Parthenope) ne bebekliğini ne çocukluğunu görüyoruz. Doğumdan hemen sonra gelen sahnede, bir genç kız olarak çıkıyor sudan. 1960’lı yılların Napoli’sinde birçok erkeğin hayranlık duyduğu Parthenope’nin (Celeste Dalla Porta), ilgi merkezi olmaya çok alışık, yaşına göre olgun, aklı başında, sakin ve özgüvenli biri olduğunu fark etmek zor değil. Güzelliğiyle çevresindeki erkeklerin dengesini bozuyor ama kendi dengesini hiç kaybetmiyor. Öyle ki, filmin ilk bölümünde, herkesi ve her şeyi idare edebilecek bir melek gibi tasvir ediliyor. Ama aşırı duygusal biri olan ve arzularını bastırmayan erkek kardeşinin intiharını engelleyemiyor. Olaydan sonra annesi açıkça, babası ise dolaylı yollardan suçluyor onu. Parthenope kardeşinin öldüğü gece yaşananlardan pişmanlık duyuyor. Ama filmin geri kalanının suçluluk duygusu üzerine kurulduğunu söylemek kolay değil. Kardeşinin acısını ömür boyu içinde taşısa da akıl sağlığını kaybetmiyor Parthenope. Hayatını sürdürüyor.
İlk bakışta bir büyüme, olgunlaşma hikâyesi izlenimi veriyor film. Parthenope gençlik yıllarında hayatla ilgili sorulara yanıt arayan, meraklı, iyimser, pozitif ve her daim heveskar bir öğrenci gibi… Aslına bakarsanız, tüm hikâye, zeki, entelektüel, güzel bir genç kadının yapacağı seçimler ve kendine nasıl bir hayat kuracağıyla ilgili… Seyirci olarak sadece gerçek aşkı bulup bulamayacağını değil, hayatına nasıl bir yön vereceğini de merak ediyoruz. Finalde onu İtalyan sinemasının unutulmaz yıldızlarından Stefania Sandrelli’nin canlandırdığı yaşlı haliyle görene kadar da sorularımıza yanıt bulamıyoruz.
Finale kadar olup bitenlere baktığımızda ise büyüme ve olgunlaşmadan ziyade bir arayışın hikâyesini seyrediyoruz. Parthenope’nin üniversitede antropolojiyi tercih etmesi, kendisiyle ilgili önemli bir ipucu veriyor. Hayatın anlamını insanlar ve toplumlar üzerinden daha derine inerek aramak istediği belli. Parthenope’nin okulun huysuz ve efsane hocası Devoto Marotto’ya (Silvio Orlando), herkesin ezbere bildiği ansiklopedik tanımı yapmak yerine antropolojinin ne olduğunu bilmediğini söylemesi, atlanmaması gereken kritik bir an… Bu itiraf, onun dürüstlüğünün değil; soru sormaktan hiç vazgeçmeyen, yeni fikirlere açık, anlamaya tutkuyla bağlı biri olduğunun göstergesi… Kaldı ki, kendisini hayatı boyunca en çok etkileyen kişi olan hocası Marotto’nun dikkatini önce bu soruyla çekiyor. Marotto’nun yıllar sonra antropolojinin gerçek anlamı hakkındaki düşüncelerini onunla nihayet paylaştığı sahne ise hiç kuşkusuz filmin bir başka kritik anı... Dışarıdan sinik ve karamsar biri gibi görünen Marotto’nun, Parthenope’nin hayatına yaptığı önemli bir katkı daha var: İntiharlar üzerine çalışmak isteyen Parthenope’ye başka tez konusu öneriyor ve onu ölüme, suçluluk duygusuna takılı kalmaktan kurtarıyor. “Modern hayatta mucizelere inanç” üzerine çalışmasını isteyerek onu hayatın aydınlık yanına çekiyor.
Parthenope finale kadar sadece çok değer verdiği hocasıyla değil başka insanlarla da farklı deneyimler yaşıyor. İnsanlara, iletişime, etkileşime inanan biri olduğu çok belli. Büyüdükçe öğrenmeyi sürdürüyor. Hem kendisini daha iyi tanıyor hem hayatla ilgili yeni şeyler keşfediyor. Onu ve kişiliğini en çok, karşı karşıya kaldığı ikilemlerde yaptığı tercihler ele veriyor.
Sözgelimi, kısa bir süre, sinema oyunculuğu ile antropoloji arasında kalıyor. Parthenope, her zaman olduğu gibi önyargısız şekilde yaklaşıyor oyunculuğa. Fikirlerini almak için görüşüp konuştuğu film starı ile oyuncu koçu ise tam aksine, önyargılarıyla şekillendirmeye çalışıyorlar onu.
Napoli’de kalmak veya kalmamak da yüzleştiği ikilemlerden biri. Tüm hayatını Napoli’de geçirmenin nerdeyse başarısızlık olarak kabul edildiği bir ortamda yaşıyor. Özellikle, Napoli kökenli sinema yıldızının bir toplantıda herkesin önünde yaptığı sansürsüz konuşma, Parthenope için belki bir uyarı niteliğinde… Mentor olarak kabul ettiği Marotto dahi İtalya’nın kuzeyindeki üniversitelerde en az birkaç yıl çalışması gerektiğini söylüyor ona. Şehrin eski adını taşıyan Parthenope’nin bu konuda verdiği kararı ancak finalde öğrenebiliyoruz ama o noktada dahi “Neden Napoli?” veya “Neden Napoli değil?” sorularına açık yanıt verdiğini söylemek zor. Filmin yönetmeni Paolo Sorrentino, efsane ile inanışların, mucize ile gerçekliğin, geçmişin ritüelleri ile modern kültürün karşı karşıya geldiği veya iç içe geçtiği bir şehir olarak tasvir ediyor Napoli’yi. Bir yanıyla, filmin başlarındaki sahnede gösterdiği gibi güzel kadınları ve havalı genç erkekleriyle çok havalı bir şehir… Başka bir yanıyla ise yoksul ve karanlık… Aynı zamanda libidosu yüksek bir şehir…
Parthenope’nin “mahallenin ağır abileri”nden biriyle arka sokakların yoksul ve sefil Napoli’sinde dolaştığı sekansı atlamamak gerek. O gece Napoli’nin sırlarını keşfediyor Parthenope. Özellikle, kökeni hakkında bize hiçbir bilgi verilmeyen o tuhaf seks ritüeli, şehrin gizemli ve karanlık geçmişinin sembolü adeta.
Parthenope’nin önündeki başka bir ikilem, anne olmak ya da olmamak konusunda düğümleniyor. Evlenmek ve aile kurmak gibi seçeneklerin de karşısına çıktığı bir ikilem bu... Parthenope’nin anne ve babasıyla sağlam bir ilişkisinin olmaması; hayatının anlamını sürekli evin ve ailenin dışında araması, atlanmaması gereken bir nokta... Kendisinden yaşça çok büyük erkeklere, mesela Amerikalı yazar John Cheever’e (Gary Oldman) duyduğu ilginin kökeninde bir baba meselesi / bilge adam bulma isteği olduğunu düşünmek mümkün… Özellikle Profesör Devoto Marotto ile ilişkisinde çok bariz bir arayış bu... Kaldı ki, Marotto ruhsal olarak kendini en yakın hissettiği insan… Marotto’nun hasta oğlu ile Parthenope’nin intihar eden kardeşi, onları birbirine yakınlaştırıyor. İkisinin de ömürlerinin sonuna kadar taşıyacak acıları ve yükleri var. O yüzden Marotto’nun oğluyla tanıştığı sahne, Parthenope için bir aydınlanma gibi… Belki de hayatın anlamını bulmaya yakınlaştığı anlardan biri… Sahnenin gerçeküstü yanını da atlamamak gerek. Hakikat fantastik bir halde çıkıyor karşısına.
Marotto’nun antropolojinin gerçek anlamını açıkladığı sahneyi aklıma getirdiğimde, “Parthenope”nin aynı zamanda yaşlılık üzerine bir film olduğuna inanıyorum. Yaşlandıkça hayata bakışımızın değiştiğini, fazlalıklardan arınıp her şeyin özüne odaklandığımızı düşündürüyor film. Parthenope de gençlik yıllarında aşktan, paradan, başarıdan ve kariyerden ziyade hep bilgeliği arıyor. Erkeklerin çoğu hep ne düşündüğünü soruyorlar ona. Ne düşündüğünü sormayan, hatta ne düşündüğüyle ilgilenmediğini çünkü bildiğini söyleyen rahip (Peppe Lanzzetta) ise Parthenope’yi en çok şaşırtan erkeklerden biri oluyor. Folklorik Napoli mucizesini şova dönüştürmesiyle tanınan rahip, Parthenope’nin hayatında kısa ama beklenmedik bir rol oynuyor. Yıllar önce helikopteriyle peşine düşen zengin havalı playboy ile yaşlı rahibi karşılaştırdığımızda, Parthenope’yi kimin baştan çıkaracağını veya çıkaramayacağını çözdüğümüzü hissediyoruz.
Şu ana kadar yazdığım her şey, film üzerine düşünürken aklıma takılan notlar ve yorumlar… Sorrentino’nun hikâyeyi nasıl bağlayacağını, Parthenope’nin finalde nereye geleceğini merak ederek seyrettiğimi inkar edemem. Filmdeki bazı diyalogları, fikirleri de sevdim. Ama filmi genel olarak sevdiğimi, kendime yakın hissettiğimi söylemem imkansız. Marotto ile Parthenope’nin sahneleri dışında, film boyunca Sorrentino ile bir türlü aynı dalga boyuna gelemedim. Hep belirli bir mesafeden, yönetmenle çatışarak izledim filmi. Mesela, hikâyenin nerdeyse tüm erkeklerin arzuladığı çok güzel bir kadın üzerine şekillenmesini demode buldum. Film boyunca “Bu konular artık geride kalmadı mı?” diye düşünmeden edemedim. Filmin ağırlıklı olarak 1960’lardan 1980’lere uzanan bir dönemi anlatması boşuna değil aslında. Çünkü 21. Yüzyıl’da geçemeyecek kadar eskimiş bir hikâye bu… Güzel kadınlar akademik hayat dahil olmak üzere bilim, sanat, politika ve medya dahil hayatın her alanında sürekli karşımızdalar artık. Güzelliklerinin öne çıkarılmasından rahatsız olduklarını da biliyoruz. Her şey bir yana, bugün güzel kadınların sayısı çok fazla; sadece filmlerde değil her yerde karşımıza çıkıyorlar ve günümüz sineması güzelliğe eskisi kadar düşkün değil artık.
Sorrentino’nun 1968 Öğrenci Hareketleri’ni birkaç sahneyle “yavaş çekim bir kargaşa” gibi özetleme fikrini çok itici bulduğumu da not etmek istiyorum. Hem Parthenope’nin hem filmin dünyayı değiştirmeyi arzulayan o devrimci ruha olan kayıtsızlığı açıkçası bana pek anlamlı gelmedi.
Sorrentino’nun, Napoli’nin güzelliğine odaklanan aşırı şık anlatımından, canlı renklerinden de biraz söz etmek gerekiyor. Film, Napoli’yi nerdeyse hiç bitmeyen bir yaz mevsimi içinde gösteriyor bize. Sorrentino, hareketten ziyade durgun anların, resimlerin peşine düşen bir sinema anlayışı benimsiyor. Belli ki Napoli ve onun adını taşıyan Parthenope’nin güzelliği arasında sürekli bağ kurmaya çalışıyor. Filmin konseptinin ne olduğunu bilsem de Sorrentino’nun fazlasıyla erkek bakışı taşıyan kamerasının Parthenope’nin yürüyüşlerine, bakışlarına, hareketlerine ve endamına odaklanması fikrini sevdiğimi söyleyemem. Bir ara “Sorrentino 1970’lerin genç ve güzel kadınların gönül maceralarını anlatan ucuz erotik Avrupa filmlerine gönderme mi yapıyor acaba?” diye düşünmeden edemedim.
Özetle “Parthenope”, Paolo Sorrentino’nun sevdiğim filmlerinden biri olmadı ne yazık ki. Kuşkusuz, beğenmediğim ilk filmi değil. Çoğu kişinin methiyeler düzdüğü, Oscar’a kadar uzanan “Muhteşem Güzellik” (La grande bellezza - 2013) ve olumsuz eleştiriler alan “Loro”dan (2018) da pek etkilenmemiştim. Ama Napoli’de geçen ve kendi çocukluğunu anlattığı “Tanrı’nın Eli” (È stata la mano di Dio - 2021) gibi çok sevdiğim bir filminden sonra hayal kırıklığı olduğunu inkâr edemem.
5.5/10